"Ne yapacaksınız bey bu zımbırtıyı onca yıldan sonra?"
"Sizin zımbırtı dediğiniz, memleket davasının en esaslı kılıcıdır. Kılıç demek dahi hakarettir zira kelimeler, bir ordudan daha kuvvetlidir ."
Elimde çikolatalı ekmek, sabah henüz alışamadığım (hiç alışmayacağım diyerek parantez açmak şart zira nasıl olsa taşınırız diye uyum sağlamakla vakit harcamak istemiyordum) okuluma gitmek için karnımı doyururken annem bıkkınlıkla bana bakıyordu. Kaşlarımı kaldırdım. Sizi dinlemiyorum bile, birbirinizi yemeye devam edebilirsiniz demekti bu. Ne yapayım, her sabah her sabah... Benim de bir sabrım var!
"Anlıyorum bey, anlıyorum da... Bunca sene sonra ne ordusu, ne kalemi? Ne yapacağınızı dosdoğru deseniz de bilsek."
"Yazacağım Fatma Hanım. Memleket için yazacağım. Sesim duyulur da birileri davamıza el eder, katılır diye yazacağım."
Annem, tekrar bana bakarken "Hadi bakalım, bir yanda sağ bir yanda sol, ben şöyle dümdüz gideyim" diyerek ayaklandım. Çantamı almamla çıkmam bir oldu zira annem bağırmaya başlamıştı bile. Babamla asla anlaşamayacağını bildiği için işi sesini yükseltmeyi tek çare olarak görürdü.
İşte, böyle az çok doyurulmuş bir karınla sallana sallana toz toprağın içinde olan okul yolunu tutturmuş, etraftaki ağaçları, taşlarla örülmüş duvarları seyrederken bir türlü halledemediğim yoldaki her evin içine bakma, insanları aval aval seyretme huyum beni O'na itti. Edebiyat dersinden her zaman kaldığım için şimdi, nasıl bir şey içinde olduğumu anlatmak güç ama çabalamak istiyorum.
Onu görmek, gece yıldızları seyrederken şaşakaldığım evrenin sonsuzluğunu yüreğimin tam ortasında hissetmek gibi bir şeydi. Üryanlık karşısında dikilmek ve şimdiye değin hiçbir insana bakmayacağım denli yumuşak bir avanaklıkla oracıkta, ona kitlenivermekti. Edebiyat dersinden işte bu nedenle geçemediğimi şu satırları yazarken anlıyorum. Fakat bu sonraki mesele...
İki katlı bir evin arka bahçesinde, yere serdiği pis bir kilimin üzerine uzanmış, bir ağacın gölgeliğine sığınmıştı. Elinde, uzaktan seçmekte güçlük çeksem de okuduğum "Öteki"¹ isimli bir kitap tutmaktaydı. Kıyafetleri aleniydi, etrafındaki çimenlerin kendisini sardığı gölgelikte, insanlardan gizlenmiş kitap okumaktaydı. Benim gibi bir meraklının onu seyrettiğinden elbette bihaberdi.
Rüzgarın usul usul estiğini ağacın dallarının, çimenlerin ve saç tellerinin hareketlerinden anladığımı ve bu kavrayışla beraber kendimi o an nasıl unuttuğumu hatırlıyorum. Güneşin bağrında kafam yanarken, gözlerim ışıktan dolayı sulanmışken onu seyretmekten aldığım hazzı o ana değin hiçbir şeyden almamıştım. Adımlarım, sürüklenircesine ilerliyordu ki bir de yanında, kedi gördüm. Sıcaktan olsa gerek, bacaklarına uzanmış, sere serpe yatıyordu. Ben sırtımda, okul kitaplarının olduğu siyah büyük çantamla zor zekat ilerlerken o, hayatın keyfini çıkarıyordu. Ya da öyle sanıyordum. Yüzünü henüz görmediğimi, kitabı indirip elindeki kalemle üzerine bir şeyler karaladığında keşfettim. Büyülendiğim ya da şoka uğradığım yoktu. Doğrusu, her şey öyle olması gerektiği gibiydi ki sanki o an, onu görmesem varlığımın dünyaya gelme amacı başarısızlığa uğrayacak ve oracıkta yok olacaktım. Kaşlarını çatarak düştüğü notu, elindeki kalemin hararetli hareketini, ciddi ve düşünceli yüzünü tekrar kitaba gizleyene kadar onu seyretmeye devam ettim. Dünyaya yeni gelmiş bir çocuk kadar meraklı ve heyecanlıydım. Kısacık saçları vardı, bunun beni şaşırtması gerekirdi zira kısa saça bir tek annem sahip sanıyordum, yazmanın altından saçları olur da çıkar diye mütemadiyen keserdi. Ama, açık bir kadının saçı, tıpkı babamın saçı gibiydi. Kısacık, çok kısacık, baya baya kısacık... Fakat işte, bu da öyle olmazsa olmazdı sanki. O an hiçbir şey, onun olduğu gibi olmazsa olmazdı. Kedi, şöyle arada bir genleşmese üzerinde olmazdı. Sonra komşu, birden bağırarak kuşları uçurmasa ve kuşlar, onun gölgesinde kitap okuduğu ağacın dalına konmasa olmazdı. Rüzgar, kısacık saçlarındaki kokuyu burnuma değin getirmese olmazdı. Hafif kımıldayarak yerini değiştirmese, kaşlarını çatarak kitabı indirip kalemle babamın o sabah dediğinin aksine savaş vermese, önüne düşen saçları parmaklarıyla kaldırmasa ve o parmaklarıyla gözündeki gözlükleri, kibarca şöyle bir geriye kaktırmasa olmazdı. Anlayacağınız, o an her şeyiyle başka bir dünyaya ait bu yaratık, yüreğime böyle izinsizce, çat-kapı girmese olmazdı. Fakat elbette, o zamanlar bunun bir yürek meselesi olduğunu bilmiyordum. Okula geç kalacağım düşüncesi gerçeğiyle ilerlemek gerektiğini biliyordum sadece. Ve öyle de yaptım. İlerledim ama sanki ilerleyen ben değil de bir başkasıydı. Ben, orada, öylece kaldım besbelli. Sözgelimi bir heykel gibi, rastgele oraya sürüklenmiş bir taş gibi, rüzgarla havalanan bir naylon poşet gibi.
Yürüdükçe yükselen duvarların ardında gözden kaybolana değin seyrettim onu. Sonra önüme döndüm. Geldiğim gün taşıyla, toprağıyla, eviyle, yoluyla, duvarı, tekerleği ve dahi okuluyla ölü olduğunu düşündüğüm bu kasabayı mesleğine aşık usta bir ressamın dayanamayıp haz ve coşkuyla boyaması karşısında etrafım renklendi. Ağaçlar çiçek açtı, kuşlar en güzel sesiyle öttü, üstümdeki kıyafetlerin aslında mavi olduğunu keşfettim, gökyüzü gibi masmavi ve yeşili gördüm, papatyaları sonra. Her baktığım yerde bir de onu gördüm. Rüzgarda uçan kısacık saçlarını, kitabın sayfasını tutan ellerini, kucağındaki kediyi ve etrafındaki doğayı. Gözlerim kaldı onda. Bir de yüreğim.
Ama tabii, o zamanlar bunun yürek olduğunu bilmiyordum.
Öteki: Dostoyevski'nin bir kitabıdır.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
SEN ANABELA (Tamamlandı)
Teen FictionSağ-sol davasının kazan kaynamaya başladığı bir zaman diliminde, babasının öğretmen olması dolayısıyla şehir şehir gezen bir genç kızın yolu Edirne'nin bir kasabasına düşer. Burada, isminin Anabela olduğunu öğreneceği bir genç kadınla karşılaşacak v...
29 Nisan 1979
En başından başla