Selam!! Bir tık depresiflikten çıktığımız bir bölüm oldu sanırım, neyse bu durumdan çok memnunum Ural'ın üzülmesini istemiyorum eheheh.
Umarım beğenirsiniz, vote vermeyi ve birkaç tanecik yorum yapmayı unutmazsanız sevinirim.
İyi Okumalar!
.
.
.
İhtiyacın olan her şeyi alabilirsin, soluduğum hava dahil
Sahip olduğum her şey senin olsun, ne kaybederim ki?
Bir güne en kötü nasıl başlayabilirdim? Evde ekmek kalmadığını öğrenmek? Aç hissettiğim halde yemek hazırlama halimin olmaması? Gece açık bıraktığım camdan dolayı odamda korktuğum bir böceğin uçuşması? En sevdiğim arkadaşlarımdan birinin ölüm haberinin elime geçmesi? Ev sahibimin eve polislerle girip kiramı ödemediğim için beni kapı dışarı etmesi?
Bugüne kadar bunlardan sadece birini yaşamıştım, beni tanıdığınız süre içinde bunun hangisi olduğunu az çok tahmin edebiliyorsunuzdur. Ama bugün, güne başkasını yaşayarak başladım: Sabahın dokuzunda kapımın açılmasıyla neye uğradığımı şaşırdım, odama giren polisler benim giyinmemi seyrederken ev sahibim de pişkin pişkin gülerek "Kiramı ver demiştim," diyordu. "Bir hafta geçti, hala kira yok. E hani nerede?"
"Fuhuş baskını mı kardeşim bu?" diye çıkıştım ev sahibine. "Vereceğiz dedik kiranı, ne ağladın iki haftadır."
"Üç ay!" diye karşı çıktı. "Üç aydır sonraki hafta vereceğim diyorsun. E hani nerede?"
Bir kere daha nerede olduğunu sorarsa elimden bir kaza çıkacaktı. "Tamam, vereceğim yarın," dedim. "Polislik bir iş yok ortada."
"Her seferinde yarın diyorsun, ama vermiyorsun," dedi Hasan. "E hani nerede?"
Sol kolumdan aldığım kuvveti herifin sağ yanağına savurduğum için on dakika sonra karakolda ifade verirken buldum kendimi. Ev sahibi şikayetçi değildi, ama beni evden çıkartmak konusunda ısrarcıydı. Zaten eşyalı evdi, eşyaların hepsi ona aitti. Sadece giysilerimi bir valize, hatta benim durumumda basit bir sırt çantasına yerleştirmem için bir saat verdi.
Sonuç olarak, karakoldan çıktıktan sonra binaya geri döndüm ve giysilerimi bir çantaya tıktım. Dairemin anahtarlarını ev sahibine teslim ettikten sonra geçen hafta evime dalan kızla karşılaştım. Bana hala iğrenç gözleriyle bakıyor, bir yandan da alt dudağını ısırıyordu. "Koptu," dedim merdivenlerden inerken. "Elinde kalacak dudak şimdi."
"Bu dudakların yeri belli ama, sen istemiyorsun!" diye seslendi arkamdan.
İndiğim merdivenleri geri çıkıp başımı eğip ona baktım ve sırıtarak "Büyüklerinin elini öpersin artık," diye dalga geçtim. "Ama benden sana ekmek çıkmaz."
"Pişman olacaksın benim gibi birini kaybettiğin için."
"Aklımı kaybetmişim, seni kaybettim diye mi ağlayacağım?" Binadan çıkmadan önceki son sözlerim bunlardı.
Sırtımda çanta, zihnimde hiçbir şey, belim ve başımda ağrıyla birlikte açık havada yürümeye başladım. Nereye gideceğimi bilmiyordum, nerede kalacağım hakkında hiçbir fikrim yoktu. Yeni bir daire kiralayacak olsam depozito ve ilk kirayı doğruca vermem gerekiyordu, gel gelelim benim böyle bir imkanım yoktu.
Sokaklar ilginç bir şekilde boştu, bulutlarsa yağmura hazırlanıyor gibiydi. Çirkin kaderime kederlenmişlerdi belli ki. Ben de onlarla ağlamak isterdim ama içimden ağlamak gelmiyordu. Aptal bir neşeyle kapılmıştım nedense, hayatımda hiçbir sorun yokmuş gibi hissediyor ve öyle davranmak istiyordum.
Zırlamak yerine çözüm yolları bulmaya karar verdim.
Bora'yı aradım ve nasıl olduğunu sordum, bir süre konuştuktan sonra sesimin kötü olduğunu söyledi ve bir sıkıntı olup olmadığını sordu. Arama sebebim belliydi, tabii ki bir sorun vardı: "Ne olsun ya," dedim hiçbir şey yokmuş gibi. "Ev sahibi evden attı işte, öyle. Selin nasıl?"
"O nasıl laf öyle?" diye soruverdi merakla. "Ne demek evden attı? Neymiş bahanesi?"
"Üç aydır kira ödemiyormuşum, laflara bak."
"Ödüyor muydun peki?"
"Yok be, ne ödemesi," dedim. "Para mı var da ödeyeyim?"
"Niye bizden istemedin birader," diye çıkıştı sakin bir şekilde. "Yapardık bir şeyler, kaç kişi insanız burada."
"Atı alan Üsküdar' ı geçti," diye yanıtladım. "Uzun lafın kısası, bana kalacak yer lazım. Var mı bildiğin bir yerler?"
"Şimdilik aklıma gelen yok, ama istersen bize gel," dedi. "Ailem ne kadarlığını uygun görür bilmiyorum ama uzatabildiğim kadar uzatırım ben, sana ev bulmadan yollamayız seni."
Bu kadar düşünceli olduğu için sevinmiştim, fakat bir kez olsun kendi başımın çaresine kendim bakmak istiyordum. Düşüneceğimi söyleyip teşekkür ettim ve telefonu kapattım, Selin'i aramaya karar verdim. Belki o birilerini tanıyordur diye düşünüyordum, hala üniversitede olan arkadaşları varsa onlardan biri ev arkadaşı arıyor olabilirdi diye umuyordum. "Nasılsın, Selin?"
"Hangi dağda kurt öldü de telefonun olduğunu hatırladın?" diye dalga geçti dostça takılarak.
"Ölüm yok bu sefer ya," diye yanıtladım. "Evden atıldım bir tek."
"Yuh," derken ses tonu aniden değişti. "Neredesin şu an? Bora almaya geliyorsa söyle beni alıp da gelsin yanına."
"Yok, gelmiyor," dedim elimi sallayarak, sanki beni görebiliyormuş gibi. "Sokakta boş boş yürüyorum. Tanıdığın ve ev arkadaşı arayan birileri var mı diye sana sorayım dedim."
"Ah be Ural," dedi üzgün bir şekilde. "Daha iki hafta önce vardı bir tane ama buldu kendine birini, çok şanssızsın." Şanssızlık, kanıma işlemişti artık: Demek ki suratıma gülmek yerine tükürmeyi tercih etmişti. "Ama emin ol bütün ilanları tek tek araştırıp bulacağım sana bir yer." Duraksadı, sonra devam etti. "Bizde kalmaya ne dersin bir süre?" O da Bora'yla aynı şeyi söyledi. "Bir yer bulana kadar kendi evinmiş gibi kullanabilirsin, annemler bir şey demez."
"Yok, yok – düşünme öyle. Sıkıntı değil." Artık her şeyden bıkmıştım. "Ben bakarım başımın çaresine." Artık yaşamak zor geliyordu. "Siz iyi bakın kendinize, haberleşiriz sonra." Yoldan geçen ilk tırın önüne atlasam ne olurdu ki?
Telefonlar kapandı, ben de sırtımdaki ağır çantayla salak gibi yürümeye devam ettim. Yarım saat sonra bir de baktım ki, eski okulumun olduğu kampüsün ikinci kapısındaydım. En kötü ne olabilir ki? diye geçirdim içimden. Şeytanlar saldıracak değil herhalde.
Kapıdaki güvenliği atlatıp içeri girdim, kampüs boyunca yürüdükten sonra eskiden çok gittiğim ama mezuniyetimden, daha doğrusu son on aydır falan neredeyse hiç uğramadığım yere, Sokak Kafe'ye gitmeye karar verdim.
Girdiğim kapıdan sadece on beş dakika uzaklıktaydı, yürüyerek. Eğer otobüse binseydim iki dakika sonra oradaydım ama uğraşasım yoktu. Bu kaldırımları dövmeyi, yürürken yoluma çıkan yaprakları okşamayı pek bir özlemiştim. Yürümek iyi gelecekti.
Tahmin ettiğim gibi iyi geldi. Bu yolu son yürüdüğümde inanılmaz bir yağmur vardı, şimşekler çakıp geceyi birkaç saniyeliğine güne çeviriyor ve beni korkutuyordu. Neyse ki şimdi her şey güzeldi. Tabii, evsiz oluşum dışında. Onun haricinde her şey iyiydi.
Sokak Kafe'ye oturduğumda çalışanlarının tamamının değiştiğini fark ettim, on ay içinde eskiden beri orada olan herkes gitmiş ve yerlerini başkaları doldurmuştu. Bunlardan çoğu, okula yeni gelen öğrencilerdi ve kafenin tam karşısında Edebiyat Fakültesi olduğu için genelde oranın öğrencileri çalışırdı: Örgün öğretimler, saat beşten sonraki vardiyayı alırdı, öncesini ise sabah saatlerinden akşama kadar ikinci öğretimler alıyordu.
Bunlar önemsiz detaylardı.
Stres, yorgunluk, sırt ve baş ağrısının bana olan tek getirisi, açlık olmuştu. Cüzdanıma gizlice bakıp ne kadarım olduğuna baktığımda temizinden bir ellilik gördüm. İlaç almayı unutmuştum, bu yüzden beklediğimden daha fazla para vardı. Hal böyle olunca, buraya kadar gelmişken, eski günleri yad ederek soslu makarna almaya karar verdim. Zaten en son ne zaman yemek yediğimi düşünürsek benim için çok iyi olacaktı.
On beş dakika sonra yemeğim karşımdaydı. Spagetti olduğu için kaşığı, çatala sardığım makarnayı desteklemek için kullanıyordum. Eskiden bu becerim hiç yoktu, toprak altındaki arkadaşım sayesinde geliştirdiğim bir şeydi. Nasıl bir fark yaratıyordu? Hiç. Makarna, makarnaydı: Avuçlarımla yesem de tadı aynı olurdu herhalde.
Beklemediğimiz şeyler, beklemediğimiz anlarda olurdu. Böyle çirkin bir huyları vardı ve açıkçası bundan çok da memnun değildim. Bu bağlam içinde beklemediğim zaman, ağız tadıyla yemek yiyor oluşumdu. Beklemediğim şeyse benim yemek yediğim kafeye doğru yaklaşan Oğuz'du.
Onu gördüğüm anda öylece kalakaldım; makarnam çatalımda sallanıyor, bense fal taşı gibi açılan gözlerimle Oğuz'u seyrediyordum. Ne düşünmem gerektiğine karar verememiştim, daha birkaç gün önce onu anmıştım ve rüyamda görmüştüm, şimdiyse kanlı canlı bir şekilde karşımdaydı ve beni henüz gördüğünü sanmıyordum.
Görmesini isteyip istemediğimden emin değildim: Ne diyecektim ki? On aydır onu arayıp sormadığım için özür mü dileyecektim? Bahane mi bulacaktım aramadığım için? İletişimimizi kesme sebebi olarak kafayı sıyırıp terapistlerde sürünüşümü mü sunacaktım? Hayır, bunların hiçbirini yapamazdım.
Yanındaki erkeğin yanağına bir öpücük kondurup sonra görüşeceklerini söylediğinde, onun bir arkadaşı olmadığının farkına vardım. Oğuz'un ne zamandır bir erkek arkadaşı vardı ki? Tabii, on aydır görüşmüyorduk: On ay içinde evlenip şehirden ayrılanlar olmuştu, onun erkek arkadaşı olmasına neden şaşırıyordum ki?
Ama asıl panik, sevgilisi yanından ayrıldığında Oğuz'un bana doğru yürümesiyle başladı. Çatalımı düşürüp tabağımın yanındaki peçeteyle ağzımın etrafını, dudaklarımı saran sosu temizledim ve peçeteyi cebime sıkıştırarak ortadan kaldırdım. Bütün bu paniğin sebebi, aylardır konuşmuyor oluşumuza dair bir yalan uydurmayı hiç düşünmeyiş oluşumdu. Eskiden o kadar yakınken bazı şeylerden dolayı konuşmayı kesmiş ve ondan uzaklaşmıştım. Bunu dillendirebilecek kadar cesaretli değildim şu an ama onun karşısına geçip hiçbir şey olmamış gibi davranamazdım. Şimdiyse bana doğru geliyordu ve ben hala bir bahane bulamayışın korkusuyla heyecanlanmıştım.
Aniden yanımdan geçti ve kafenin içine girdi, tezgahın önünde beklemeye başladı. Biri geldiğinde bir şeyler konuştular, garson adam Oğuz'un adını bir bardağa yazdı ve siparişini aldı. Uzun zamandır midesine doğru düzgün yemek yemeyen ben, hızlıca yemeğimi yemeye başladım – buna para vermiştim, çöpe atamazdım. Oğuz siparişini alana kadar yemeğimi yiyecek, buradan arazi olacaktım.
Ama doğruyu söylemem gerekiyordu ki, onunla geçirdiğim zamanı özlemiştim. Bu yüzden, ortalıktan kaybolduktan sonra, birbirimizi göremeyeceğimizden emin olduğum bir yere gittiğimde onu aramaya karar verdim. Bunu yapana kadar bir bahane çoktan bulmuş olurdum, ya da gerçekleri söylerdim ve aylardır kendimi herkesten soyutladığım için onu da çevremden uzaklaştırdığımı anlatırdım.
Yemeğim bitti.
Topuklamak için çantamı sırtlanıp ayağa kalktım ve yavaş adımlarla, dikkati üzerime çekmeden uzaklaşmaya başladım. Tam kafeden çıkıyordum ki bana arkadan çarpan birinin elindeki kahveyi üzerime boşaltmasıyla öylece kalakaldım, canım acıyordu ama bağırmamayı tercih etmiştim.
Bana çarpan kişi ardı ardına özürler dilemeye ve yan masadan aldığı peçeteyle üzerimdeki kahveyi temizlemeye başladı. Ona sorun olmadığını, yanmadığımı anlatmaya çalıştığım sırada yüzüne bakma gereksinimi duymamıştım. Ta ki hareket etmeyi bırakıp, şaşkın bir ses tonuyla "Ural?" diyene dek.
Bakışlarımı kaldırıp bana çarpan kişinin gözlerinin içine baktım: "Oğuz."
"Hala buradasın."
Ne diyeceğimi bilemediğim için yüzüme şaşkınlığımı ve acımı gizleyen yapmacık bir gülümseme yerleştirdim. Konuşmayacağımı anladığında devam etti.
"Bunca zaman sonra seni görmeyi beklediğim son yer burasıydı." Nasıl bir ses tonu takındığını anlayamıyordum, hislerini gizlemekte epey başarılıydı. Benden nefret mi ediyordu? Ben olsam benden nefret ederdim. Beni özlemiş miydi? Ben olsam özlemezdim. Tekrar arkadaşı olmamı isteyecek miydi? Açıkçası istemezdim. Yoksa suratımın ortasına bir yumruk attıktan sonra siktir çekip postalayacak mıydı? Yapması gereken bir şeydi sanırım.
"İnanır mısın," dedim bayat bir gülümsemeyle. "Benim de."
"Hangi rüzgar attı seni buraya?"
"Eskileri yad etmek istedim." Ben bir salaktım.
"Buna karar verip beni arama zahmetine girmedin mi?" Sesinde kırgınlık vardı, epeydir bana bozulmuş gibiydi. Ona hak veriyordum, ben olsam ben de bana kırılırdım. Ama ben yumruğumu da esirgemezdim, orası ayrı bir bağlama giriyordu. Kendimi dövmek istemem çok mu belli oluyordu?
"Başımdan geçenleri bilsen, sen de bana hak verirdin," diyebildim: Yalan değildi, değil mi? Aylardır uğraştığım şeyler deli saçması işlerdi, şimdiye kadar ölmemiş olmamsa kocaman bir mucize.
"Vaktim var," dedi aniden.
"Neye?" diye sordum beklemediğim cevabına karşılık olarak.
"Başından geçenleri dinlemek için," diye tamamladı kendi lafını. "Vaktim var. Tabii, senin de varsa. Yoksa..."
Yediğim yürek nereden gelmişti bilmiyordum, ancak Oğuz'un yoksa deyişi, alternatif bir sonuçtan bahsedecek olmasına karşı birdenbire "Bu sefer ortadan kaybolmak yok," deyiverdim. "Söz.
.
.
.
.
.
AYAYAYA SONUNDA DİĞER KARAKTERİMİZ DE GELDİ! Çok bir şey bahsedemedim ama bu bölümden sonra artık her şey başlamış oluyor. Sabredip okuyan ve destek olan herkese teşekkür ederim,,,,, seviyorum hepinizi <33