"Sen bayağı bitmişsin."
Söylediğim şey nedense onu gözleri kısılacak şekilde güldürdü. Kavradığı konyak şişesini dudaklarına götürürken göğsü sarsılmıştı. Garipti. Böyle bir adamın karşımda şu şekilde konuşması, şu şekilde gülmesi bana göre çok garipti.
"Bitmek ne kelime? Ben sevdiğim kadına kavuştum diye o her an beni öldüreceğini zannettiğim histen de kurtulamadım. Her gün bitmeye devam ettim. Ama istedim de bunu. Böyle devam etmeseydi o zaman delirirdim, yok olurdum. Bir de Rabia hamile olduğunu söylediğinde... Tamam dedim. Benim için zaman durmayacak, benim için zaman hep akacak."
Tunç.
Tek dost.
Ömürlük can yoldaşım.
"Tunç," dedi Kılıç Alabeyli de ciğerinden kopup gelen bir sesle. "Oğlum doğdu. Annesi koydu adını. Her ağladığında ortalığı ayağa kaldıran, uyanır uyanmaz bir nefes ve ses isteyen bir bebekti. Büyüdükçe dışına bağırmamayı öğrendi. Tüm haykırışları içinde kaldı."
Bana anlattığı kızı hatırladım. Göğsünde vesikalık fotoğrafını taşıdığı kızın adı Deva'ydı. Mahvolurdu Tunç onun için.
"Sonra kız kardeşi oldu. İnsanın bir kızının olması çok başka hissettirir. Tüm tahtları sallandırdı Betül doğduğunda. Herkes kendi yerini hazırlar, oraya yerleşir ama kızım ismi gibi bir ağaçtan ayrıldı ve köklendi."
"Adını sen mi koydun?"
"Kızımın adını ben koydum. Tunç çok sevdi. Hep başındaydı kız kardeşinin. Sonra bir oğlum daha oldu."
"Yusuf," diye mırıldandım.
Başını sallayarak, "Yusuf," diye tekrar etti. Konyağından büyük bir yudum alarak başını omzuna doğru düşürdüğünü gördüm. "Ona ne olduğunu biliyor musun?"
Başımı iki yana salladım. Yusuf'un ismini bir kez anmıştı sadece Tunç. Ondan sonra da sır gibi saklamıştı ve benim sesimi çıkarmayacağımı bildiği için ağzını kilitlemesi kolay olmuştu.
"Yusuf altı yaşındaydı. Onu ailesinden koparıp almak için ellerinden gelen her şeyi yaptılar. Yıllardır yakamıza yapışan örgütün derdi Yusuf'u kendi içlerine almaktı. O daha çocuktu. Küçücüktü ama haysiyeti olmayanlar için bu önemli değildi. Konuşmaya çok erken başlayan Yusuf, canı istediğinde uzun cümleler kuruyordu. Okumayı da aynı hızla öğrenmişti. Bir çocuktan daha fazlasıydı örgüt için. Bambaşka bir çocuk olsa da sonuçta çocuktu. Ama onun hem soyadını hem de zekâsını istediler. Kafası zehir gibi çalışan birinin içlerinde olması artı olacaktı. Bir de bu kişinin eski kabadayılardan Fırat Alabeyli'nin torunu olması..." Konyak şişesini bir kez daha kafasına dikip aldığı büyük yudumu yuvarladı. Hiç yanmıyordu sanki. "Önemliydi Yusuf."
"Çocuklarının hepsi önemliymiş senin."
"Mutlaka," dedi Kılıç Alabeyli kaşlarını kaldırarak. "Ama Yusuf'u her alanda kullanmak istiyorlardı. Üstelik küçükken yanlarına alırlarsa beynini de istedikleri gibi yıkayacaklardı. Ailesine düşman edeceklerdi. Öz babasına sıktıracaklardı belki."
"Yapamadılar," diye mırıldandım.
"Oğlumun bir mezarı oldu çocuk." Yutkunmadan bekledim. "İçi boş bir mezar... Onu ailesinden kopardık. Altı yaşında bir çocuğun sürgün hayatı başladı. Bir daha ne annesini ne de ailesinden başka birini görememe ihtimalini göze aldık. Eksile eksile yolladık Yusuf'u."
"O bırakmaz," dedim bir çırpıda.
Kimden bahsettiğimi bildiği için başını ağır ağır sallamıştı. "Bırakmadı. Bırakmamak için her şeyi yaptı. Bir kere görseydi... Nasıl bırakılacağını hiç öğrenemezdi. Öyle düşündüm. Göremedi."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Kafes
General Fictionİlk kez koca koca adamların kelamlarını takip etmek için siyah masanın etrafındaki koltuklardan birine oturduğumda on dokuz yaşındaydım. O kadarcık kızın öyle takım elbiseli, ciddi suratlı, ağır laflı adamların içinde ne iş yaptığını sorgulayan düzi...