Bang Bang

191 13 8
                                    


Pis bir şehirdi Londra. Tepeden tırnağa bok içerisinde kalmış, nefesi açlık ve tütün kokan, tırnakları arasına yerleşmiş kurumuş kan pıhtılarını gizlemek için sürdüğü cart kırmızı ojeleri dökülen, yara bere, kızarıklık, morluk ve hastalık lekeleri içerisinde, bakımsız, pis bir şehirdi. Arka sokaklarından yükselen lağım, barut ve ucuz parfüm kokusu; zengin semtlere doğru boyalı dudakların üflediği mentollü sigara dumanına karışıp, fabrikalardan çıkan zehirle birleşerek asla dağılmayan bir sis olarak asılı kalırdı.

Gündüzleri, savaşta yitip gitmiş ağabeylerinden kalan askılı pantolonlarını çekiştirerek sokakta seksek oynayan, gazete satan, sanayide çalışan is içerisinde, ailelerinin iç çekerek ve haciz gelme korkusuna rağmen köşe başındaki simyacıdan aldıkları ucuz öksürük şuruplarının ciğerlerine yerleşen veremi iyileştiremeyeceği çocuklar akşam olduğunda erkenden yataklarına koşarlardı. Yorganlarını kafalarının üzerine kadar çekip korkudan titreyerek uyumaya çalışırlardı patlayan silah sesleri arasında, babalarının sıhhatleri için dua ederek. Sabah olup da okula gitme vakitleri geldiğinde, bir kısmı annelerini salonda gözleri yaşlı, hıçkırıklar içerisinde üniformalı yabancı bir adamla konuşurken bulurdu. Küçük akıllarında kavrayamasalarda ne olduğunu, ölüm kelimesi henüz haznelerinde kalıcı yer etmemiş olsa da hepsi bilirdi bir daha babalarını göremeyeceklerini. Kocalarının cesetlerini teşhis etmek için yola çıkan yalnız kadınlardan şanslı olanlarının dönecekleri bir aileleri vardı, küçük şehirde babalarından kalan bir dükkanları ya da kırsal kesimde bir kaç tavuğun özgürce dolaştığı bakımsız kalmış beş on dekarlık çiftlikleri. Hayatları boyunca dul damgası yiyecek, küçük görülecek, ezilecek olsalar da en azından yetim kalan çocuklarının başlarını sokacakları bir çatı, pılı pırtılarını toplayıp boğazlarına kadar batmadan şehrin pisliğinde paçalarını sıyırabilecekleri bir sığınak. O kadar şanslı olmayanları ise ya henüz kundaktaki bebelerini yetimhanelere bırakıp kendilerine yeni bir hayat kurma umuduyla başka bir serserinin peşine takılır ya da oğlanlarını mafyanın, kızlarını kerhanelerin ellerine kaptırmamak için gerekirse canlarını dişlerine takar, yine de başarısız olurlardı. İşte böyle pis bir şehirdi 1948 yılında Londra.

Belki de bu yüzden bu kadar çok yağmur yağardı Londra'da. Tanrı, Tanrıça, doğa, artık her neye inancınız kaldıysa, bir ekmek kırıntısından hallice ancak bu kirde, inatla yıkamaya, arındırmaya çalışırdı bütün bu pisliği, varını yoğunu damla damla dökerdi, akıtırdı kireçli suyunu, ancak nafile. Daha da beter, çamur olurdu her yer. Hatta sel basardı sokakları, lağım kadınların topuklu ayakkabılarının bile kurtaramayacağı kadar taşar, diz boyu akardı çürümüş binaların boyalarıyla birlikte mazgalların arasından. Pazarcılar ürünlerini toplayıp somurtarak erken dönerlerdi evlerine, karılarından çıkarmaya hınçlarını veya kazandıkları üç kuruşu duman altı, yer altı kumarhanelerinde yemeye. Şemsiye satan dükkanların, ölü yıkayıcılarının ve bir de papazların, kliselerin ve köprü altlarının yalnız kalmadığı bir şehirdi 1948 yılında Londra.

Ve 1948 yılında Londra'da, tarihe geçmeyecek bir tarihte, aslında onlarca canın daha yitip gittiği yağmurlu bir başka günde, ellerinde beyaz tebeşirle sevdiği adamın cansız bedeninin hatlarını çizen memurların kollarından tutup sürükleyerek uzaklaştırdığı, son bir kez olsun sarılmak için değil de inkar ve nefretle; gerçeğin reddinin son çabasıyla, polis kordonunu yarmaya çalışan kadının gözyaşlarıyla birlikte dökülen rimelinin karalığı Londra'nın pisliğine karışıyordu.

~

"Gazetelerde dişe dokunur bir şey var mı?"

Elinde bir tepsiyle arka odadan çıkan uzun boylu, kızıl saçlı, çilli, takım elbiseli adam, 30-40 metrekarelik büroda kapının tam karşısına, duvarın bir sandalye uzağına yerleştirilmiş, üzerinde, hediye olduğu zevksiz ve ucuz koltuk seçimine nazaran çok daha şık durmasından belli bir dolma kalem seti, yüksek bir dosya yığını ile günlük gazetenin arkasında kaybolmuş kardeşinin ayaklarını çapraz bir şekilde dayadığı ahşap masaya dikkatlice bıraktı kahve fincanlarını.

Yayımlanan bölümlerin sonuna geldiniz.

⏰ Son güncelleme: May 27, 2016 ⏰

Yeni bölümlerden haberdar olmak için bu hikayeyi Kütüphanenize ekleyin!

Londres NoirHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin