Yücel odasına gitti. Gardırobu açtı. Beylik tabancasını sakladığı yerden çıkarıp yatağa oturdu.

Bu bir Çek Vzor 7.65 idi.

Uzun zamandır eline almamıştı. Kılıfından çıkardı. Ele oturan bir silahtı ve her silah gibi soğuktu. Yücel'in gözünde anıları canlandı: Okuması, subay olması ve babası...

Yücel beş buçuk yaşındayken babası Mahmut usta, onu hafız yapmaya karar vermişti. Eğitim için ilk gönderildiği hoca üçüncü günün sonunda yorgan döşek hasta olmuş, öğrenci ile uğraşacak hâli kendinde bulamayıp Küçük Yücel'i başından atmıştı.

Mahmut usta oğlunu başka bir hocaya göndermiş, o hoca da artık ne yaptıysa, köylü tarafından kazma kürek kovalanmış ve sırra kadem basıp köye bir daha dönmemişti.

Ortada kalan Küçük Yücel'in üçüncü hocaya gönderilmesi gecikmemişti. Mahmut usta oğlunu hafız yapmak için çabalaya dursun, üçüncü hocanın Adana'da ani bir işi çıkmış, ailesiyle birlikte tası tarağı toplayıp gitmişti. Küçük Yücel'in hafızlık macerası hoca kıtlığından bitince Mahmut usta, "Bari okusun," diyerek oğlunu Terme'deki ilkokula yazdırmıştı.

Okul köydeki evlerine uzaktı. Küçük Yücel, anne diyeceği babaannesi ve dedesinin yanında kalmak zorundaydı artık. Bir gün Evci'den gelen babasıyla annesini Terme pazarında görmüş, kendisini alıp eve, kardeşlerinin yanına götüreceklerini düşünüp, sevinmişti. Oysa düşündüğü gibi olmadığını; pazardan sonra köye dönen anne ve babasının bindiği ve onun koşup arkasına asıldığı Volkswagen T1'in kavisli kıçından düşüp dişini kırdığında gayet acı bir şekilde anlamıştı. Tozu dumana katarak uzaklaşan, kirden rengi atmış sarı minibüsün jant kapakları gibi sanki içindekilerin kulakları da pas tutmuştu. Canının acısından çok, terk edilmişliğin hüznüyle içli bir feryada tutulan ufaklığın farkına bile varmamışlardı.

Her fırsatta bir şeyi bahane edip parmaklarına bahşedilen güçle Küçük Yücel'in kulağını ezerek onu acıdan kıvrandıran amcası neyse ki o an çarşıda değildi. Küçük Yücel'i o hâlde görse acımaz, "Erkek adam ağlar mı?" diyerek yine kulağına yapışırdı. Her daim, eden bulur mu bilinmez. Birkaç yıl sonra Küçük Yücel, Avustralya'ya iş için gitmek isteyen amcasının postaya versin diye kendisine emanet ettiği başvuru mektubunu Terme çayına atarak ezik kulaklarının intikamını alacaktı. Fakat Yücel, her şeye rağmen, intikamla birlikte küçük bir vicdan azabı tohumunun da yüreğinin bir köşesinde filizlendiğini çok sonra fark edecekti.

O, kan ve gözyaşı içinde ağlarken, onu tanıyan çocuklar koşup, çarşıda kalaycılık yapan dedesine haber vermişlerdi. Yaşlı adam Küçük Yücel'in ağzını, burnunu meydandaki çeşmede yıkamış, üstündeki tozu çırpmış, sonra eline verdiği bir şişe gazozla torununu dükkânın önündeki tabureye oturtmuştu.

Dedesi de ninesi de ihtiyardı. Ninesi Türkçe pek bilmiyor, daha çok Rumca konuşuyor, buna da dilce diyordu. Gülnağme Nine'nin eli şifalı, nefesi kuvvetliydi. Çarpılan, nazara gelen, kırık çıkığı olan kapısını çalardı. Yaptığı pek bir şey yoktu; üç İhlas bir Fatiha okur, sabunlu sıcak sularla ovarak tıbben yeni travmaya yapılmaması gerekenleri yapar, buna rağmen derman arayan zavallıları iyi edip gönderirdi.

Yatsıyla yatan, sabahla kalkan ve gün boyu çalışan iki ihtiyarın torunlarına yatacak döşek, karnını doyuracak aştan fazlasını verecek durumları yoktu. Küçük Yücel; zekâsı, çalışkanlığı ve alın teriyle okumuş, kendini kurtaracak seviyeye gelmişti. Dedesinin yanına gönderilmesi bir terk ediliş değil, onun okuması için katlanılan zorunlu bir ayrılıktı. Bunu kavrayacak olgunluğa eriştiğinde yaşam artık onun için çok daha kolaydı.

Cennette de Kütüphane Var mı?Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin