Akşam karanlığında siyah montuma sıkıca sarılarak her zamanki mekana doğru gidiyordum. Aklımda bir acaba ile. Acaba bulabilecek miydim?
Mekan her zaman leş gibi kokardı. İnsanlar amansızca dans ettikten sonra arka odaya geçer ihtiyaçlarını giderirlerdi. Daha sonra dans etmek isteyen pistte eğlenir, istemeyen giderdi.
Mekanın eski, dar ve ıssız sokağına doğru yürüyordum. Az sonra mekanın tabelasını gördüm. Güvenliksiz, Tanrı'ya emanet olan mekana girdiğimde her zamanki kalabalık ile karşılaştım. Derin bir nefes alıp insanlara takıla takıla ilerledim. İçimdeki o korku hiç geçmeyecek gibiydi. Sadece korku değil aynı zamanda yokluk ve acı hissediyordum. Bu kadar insan kalabalığının arasında bar taburesinde oturan siyah deri montlu bir adam gözüme çarptı. Burada ki tiplere hiç benzemiyordu. Karizmatik bir havası vardı. Mavi gözleri loş ışıkta parlıyordu. Eğlenir gibi bir hali vardı. Mutlu görünüyordu. Benim aksime mutluydu. İnsanları her zaman uzaktan gereksiz bir dikkatle izlerdim. Aynı şeyi bu adama yapmış olacağım ki adam, gözlerini bana çevirdi. Anında kafamı çevirdim ve adımlarımı hızlandırdım. Asıl meseleme döndüm Bulmalıydım. Bir şekilde bulmalıydım.
Pis tuvaletlerin bulunduğu uzun koridoru aşarak arka tarafa doğru geçtim. Ekrem abinin odası buradaydı. Paslı demir kapıyı zorlayarak açtım ve içeri girdim. Ekrem abinin koltuğunda başka biri oturuyordu. Yanına usulca yaklaştım. Beni görünce oturuşunu dikleştirdi ve gözleri adeta hazine bulmuşçasına parladı.
''Burada ne arıyorsun küçük kız?''
''Buraya ne için geliniyorsa,'' gereksiz sorulardan hoşlanmazdım. Ve şuan konuşacak ne halim ne de zamanım vardı.
''Eğlenmek için geliniyor, ama patronun odasında değil. Öyle değil mi?'' diye sordu tek kaşını kaldırarak. Kendimi sorgula çekiliyormuş gibi hissettim. Sorgulanma hissi, hayatıma müdahale ediliyormuş düşüncesini beraberinde getirdi. Ve bu düşünce yüzümü buruşturmama yetti.
''Mal almak için geldim. Ekrem abi İstanbul dışında ve ben kimden almam gerektiğini bilmiyorum,'' diye yanıtladım sorusunu.
Dudaklarımı birbirine bastırarak ısrarla gözlerine bakıyordum.
''Demek öyle... Ne istiyorsun?'' derken kalın kaşlarını kaldırmıştı.
''Eroin.'' Diye yanıt verdim. 'Su istiyorum' der gibi.
Adamın dudakları eğlenircesine kıvrıldı. ''Bu ince vücut onu kaldırabiliyor mu?''
Derin bir nefes aldım. Sabırlı olmalıydım. Ayağımla yerde hafifçe ritim tutarak sakinleşmeye çalıştım. Esmer, oldukça baygın bakan, göbekli, kel adam karşımda benimle eğleniyordu. Ve sabrım tükenmek üzereydi.
''Neden istediğimi vermiyorsun ve ben defolup buradan gitmiyorum?'' diye patladım.
Adam ellerini birleştirdi. Kafasını hafifçe yana eğdi. Diliyle dudaklarını ıslattı ve kollarını sıyırdı.
''Pahalıdır. Ne kadar paran var?''
İşte tam da bu soru, benim sorunumdu. Para. Otuz liram vardı. Başka bir kuruşum yoktu. Bir barda şarkı söyleyerek geçimimi elde ediyordum. Ve haftalığım çoktan bitmişti.
''Ne kadar vermem gerektiğini söyle,'' dedim. Sesim kuru ve kısık çıkmıştı.
''Gramı 40 liradır, kaliteli mal.''
''2 gram yeter,'' dedim yutkunarak.
''Gel içeri geçelim.'' Dedi eliyle, siyah, büyük masanın bitişiğinde duran ahşap kapıyı göstererek.
Adam ayağa kalktı, içeri doğru yürümeye başladı. Bende peşinden usulca takip ettim. İçeriye daha önce girmemiştim. Ekrem abi kendisi hazırlayıp getirirdi. Dar, küf kokan bir odaydı. Korkutucu bir havaya sahipti. Bir koltuk, birkaç dolap, bir sandalye ve bir masa vardı. Adam yere doğru eğildi ve parkeyi kaldırdı. Alttan bir kasa çıkardı. Kasayı masaya koydu. Şifresini girerek zehirleri ortaya çıkardı. Beyaz tozu ölçmek için hassas terazinin yanına koydu. İstediğim ölçüyü elde edince paketledi ve bana doğru döndü.
''Para?'' diye sordu.
''Ekrem abi İstanbul'a dönünce vereceğim,'' dedim göz teması kurmamaya özen göstererek. Sırtımdan bir ter damlası yavaşça belime doğru kaydı. Bütün tüylerim ürpermişti.
''Sen benimle dalga mı geçiyorsun amına koyayım, Paran yoksa ne diye geldin buraya?'' diye tısladı. Benimle dalga geçiyordu.
Adama doğru bir adım attım. Başka çarem kalmamıştı. Son aşamalardaydım. Kriz geliyordu ve katlanacak gücüm yoktu.
''Yemin ediyorum Ekrem abi gelince vereceğim,'' diye yalvarmaya başladı. Elim titriyordu korkudan. ''Ne olursun, o kadar param yok, şimdilik otuz lira vereyim devamını vereceğim,'' gözlerimden yaşlar akmaya başladı. Adamın yüzüne baktım. Mimikleri oynamıyordu. Vermeyecekti. Elimi adamın omzuna koydum ve kafamı yana doğru eğerek yalvaran bakışlar attım. Adamın dudakları kıvrıldı.
''Tamam. Sana bunları ben hediye ediyorum.''
Böyle bir şey yoktu. Eğer istiyorsam bir bedeli olmalıydı. Bir çıkarı yoksa, bu adam, günahını bile vermezdi.
''Nasıl yani?'' diye sordum şansımı deneyerek.
''Şöyle yani,'' derken adamın eli bacağımda dolaşmaya başladı. Dokunuşu karşısında irkildim ve yüzümü tiksintiyle buruşturdum. Eli ağır ağır yukarı çıkartarak belime doğru yok alıyordu. ''Bana belli şekillerde ödeme yapabilirsin, güzelim.''
Daha fazla dayanamayarak dizlerimin üstüne çöktüm ve hıçkırarak ağlamaya başladım. Bunu yapabilir miydim? Ya da bunu da yapabilir miydim? Kendimi satmaya mı başlayacaktım?
Kendimde kalan tek şey, avunabileceğim tek şey, vücudumu satmamış olmamdı. Bu da giderse bir daha toparlayamazdım. Kendimi satma düşüncesi tokat yemiş gibi hissetmeme neden oldu. Yaşamamın bir anlamı yok diye düşünüyordum. Ama vardı. İçimde hala birazcık insanlık kalmıştı. Belki de zamanında bencillik etmeliydim ama artık çok geçti. Bir bağımlıydım ve bu yolda yalnızdım. Ailem bile bana sırtını dönmüştü.
Uyuşturucuya başlama nedenim ailemdi oysaki. Tek başıma kalmıştım, yalnızdım. Bir yandan annemin umursamazlığı diğer yanda babamın doyumsuzluğu, bıkmıştım. Liseyi bitirip üniversite sınavlarına girdim. Elimden geleni yaptım ve yardım almadan bir bölüme yerleştim. Ben evde mutlulukla üniversite kazandığımı söylerken kimse dönüp bakmamıştı bile. Annemin tek cümlesi; 'kocayı oralarda mı bulacaksın, babası kılıklı' olmuştu. Mecburi bir şekilde devlet yurduna yerleştim. Kötü alışkanlıklarım o zamandan itibaren kendini göstermeye başladı. İlk önce sigara, daha sonra alkol derken sonum uyuşturucu oldu. Üniversite ikinci sınıfa geçeceğim yaz, okulların açılmasına bir hafta kala, bir akşam dışarı çıktım. Evde huzurum yoktu. Artık sadece yazları yaşadığım evde değişen bir şey olmamıştı. Hala aynı sorunlar vardı. Sokaklarda nereye gittiğimi bilmeden gezmek hoşuma giderdi. Kalabalık arasında fark edilmeden insanlarla beraber yürüyor, kafamı biraz olsun dağıtıyordum. Kalabalığın peşinden, nereye gittiğim belirsiz, rahatça insanları takip ediyordum. Kalabalığın arttığı eski bir sokağa denk geldim. Birçok insan girip çıkıyordu bu sokağa. Peşlerine takıldım. Tabelası eski püskü olan, ne büyük ne de küçük, bir kafe-bara rastladım. İçimde merak kırıntılarıyla bara girdim. İçerisi leş gibiydi. Gözlerimle etrafı keşfederken sarışın bir kızla göz göze geldim. Biraz daha dikkatle bakınca liseden sınıf arkadaşım Özge olduğunu anladım. Pek konuşmazdık sınıfta, sessiz bir kızdı, benim gibi. Bana el sallıyordu. Şaşırmıştım. Yanına çağıracağını düşünmezdim. Kızın yanına doğru merakla ilerledim. Bana içten bir şekilde gülümsedi.
''Ahsen, burada ne işin var?''
''Dışarıdaydım gördüm ve girdim.'' Buruk bir şekilde gülümsedim.
Şaşırmış gibi bir hali vardı. ''Burada görmeyi en son tahmin edeceğim kişisin.''
Bir süre neden böyle söylediğini düşündüm. Bir neden bulamadım, elbette.
Özge beni arkadaşlarıyla orada tanıştırdı. Alp'le de orada tanışmıştım. -Beni terk eden erkek arkadaşım.- Kısaca sorular soruyorlardı, bende geçiştiren cevaplar veriyordum. Klasik. Daha sonra yanımda oturan esmer kız -Adını hatırlayamıyorum.- Özge'ye kaş göz işareti yaptı. Özge kafasıyla onayladı ve bana doğru yaklaştı.
''Biz biraz eğleneceğiz. Bize katılmak ister misin?''
'Bize katılmak ister misin?' Dört kelime, teklif içeren bir cümle. İstedim. Eğlenmek iyi gelir diye düşünmüştüm. Ev sorun yuvasıydı ve ben bıkmıştım. Biraz eğlenebilirdim. Ama ben eğlence kavramını yanlış anlamıştım. Aklımdan geçen bu değildi.
''Olur, bir işim yok zaten.'' Diye yanıtladım.
Özgenin dudakları kıvrıldı. ''Pekala. İçeri geçelim gençler.''
Her beraber kalabalıktan uzaklaşarak tenha koridorda bulunan kapıya doğru ilerledik. İçeride bir sürü insan deri koltuklara yayılmıştı ve mutlu görünüyorlardı.
Ben insanları incelerken, Özge, yanıma yaklaştı. Uzun sarı saçlarını arkaya doğru attı. Bana nedenini bilmediğim bir şekilde davetkâr bakıyordu.
''Ahsen biz burada farklı bir şekilde eğleniyoruz,'' dedi sırıtarak. ''Belirli şeylerle.''
Bir şey olduğunu anlamıştım ama umursamamıştım. En fazla ne olabilirdi?
''Fark etmez,'' diye fısıldadım umursamaz bir tavırla. Yüzümde duran bir tutan saçı kulağımın arkasına sıkıştırdı ve yüzüne bir gülümseme yayıldı. ''Pekala,'' Dedi ve koluma girdi. ''Haydi, oturalım.''
Deri koltuklardan birine oturduk. Alp elinde bir torbayla geldi. Yanımıza oturdu ve ne yapacağını ancak içindekileri gördükten sonra anladığım torbayı masaya doğru döktü.
Bir kaşığa birazcık beyaz toz gibi bir şey koydu ve biraz da su koydu. Bir ince uçlu bıçak ile beyaz toza azıcık dokundu. Sonra 4-5 damla limon damlattı. Cebinden bir çakmak çıkardı ve masada duran mumu yaktı. Kaşığı üstünde dairesel hareketlerle yavaşça ısıttı. Daha sonra beyaz tozu enjektöre çekti. Üstüne ortalama 1ml.-2ml. kadar su kattı. Sonra Özge'ye baktı. Özge kolunu açtı ve Alp pazu kısmından sıkıca bağladı. Damarının üstüne yavaşça vurdu. Sonra enjektörü yavaşça koluna batırdı. Özge'nin gözlerini yumdu. Ve hafif hafif kasılmaya başladı. Derin nefesler alıyor ve mutlu bir tebessüm ile gözlerini kapatıp açıyordu. Alp, Özge'nin kolunu çözdü ve bana baktı. Hafifçe gülümseyerek kafasını yana eğdi. Siyah gözleri ışıldıyordu.
''Sende ister misin?'' diye sordu. Sesi ifadesizdi ama yüzünde kullanmamı istiyormuş gibi bir ifade vardı.
Ben cevap vermeyince Özge'nin yanından kalktı ve yanıma doğru geldi. Benim tarafıma oturdu. Kulağıma hafifçe yaklaşarak ''Özge şuan dünyanın en mutlu insanlarından.'' Diye fısıldadı.
Ses tonu bir şekilde cazip gelmişti ve ben kullanmak istiyordum. Daha doğrusu mutlu olmak istiyordum. Bir kere denesem ne olurdu ki? Sonuçta bir daha kullanmazdım. Bir zararı yoktu, bir kereden bir şey olmazdı.
''İstiyorum,'' dedim gülümseyerek. Sesim ifadesiz ve kendinden emin çıkmıştı.
Alp gülümseyerek az önce yaptıklarını yeniden yapmaya başladı. İşi bitince bana döndü koluma doğru uzandı, kolumu yavaşça sıyırdı ve bağladı. Damarımın üstüne birkaç kere yavaşça vurdu ve enjektörü damarıma batırdı.
Bir yoğunlaşma hissi kısa süre sonra bütün vücudumu kapladı. Yanıyordum. Ağzım kupkuruydu. Vücudum yanıyordu. Bütün denizleri, gölleri içsem geçmeyecek gibiydi. Midem bulanıyordu. Ama bir yandan da içimde bir keyif hissi vardı. Kendi dünyamdaydım. Kimse bana karışamazdı. Ulaşılmaz ve dokunulmaz hissediyordum.
Alp, ''Rush gerçekleşiyor.'' Diye mırıldandı.
Cevap vermeye yeltendim ama gücüm yoktu sadece bakıyordum ama göremiyordum sanki burada değildim, görünmezdim. İstediğimi yapabilecek güç verilmiş gibi hissediyordum. Tam anlamıyla uçuyordum.
Şimdi ise o günün bedelini ödemem gerekecekti.
Alışmıştım. Ben artık bağımlıydım. Ve bu insanı darmadağın eden yakıcı histen kurtulmak için vücudumu vermem gerekecekti. Verebilir miydim?