2.Bölüm

43 21 6
                                    

Penelope Anlatıyor

Albert, dünkü çanta kazasını dinlerken çok güldü. Nasıl o iki kelimeyi karıştırdığıma anlam verememişti. Gerçi ben de anlam verememiştim ama işte… Beynim bazen saçmalıyordu. Bu arada akşam gezmek için ailesinden izin almıştı, yanında bir miktar para da vardı. Bunu duyunca yemeyi düşündüğüm dondurmanın parasını ona ödetmeye karar verdim:
“Dondurmalar senden!”
Ama Albert reddetti. Ben de ona, “Bir dondurma en fazla ne kadar olabilir ki?” diye sordum.
Albert, bazı dondurmaların çok pahalı olduğunu söyledi. Ben de ona lüks bir yere gitmeyeceğimizi söyledim. Gerçekten de lüks bir yere gitmiyorduk. Dolayısıyla dondurmalar da uygun fiyatlıydı. Ama Albert yine de dondurmamın parasını ödemek konusunda mızıkçılık yaptı. Sevgili(!) sınıfımızın kapısına gelmiştik.
Sınıfımızdaki tipleri tanıtacak olursam:
Dışarıdan bakıldığında Totoro’ya benzeyen, anime karakterlerinin gerçek olduğuna inanan ve kendini de anime karakteri sanan, bu yüzden hep pelüş kedi kulakları takan Dünn’den başlamalıyım. Kendisi aynı zamanda sınıfın not ortalamasının düşmesine sebep oluyor ve bu çok kötü.
Dünn’den sonra Siren geliyor. Bu kız da başka bir âlemde yaşıyor gibi, kendini büyücü zannediyor. Bir de “sihirli” değneği var, tabii sadece bir plastik parçası. Kulaklarına da elf kulağı şekli veren bir tür “piercing” takıyor ve bence itici duruyor.
Bir de Ali var, kendini çok zeki ilan eden. Belki aslında bir arabadır. Çünkü ara sıra “Vutututu!” tarzında sesler çıkarıyor. Dünn dışındaki herkese kötü davranıyor ve kızlara ezik gözüyle bakıyor.
“Aşırı romantik” çiftimiz Jordan ve Carla’yı da atlamamalıyım. Her teneffüs en arka sıraya geçip öpüşüyorlar. Bir de birbirlerine hep “aşkım, bebeğim” diye hitap ediyorlar. Bu sabah da onları öpüşürken gördüm. Resmen midem ağzıma geldi. Zaten öpüşme midemi bulandırıyor, bir de Jordan’ın çirkin suratına bakınca iyice kusasım geliyor. Öyle de oldu. Onları görür görmez tuvalete koştum ve kahvaltıda yediklerimin hepsini çıkardım. Sağ olun!
Sınıfımızdaki bir grup kızdan da bahsedeyim, bu kızlar her teneffüs mutlaka ya saçma sapan şarkıları söyleyip dans ediyorlar ya da voleybol oynuyorlar. Bunlar dışında hayata başka bir geliş nedenleri yok gibi.
Son olarak okulun “kraliçeleri”ne gelirsek, bunlar Emily ve Darrin. Bir ara yanlarında Rita diye bir kız da vardı ancak son zamanlarda onu dışlıyorlar. İkisi de çoğu popüler kız gibi makyaj, moda ve sosyal medya bağımlısı. Bir de her zaman mutlaka birileriyle uğraşıyorlar.
Ve ben… Maalesef hepsinin ortasında oturmak zorundayım. Neyse ki önümde Albert oturuyor. Oturduğum yeri tek sevme sebebim o.
Yerime oturunca herkes bana baktı. Sonra birbirlerine dönüp kendi aralarında konuşmaya başladılar:
“Bu kızdan nefret ediyorum.”
“Çilli ucube!”
“İğrenç.”
“Saçları berbat!”
“Kesin sınavlarda kopya çekiyor.”
Hakkımda konuştuklarını biliyorum. Böyle konuşmalarına da alıştım. Eskiden bunları kafama çok takardım ama artık önemsiz. Sıramın altından defterimi çıkardım. O sırada Emily yanıma geldi. Yüzünde, annemin bir haftalık makyajından daha fazla boya vardı. Sarı saçlarını o kadar sıkı toplamıştı ki az kalsın kafa derisini de toplayacaktı. Sinirli görünüyordu. Bana yaklaştı ve
“Kopya çekiyorsun sınavlardan! Dünkü sınavdan tam not alman imkânsız!” diye bağırdı.
Ben de sakince, “Hayır, sınav kolaydı.” dedim. Gerçekten de kolaydı. “Makyaj ve saç yapacağım zamanı derslerime ayırıyorum.”
Aslında… Bu bir yalandı. Ödevlerimi yapmak dışında neredeyse hiç ders çalışmazdım. Diğer öğrencilerin aksine bir konuyu iki dakika dinleyince hemen anlıyordum. Bu özelliğimi çok seviyorum çünkü böylece ders çalışmak yerine başka işler yapabiliyorum. Herkes çok ders çalıştığımı zannediyor. Emily de bunlardan biri.
“Bu yüzden mi saçların bu kadar…”
Dağınık mı? Evet. Ama bu benim “kendi tarzım”dı.
Ona bunu söyledim. Bana göre, saçları sıkı toplamak tarz ise hiç toplamamak ve dağınık bırakmak da tarzdı. Ama o bunu “iğrenç” buluyor. Sanki çok umurumdaydı da! En azından onun gibi başkalarını kopyalamıyorum.

Akşam…
Albert’la alışveriş merkezine gitmeden önce evlerimize dağıldık. Rahatça dolaşmak için kıyafetlerimizi değiştirdik. Okul formasıyla rahat edemezdik çünkü.
Hafif bol, lila bir kazakla mor bir etek giydim. Okul çantamı küçük bir çantayla değiştirdim. Sonra Albert’la buluşup alışveriş merkezinde yürüdük.
Albert acıkmıştı ama ben pek aç değildim; önce birkaç mağazayı dolaşmayı önerdim. Kabul etti. Birbirinden ilginç mağazalara bakarken, Albert, “Hangi mağazaya gidelim?” diye sordu. Gözüme bir mağaza takılmıştı: Mysterica, oraya gitmek istedim. Albert peşimden geldi. Çeşit çeşit takı satılıyordu. İçeride pek fazla kişi yoktu ve ortamın gizemli bir havası vardı. Yanımıza büyücü gibi giyinmiş bir kadın geldi.
“Merhaba! Ben Donna, size nasıl yardımcı olabilirim?”
O an gözüme bir kolye takıldı. Altındı, ortasında mor bir taş vardı. Genelde altın pek ilgimi çekmese de o kolyeyi beğenmiştim. Fiyatını sordum. Donna, kolyeye baktı ve “O mu?” diye sordu. “Evet.” dedim. “1.000,-” dedi. 1.000,-…
Bu kadar pahalıysa bir sebebi olmalıydı. Ne özelliği olduğunu sordum. Anlattı:
“Bu, sıradan bir kolye değil. Ormanın derinliklerinde siyah bir tırpan var ve ancak bu kolyeyi takan kişi, o tırpanı kullanabilir. Eğer bu kolyeyi takmıyorsan bırak tırpanı kullanmayı yerinden oynatamazsın.”
“Bir tırpan için sanki biraz pahalı. İnternette o fiyatın kat kat altında tırpanlar bulabilirim.”
“Bu, birilerinin görebileceği en güzel tırpandır.”
“Hadi canım, bir tırpan ne kadar güzel olabilirdi ki?”
“Tek dokunuşta etrafındakileri paramparça edebilir.”
“Yani bir tırpan sonuçta…”
“Tam psikopatlara göredir.”

Hımmm… Yaptığım birkaç çılgınca şey var aslında… Bunlar beni psikopat yapar mı? Sanırım, evet.

“Tam bana göre.” dedim.
Donna, gizemli bir ses tonuyla, “Gerçekten mi?” diye sordu.
“Evet.” dedim.
“Hayvanlar üzerinde ameliyat ve deney yapıyordum. Hayvanların iç organlarını çıkarıp saklıyordum. Aslında bütün organlarını değil, genellikle sadece kalplerini.”

Bazı insanlar yıllarca kalpsiz yaşayabiliyorlar, acaba sen ne kadar süre yaşayabileceksin minik fare?

“Bir keresinde bir farenin kalbini almıştım. Bunu yaparken sanki onu ameliyat ediyormuş gibi hissediyordum. Yaptığım korkunç bir şey olsa da farenin karnını kesmiştim, etraf biraz kan olmuştu.
“Kalbi dikkatlice çıkarmıştım ve tıbbi dikişle kesiği kapatmıştım. Sonra süre tutmuştum. Ne kadar yaşayabilecek diye. Çok yaşayamamıştı. Sadece birkaç saniye… Kalbi kilitli bir poşete koymuştum. Fare cesedini de çöp poşetine. Sadece kalbini almak istemiştim. Hayvanların kalplerini toplamayı seviyorum. Beyinleri örneğin, bu kadar ilgimi çekmiyor. Neden bilmiyorum…
“Hayvanlar dışında insanlara da acı çektirdiğim zamanlar olmuştu. Mesela Maya’ya...”

“Yapma!”
“Özür dilerim. Bir daha yapmam, söz.”

“Ağzına tuvalet kâğıdı sokmuştum. Bu kızı susturmalıydım. Aksi takdirde başım derde girecekti. Ağzına tuvalet kâğıdı sokunca nihayet susmuştu. Ona sert bir tokat atmıştım. Ne yazık ki tokat atınca kâğıtların ağzından çıkacağını düşünememiştim. Ağlamaya başlamıştı. Ağladı çünkü bana vuramazdı, ellerini bağlamıştım.”

“Lütfen Penelope, lütfen bana zarar verme!”
Bu kıza zarar vermek istememiştim ki! Bana bağırdı:
“Bu yaptıklarının cezasını çekeceksin! Bağırabildiğim kadar bağıracağım ve…”

“Bir tuvalet kâğıdı daha… Başım şişmişti resmen! Ha, neden tuvalet kâğıdı derseniz, temizlik odasındaydık. Kenarda duran süpürgeyi almıştım ve kıza sertçe vurmuştum. Hem de birkaç kere! Kızın yanakları kızarmış, burnu kanamış, bazı yerleri morarmıştı. Ama umurumda değildi.”

“Bir daha sakın benle dalga geçme!”
Acı içerisinde bakmıştı.
“Hepsi bir laf için miydi?”

“Hayır, herkese dedikodumu etmiş, bana iftiralar atmıştı. Düşünüyorum da… Az bile yapmışım.”

“Zavallı Maya!” dedi Albert. “O okulda daha fazla dayanamadı.”
“Vay be!” dedi Donna.
Aslında daha fazlasını yapmıştım. Hepsini saydım:
“Arkadaşımın balığını klozete attım, komşumun saldırgan köpeğine zehirli mama verdim, kuzenimin çizgi romanlarını yaktım, bana zorbalık yapan kızı merdivenden aşağı itip önünde dans ettim. Saçımla dalga geçen kıza kurbağa kalbi yedirdim. Sevmediğim öğretmenimin suyuna kertenkele koydum. Bir kızın saçlarını kesip boya fırçası yaptım.
“Bunları gerçekten yaptım ama hayatım boyunca neredeyse hiç uzaklaştırma almadım veya okuldan atılmadım. Çünkü bunları hep planlamıştım ve zekice planlardı.”
Donna’ya sordum:
“İndirim yapar mısınız?”
Donna duraksadı. Sakince kafasındaki fesi masanın üzerine koydu ve “Artık bir SAKRON’sun dedi.”
SAKRON da ne demekti?
Anlattı.

Sakronlar
“Mysterica takılarından birine sahip olan kişilere denir. Bu kişilerin birer tane de silahı olur. Birbirlerini sevmek/ takım olmak zorunda değiller, isterlerse birbirlerini öldürebilirler. Ancak ne ilginçtir ki bunun cezası var.”
Pek açıklayıcı gelmedi ancak yine de bir şeyler anladım. Bana, “Kolye senindir.” dedi. Benden hiçbir şekilde ücret almadı. Kolyemi taktım, mağazadan çıktık. Ben de acıkmaya başlamıştım, diğer mağazalara bakmadan önce yemek yemeye karar verip sosisli satan bir karavan-kafeye gittik. Birer milkshake alıp sosislileri sipariş ettik. Beklerken de son olanları konuştuk.
Albert, tırpan hikâyesine pek inanmadığını söyledi. “SAKRON”luğu da saçma bulmuştu. Oysaki ben aksini düşünüyordum.
Biraz bunu tartıştık, Albert inanmamakta kararlıydı. Sosislilerle doymayınca patates kızartması söyledik. Onu da hızlıca yedik.
“Dondurma yiyecek miyiz?” diye sordum.
Sosisli ve patates kızartmalarını ben ısmarlamıştım, dondurmaları ve milkshake’leri onun ısmarlamasını istememde ne vardı ki? Neyse ki beni kırmadı.
Yediklerimizin parasını ödedikten sonra dondurmacıya gittik. Ben çikolata tanecikli aldım, Albert karamel soslu aldı.
“Neyse ki çok pahalı değiller.” dedi.
Yiyecek ve içeceklere benden daha az ödemişti ama benim için fark etmezdi. Dondurmalarımızı yedikten sonra birkaç fotoğraf çekildik ve mağazaları dolaşmaya başladık.
Şu tırpan hikâyesine inandığım için o tırpana sahip olmak ve insanları öldürmek istiyordum. Ancak tanınmamak için kendimde değişiklikler yapacaktım. İlk önce turuncu saç boyası aldım. Albert,
“Ailen buna izin verir mi?” diye sordu.
Muhtemelen vermezlerdi, bunun için normal saç rengime çok yakın olan bir de peruk aldım. Her yerde (yalnız olduğum ve cinayet işlediğim zamanlar dışında) peruk takacaktım. Sonra kitapçıya da gittik. Sevdiğim bir kitap serisi olan “Ölüm”ün üçüncü kitabı çıkmıştı. Ben onu aldım. Albert da “Matematik Nasıl Eğlenceli Olur?” diye bir kitap aldı. Kendi isteğiyle aldığını düşünmüyordum çünkü o daha çok savaş temalı kitaplar alırdı. Fikrinin de değiştiğini düşünmüyordum, neyse…
Kitapçıdan çıktıktan sonra kumaş ve dikiş malzemeleri satan bir mağazaya girdik. Siyah kumaş aldım. (Nedenini sonra söyleyeceğim.) Biraz daha gezdik ama sonra Albert yorulduğunu söyledi. Ben yorulmamıştım ancak daha fazla gezmek de istemiyordum. Ona “tırpan”ı bulmak için ormana gitmeyi teklif ettim. Bana ters ters baktı ve
“Gerçekten tırpanın varlığına inanıyor musun?” diye sordu.
“Evet.” dedim. Kulağa efsane veya masalmış gibi geliyordu ama ben tırpanın varlığına inanıyordum.
Albert ofladı:
“Merak ettim ben de şimdi… Seninle geliyorum.” dedi. Buna sevinmiştim. Ormana doğru yürüdük.
Hava kararmış, etraf sessizleşmişti. Albert’ın sesi dışında neredeyse hiç ses duymuyordum. Albert, her ne kadar benim, birlikte ormana gitme teklifimi kabul etse de hâlâ tırpanın varlığına inanmıyordu. Onu inandırmak istiyordum ancak elimde kanıt yoktu.
“Neden inanmıyorsun?” diye sordum.
“Neden inanayım ki?” diye cevap verdi.
Tam o sırada bir yaprağa bastım. O anda kolyem parlamaya ve sallanmaya başladı. İkimiz de şaşırdık. (Tabii Albert benden daha çok şaşırdı.)
“P-pene-lope… K-kolyen p-parlıyor ve… Sal-la-nıyor!” dedi.
Evet, bunu kekeleyerek söyledi. Eğildim ve yaprakları eşelemeye başladım. Eşeledikçe siyah bir sopa ortaya çıkıyordu. Albert da benim sevincimi görünce bulduğum şeyin tırpan olduğunu anladı. Tırpanı yerden kaldırdım.
Albert bana inanmadığı için özür diledi. Bunun için özür dilemesine gerek var mıydı, tartışılır. Ama yine de özrünü kabul ettim. Albert da tırpanı tutmayı denedi ama o tutar tutmaz tırpan yere düştü. Albert’ın elleri de tırpanın altında kaldı. Benden yardım istedi ve tırpanı kaldırdım. Tırpanı sadece kolye sahibinin yerden kaldırabileceği böylece kanıtlanmış oldu.
Albert’a, “İlk kurban kim olsun?” diye sordum.
Bunu sorunca dehşete kapıldı ve “Ne?! İnsan mı öldüreceğiz?” diye sordu.
“Evet. Heh-hehehe… Bunu oyun mu sandın?” diye sordum.
Albert titremeye başladı ve çığlık atarak yanımdan uzaklaştı. Kapkaranlık ormanda tek başıma kalmıştım.
“Yapma böyle!” diye seslendim. Sonra ona mesaj attım:
“Albert gel!”
Yere oturdum, biraz bekledim. Albert mesaj attı:
“Off! Tamam, seni kırmayacağım. Sanırım… Kan korkumu yenmem gerekecek.”
Birden ayağa kalktım ve ona sarıldım. O da bana sarıldı:
“Bir de bu çok tehlikeli, biliyorsun polise yakalanmamalıyız.”
“Yakalanmayız.”
“Sana bir ad bulalım.”
“Ada ne gerek var ki?”
“Kod adımız olursa yakalanmayız.”
Tırpanın gövdesi siyah olduğu için kod adımın “Kara Tırpanlı” olmasına karar verdim. Albert’a onun kod adının ne olacağını sordum. “Asistan” dedi. Fazla basitti ama yine de olurdu.
“Birbirimize herkesin içinde böyle seslenmek yok!” diye uyardım. O da “Tamam, Kara Tırpanlı.” dedi. Eh, zaten ormanın derinliklerindeydik… Böyle seslenmesinde bir sakınca yoktu. Tabii ormanda kamera falan yoksa…
Tırpanı eve götüremeyeceğimi söyledim. (Sebebini söylememe gerek yok sanırım.) Albert bana mantıklı bir fikir söyledi. Gölün kenarına gömebilirdik. Üstüne de yerini bulmak için küçük bir işaret koyardık. Orası tam tırpanı gömmeye uygundu. Çünkü etrafı kumlarla çevriliydi.
Tırpanı kuma gömdük. Üzerine de saçımdaki tokayı koyduk.
Albert, “Artık güvende.” dedi. Evet, güvendeydi. Sonra ağır ağır geri döndük. Eve gitme zamanıydı.
“Artık yeni biri olacağım.” dedim.
“Öyle mi nasıl?”
“Saçımı turuncuya boyayacağım.”
“Söylemiştin.”
“Biliyorum.”
“Ailen anlamasın diye de peruk takacaksın.”
“Evet.”
“Okulda da peruk takacaksın?”
“Evet.”
“Peki ya niye siyah kumaş aldın?”
“Cinayet işlerken üstüme kan bulaşsın istemiyorum. O kumaşı pelerine çevireceğim.”
“Hımmm… Anladım.”
“Şu matematik kitabını aile zoruyla aldın, değil mi?”
“Aslında hayır. Yani, onların da etkisi var. Ama kitabı beğenmiştim.”
“O kitap matematiği gerçekten eğlenceli hale getiriyorsa ben de alacağım.”
“Zaten matematiği eğlenceli bulmuyor muydun?”
“Hayır, matematik öğretmenimiz Bayan Luth’u eğlenceli buluyorum.”
“Ben de Bayan Luth’u eğlenceli buluyorum ve onu seviyorum.”
“Bu arada Fransızca ve Almanca ödevlerini yaptın mı?”
“Fransızcayı yaptım, Almancayı yarın yapacağım.”
“İyi de yarın teslim etmemiz gerekiyor.”
“Ne?”
“Evet.”
“Eğer öyleyse eve gider gitmez yapayım.”
“Evet yapmalısın.”

Selam,bir bölümün daha sonuna geldik,umarım beğenmişsinizdir. Eğer bölüm sonraları yorum yaparsanız daha mutlu olurum, o zaman sonraki bölümde görüşürüz.

Kafamın İçindeki Ölüm Meleği (+18)Where stories live. Discover now