Duvarları yıkın.

Yoksa hep korku içinde yaşamak, bilinmeyenlere karşı barikatlar kurmak, karanlıkta dualar etmek dehşet ve gerilim mısraları okumak zorunda kalırsınız. Yoksa hiçbir zaman cehennemi tadamayabilirsiniz, ama cenneti de bulamazsınız. Temiz havayı çekemez, uçma hissini tadamazsınız.

Hepiniz, her neredeyseniz: sipsivri kuleli şehirlerinizde ve tek caddeli kasabalarınızdaki sizler. O sertliği midenizdeki metal ve zırh kalkanlarını içinizi dolduran taş parçalarını bulun ve çekin, çekin ve çekin.

Ne kadar zamandır yürüdüğümü bilmiyorum. Üstümde düz yaka straplez ve dizimin bir karış üstünde siyah saten bir elbise vardı. Üstünde kahverengi damla şeklinde çamur lekeler vardı ve sanki elbisenin bir deseniymiş gibi gözüküyordu. Ayaklarım çıplaktı ve kurumuş yapraklar,  küçük ağaç dalları ayaklarıma batıp hafif tatlı bir sızı veriyordu.

"Heyy!" Sesim büyük gövdeli ağaçların arasında eko yaparak bende uzaklaştı ve sonsuzluğun simgesi olan sessizliği sundu bana. Hızlı nefes alış-verişlerimden inip kalkan göğüsüm ile etrafımda üç yüz altmış derece dönüp duruyordum. Önüme kestirdiğim kahkülerim gelirken, çıplak ayaklarımı umursamadan koşmaya tekrar başladım.

Bacaklarım, acıyordu ve ayağıma batan küçük dal parçaları sanki bir yere gitmemi istemiyorlarmış gibi canımı yakıyordu. Üstümdeki elbisenin eteği yüzüme çarpan rüzgar nedeniyle daha da  uçuşurken arkamı dönüp kontrol ediyordum. Birleri beni takip ediyordu ve bana yetişmekteydi.

Nereye gidiyorsun?

Bir ürperti ile nefes nefese yuvarlanmaya devam ettim. Saçlarım büyük çam ağaçlarından düşen uzun ince kırılgan ama iğne gibi batan otları hafif sızı bırakarak abiyenin açık bıraktığı yerlere ve saçlarımın ardına gizlenip orada kalırken sırt üstü durarak yuvarlanmaya son verdim ve daralan nefesime bir kaç saniyelik süre tanıdım.

Kaçmanın bir ecele faydası yok, Gamze.

Gözlerimi kapatınca sıcak iki damla taneleri şakaklarımdan süzülüp yere damladılar. Ağzımdan bir hıçkırık kaçarken yattığım yerde doğrulup kafamı uzakta dibi gözükmeyen ormana çevirdim.

Gamze...

Ağzımdan bir hıçkırık daha firar ederken gözlerimi irileştirdim. Kafasında yüzünü saklayacak kadar büyük olan kapüşonlu biri ve elinde bir tane bıçak vardı.

Hiç düşünmeden oturduğum yerden kalktım ve bakışlarımı ondan çekmeden bir kaç adım geri geri, gittim. Sağ elindeki bıçağın ucunu sol elinin işaret parmağına yaslamış ve saniyede bir çeviriyordu.

Sıra sende...

Ne bende! Diye bağırmak istesemde o yaklaştıkça geri gitmemin pek bir faydası yoktu. Ama nedense hiçbir aceleci bir atakta bulunmuyor ve hala yavaş adımlarla bana yaklaşmaya devam ediyordu. Attığı her adımda toprak ona bir şey fısıldıyordu ve onun taşıdığı renge bürünüyordu. Siyah.

Arkamı dönüp gitmeyi planlıyorken, yaralardan dolayı kurumuş kan lekeli ayaklarımın ucunda aşağısı deniz bir uçurumla karşılaştım.

Oyunun bittiği yerdeyiz..

Hemen arkamı döndüm. Aramızda yirmi adımlık bir mesafe vardı. Koştuğum ve yaşadığım karışık duygular yüzünden inip kalkan göğüsüm ve sık nefeslerim ile ona baktım. Bir anda orman onun arkasında kaldı. Bir sürü çıplak dallı ağaçlar ve dallarında bir kaç kuru yapraklar ile düştü düşecek gibi bir insanın ömrünü anımsatmıyordu.

"Nasılsın Gamze," dedi yerdeki bakışlarını bana kaldırarak.

"Ne var!? Ne istiyorsun?" diye bağırdım "Kimsin?"

Seni Seviyorum; Anlatma, Yaşat ve Hissettir Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin