-Bölüm Dört-

En başından başla
                                    

Çok az şey görsem de,bu yaşananların bana ait olduklarından gitgide emin oluyordum. Hayattan anılarım,ölümün zihnimde saldığı sisten kurtarıyordu beni.

Ve hepsi onun sayesinde olmuştu. Gözlerimin içine baktığı için. Elini yanağıma,aynı öze sahipmişiz gibi samimi ve doğal bir şekilde yerleştirdiği için.Ten,kan,kemik. Nefes almak,görmek ve dokunmak.

Sırf onun tenini tenimde hissedişimin anısı bile beni ürpertiyordu. Fakat bu kısacık,hayal ürünü bir ürperti değil,bir duyuydu. Gerçek ,fiziksel bir duyu. Ve yeni varlığımdaki bir diğer en mucizevi değişim.

Bir şey hissetiğim ilk gün, kazanın meydana geldiği geceydi.Kıyıda oturmuş,ambulans ışıklarının gözden yitmesini izlerken,ayaklarımın tabanlarında tuhaf bir karıncalanma hissettim. Afallamış ve korkmuş bir halde başımı eğip baktım. Ayak parmaklarımın arasındaki çamuru ve kuru otların çıplak ayaklarımı gıdıklayışını hissedebiliyordum. Derken bu his başladığı gibi bitiverdi.

Bu olay beni en basit ifadeyle afallamıştı. Uzun zamandır beni uyandıracak fiziksel bir duyunun özlemini çekiyordum.Birşey,herhangi bir şey hissetmek istiyordum.Ancak elimi bir nesneye koyup bastırmama rağmen hiçbir değişiklik olmuyordu, hiçbirşey hissetmiyordum. Beni daha çok denemekten alıkoyan sönük bir basınç dışında.

Ölümden sonraki yaşamım tüm doğaüstü klişeleri yalanlamıştı.Duvarların içinden geçemiyor, odadan odaya süzülemiyordum. Yakınıma gelen yaşayan insanlar,bedenimin içinden yürüyüp geçmiyor, daha ziyade sanki yollarının üzerindeki bir engelmişim gibi, düşünmeden etrafından dolanıyorlardı.

Sadece kendimi hissedebiliyor,kendi üzerimde bir etki bırakabiliyordum. Saçlarıma,elbiseme,tenime dokunabiliyordum.Bir süre sonra bu istisnai durum beni rahatlatmayı bıraktı.Hatta kocaman, iğrenç bir şaka gibi gelmeye başladı:Tek kişilik bir hapishanede kilitli kalmıştım. Sanki kendime ait küçük boyutumda varlığımı sürdürüyordum,diğerleri beni görmüyor,duymuyordu ama ben delirtici bir netlikle etrafımdakilerin bilincindeydim.

Bunun bana nasıl hissettirdiğini anlatacak sözcük bulamıyorum.Sadece görünmez değildim;aynı zamanda koklama, tatma, hatta dokunma yetim yoktu.Peki ya, fiziksel duyularımın sadece kendi ölümümü tekrar yaşadığım kabuslarda oluştuğunu fark ettiğimde hissettiklerimi nasıl anlatabilirim?

Bu dokunuş,sıradışı olmakla kalmamış,sanki bir duygu selinin önündeki barikatı da kaldırmıştı.

Kazayı takip eden iki gün boyunca ve tuhaf anlarda,yaşayan dünyaya ait bazı şeyleri hissedebiliyordum.Sırtımı yasladığım kara meşe ağacının sert kabuğu veya nehrin üzerinden geçip giden kısacık bir yağıştan kalan minik bir yağmur damlası. Bu duygular ,kontrolümün dışında beliriyor ve aniden kayboluyordu.

Yinede bu hislerden birini kontrol edebildiğimi fark ettim: Onun tenini düşündüğümde damarlarımda hissettiğim o küçük titreyiş. Bu titreyiş,bileklerimde ve boynumda hızlanan bir nabız atışının her daim keskin anısına benziyordu,bu yüzden onu yapabildiğim kadar sık yaşamanın yollarını aradım.

Zihnimde bir başka görüntü çaktığında yine onun tenini düşünüyordum.Hiç umulmadık anda,bir koku beni altüst etti, tam anlamıyla esir aldı. Olduğum yere çakılı kaldım, ağaç dizisinin arasındaki bir çalıya tutunmuş yaz sonu böğürtlenlerini kokladım. Öğlen güneşinin altındaki mayhoş, fazla olgunlaşmış böğürtlenlerin kokularını içime çektim. Koku kısa süre sonra ortadan kaybolsa da, uyuşukluk yine beni sarıp sarmalamaya başlasa da yüksek sesle güldüm.

Bu,öldükten sonra attığım ikinci kahkahaydı ve devamı gelsin istiyordum.Hiç düşünmeden,çimlerle kaplı dik rıhtımdan hızla çıkıp köprüye ulaştım.

Tek nefeste yüksek tepelere sıçrıyorsun, hatta hiç nefes almadan. Süper ölü kız. Tekrar güldüm,tepenin başına ulaşıp çimlerde yürümeye koyulduğumda içim kıpır kıpırdı.

Ancak şarampolden yola çıkarken donakaldım;çıplak ayaklarımın biri asfaltta,diğeri çimlerdeydi, kollarımı ise bir cambaz gibi iki yana açmıştım.

Yüksek köprü yolu.

Bu sözcüler zihnimde tehdit gibi geldi, ansızın bu yerden kaçıp gitmek için şiddetli bir arzu duydum. Zihnimin gerilerinde bir şeyin beni kemirdiğini, bir kaşıntının tenimde bir yukarı bir aşağı dolandığını hissedebiliyordum.

Bir başka kabusun ayak seslerimiydi bunlar ? Hayır, bu bambaşka bir önseziye benziyordu, daha önce hiç tecrübe etmediğim birşeydi.

Başımı iki yana salladım. Saçmalıyordum. Sonuçta ölüydüm. Benden daha korkutucu ne olabilirdiki?

Bir ayağım çimlerde,diğerinide asfaltta ileriye doğru sürükledim.Bacaklarım adeta gönülsüzce hareket ediyordu ve şarampol boyunca attığım her adım, omurgamdan yukarı doğru tatsız titremeler yayıyordu.

Bu aptalca, diye düşündüm.Sırtımı dikleştirdim.Yolun kenarında dehşete kapılmış bir köpek gibi pusuya yatmayı reddettim.

Hadi artık, diye emrettim kendime yüksek sesle.Biraz gergince olsa da, kararlılıkla ileri doğru adım attım. Her adım cesaretimi daha da kırıyordu fakat köprünün neredeyse yarısına ulaşına dek yavaşladım.

Sağımda, bel hizasına gelen metal trabzandaki grintili çıkıntılı boşluğa erişince durdum. Sarı polis kordonu ve birkaç tane tahta barikatı, herhangi bir şeyin köprüden aşağıya düşmesine engel olmayacaktı belki ama hazır ve nazır bir halde, boşluk ile yolun arasında duruyordu.Onun ''Kıvanç'ın'' arabası nehire uçmadan önce trabzanda yaklaşık iki metre genişliğinde bir boşluk oluşturmuştu.

Hem kazayı düşünmek hemde zihnimde onun adını duymak beni ürpertti.Kollarımı bedenime dolayarak asfalta doğru ürkek bir bakış attım. Tekerlekler,onun köprünün kenarına gitmesini engellemek için beyhude yere çabalamış, asfaltta çapraz, siyah lastik izleri bırakmıştı.

Tam o anda arkamda korkunç bir feryat, gürleme gibi bir çığlık duydum.

Resmen yerimde zıpladım. Sese doğru döndüğümde, ağzımdan alışık olmadığım bir küfür savruldu. Döndüğümde, o korkunç sesin bir çığlık sesi olmadığı ortaya çıktı. Bu, ani frenle durmaya çalışan tekerleklerden gelen tiz sesti. Sadece üç metre ötemde siyah bir araba durdu ve kapı açıldı.

Hiç düşünmeden rahatladım. Hayaletlere özgü iç güdülerim devreye girdi ve bana kaçmaya, korkmaya gerek olmadığını söylediler. Çünkü bir şey araba sürüyorsa bana zarar veremezdi. Beni göremezdi bile.

Sürücü tarafından bir çocuk çıktı ve kapıyı çarparak kapadı. Profilden dolgun dudaklarını ve sanki bir zamanlar kırılmış, ama güzelce kaynamış gibi belli belirsiz bir kavisi olan güzel burnunu görebiliyordum. Neredeyse simsiyah saçları ve iri koyu renk gözleri vardı. Gözlerini bana dikince onun son gördüğümdekinden çok daha sağlıklı bir renk kazandığını düşünerek dalıp gittim.

''Sen! Sensin!'' diye haykırdı parmağını bana doğrultarak.

Hiç tereddüt etmeden arkamı dönüp koşmaya başladım.


KAYIP RUH Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin