"İyiymiş." Dedim ve sandalyeye oturdum. O da karşımdaki sandalyeye oturdu. İkimizin de önünde boş servis tabakları vardı. Mir benim tabağımı alarak içine kahvaltılık koyarken başımı omzuma doğru eğip yüzünü inceledim. Tabağı doldururken üzerinde büyük bir ciddiyet vardı. Kaşlarını hafifçe çatmıştı ve farklı renkteki iki gözü kısılmıştı.

Doldurduğu tabağı karşıma koyduktan sonra kendi tabağını aldı. Sandalyede arkama yaslanıp hareketlerini izlemeye devam ettim. Kendi tabağını da doldurduğunda nihayet bana baktı. Artık nasıl bir derinlikle bakıyorsam yavaş yavaş gerginleşti.

"Şey... Yüzümde bir şey mı var?" Diye sorduğunda başımı hafifçe iki yana salladım. O da zaten hemen konuyu değiştirdi. "Süt, çay, portakal suyu. Hangisini istersin? Eğer istersen çaya limon damlatabilirim ya da süte bal ekleyebilirim. Ballı süt sever misi-" Demişti ki istemsizce sert çıkan ses tonumla sözünü kestim.

"Hayır." Ani ruh hali değişimim tabi ki gözünden kaçmadı. Adam ne de olsa psikolog. "Demli ve şekersiz çay." Dediğim zaman başını sallayıp çayımı doldurdu. Kendisi de portakal suyu içecekti.

"Ellerine sağlık." Diyerek kahvaltı yapmaya başladım. İlk olarak böreklerden bir tanesini yedim. En sevdiğim ıspanaklı böreklerdendi. Ulan adamın el lezzeti de varmış he.

"Afiyet olsun." Diyerek portakal suyunu yudumladı. O sırada ikinci börek dilimini de yemeye başlamıştım. Daima hızlı hızlı yemek yerdim.

Asker olduğum zamandan beri oluşan bir alışkanlıktı bu. Sürekli bir şeye hazır olmalısın, asla vakit kaybetmemelisin. Lavabodan hızlı çık, banyonu hızlı yap, yemeğini hızlı ye. Daima emirlere itaat et ve verilen emri en hızlı ve en iyi şekilde yap. Görevdeyken hızlı ve dikkatli ol. Biz askerler için zaman önemliydi. Zaman o kadar önemliydi ki tüm boş zamanlarını sevdiklerinle dolu dolu geçiririz. Daha doğrusu başkaları. On yıldır zamanımı harcayacağım kimse yoktu ve zaman benim için önemini yitirmişti.

"Açıkçası bir ağa oğlu olarak konakta, ailenin yanında yaşadığını sanıyordum." Derken çayımı içmiştim. Şuan çok pis sigara yakasım vardı.

"Ailemle pek aram yok. Genellikle burada yaşıyorum. Sadece önemli bir şey olduğunda konağa gidiyorum." Dediğinde başımı salladım.

"Anladım. Özel değilse nedenini sorabilir miyim?" Lokmasını yuttu, peçeteyle ağzını sildi ve hafifçe öksürerek boğazını temizledi.

"Aslında tüm Hakkari biliyor. Hakkarili birisi olarak bilmemen biraz garibime gitti." Hafifçe gülümsedi.

"On yedi yıldır Hakkariye adım atmadım." Dedim net şekilde.

Aile evimiz şehirden uzaktı ve çevrede neredeyse başka ev yoktu. Evimizin etrafındaki arazinin bir kısmı da bize aitti. O saldırı olduğunda amcam gelene kadar ailemin ölü bedenlerine sarılmıştım. Amcam gelene kadar, yani yaklaşık bir gün boyunca yerimden kıpırdamadan annemin başı kucağımda, babama sarılı şekilde kalmıştım. Amcam geldiği zaman beni onlardan ayırmıştı. Sehitlere yaraşır bir cenaze töreninden sonra onları gürgen ağaçlarıyla dolu bir tepeye gömmüşlerdi. İki gün sonra da her şeyi arkamızda bırakıp Bingöle taşınmıştık. Yaklaşık bir yıl boyunca her şeyden soyutlandım. Amcam bana zorla yemek yediriyordu. Uyku ilacıyla uyuyordum.  Bir yıl okula gitmemiştim ve amcam da bir yıl askerliği askıya almıştı. Hepi topu beş saat uyuyabiliyordum. Kahvaltıda biraz peynir biraz zeytin yiyordum. Günde sadece bir bardak su içiyordum. E haliyle sürekli hastalanıyordum.

Ailemin ölümü sürekli kabuslarıma giriyordu. Bazen aniden çığıl atıyordum. Hiç sebep yokken çığlık çığlığa bağırıyor, eşyaları dağıtıyor ve kendime zarar veriyordum. Hatta bir gün beni durdurmaya çalışan amcamı bıçaklamıştım. O krizden sonra bir ay boyunca hastaneye kapatılmıştım ve oradan çıkınca ben eski ben değildim. Nefes alan her varlıktan nefret ediyordum. Mutlu çocuklardan tiksiniyordum.

LAKAYITHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin