MUKADDERAT

By yagmurunhikayeleri

1M 59.8K 33.1K

Gökalp mahallesinde satırlara dökülen aşkların hız kesmeden devam etmesinin hemen ardından... Yıllar yılı iç... More

1. Bölüm: Dönüş
2. Bölüm: Pranga
Duyuru | Yaş ve Anlatım
3. Bölüm: Kasımpaşalı
4. Bölüm: Umut
5. Bölüm: Aşk
6. Bölüm: Hikâye
7. Bölüm: Porselen Bebek
8. Bölüm: Ev
9. Bölüm: Yağmur
10. Bölüm: Yeşil
11. Bölüm: Aile
12. Bölüm: Olay
Duyuru | Şarkı Listesi
13. Bölüm: Tehdit
14. Bölüm: Emanet
15. Bölüm: Tesadüf
16. Bölüm: Sevgili
17. Bölüm: Hisler
18. Bölüm: Vazgeçmek
19. Bölüm: İnanmak
20. Bölüm: Deniz
21. Bölüm: Okul
22. Bölüm: Teselli | kısım 1
23. Bölüm: Teselli | kısım 2
24. Bölüm: Kanlılar
25. Bölüm: Kıskançlık
26. Bölüm: Gerçek
27. Bölüm: Bela
28. Bölüm: Yalan
29. Bölüm: Sır
30. Bölüm: Olmaz
31. Bölüm: Yalvarmak
32. Bölüm: Değer
33. Bölüm: Son Şans
34. Bölüm: Hata
35. Bölüm: Kazak
36. Bölüm: Yıkım
37. Bölüm: Hasta
38. Bölüm: Zarf
39. Bölüm: Yalnız
40. Bölüm: Yüzleşme
41. Bölüm: Zaman
42. Bölüm: Heyecan
43. Bölüm: Komedi
44. Bölüm: Oyun
45. Bölüm: Doğru
47. Bölüm: Belirsizlik
48. Bölüm: Teslimiyet
49. Bölüm: Yara
50. Bölüm: Beyaz
51. Bölüm: Gurur
52. Bölüm: İz
53. Bölüm: Eser
54. Bölüm: Çamur
55. Bölüm: Yeni Başlangıçlar
56. Bölüm: Özgürlük
57. Bölüm: Kara Sevda
58. Bölüm: Sabır
59. Bölüm: Mukadderat | Final
Mukadderat, Son Sözler.

46. Bölüm: Kavga

11K 880 451
By yagmurunhikayeleri

Keyifli Okumalar! 

***

Nisan, 2013

Lise hayatımın bitmesine iki aydan daha az bir süre kalmıştı. Dönemin ikinci -yani son- sınavları çoktan başlamıştı ve ben canımı dişime takarak hem son sınavlara hem de üniversite sınavlarına çalışıyordum fakat üniversite için çalışmalarımdan pek verim aldığım söylenemezdi. Bu yüzden mezuna kalmayı düşünüyordum.

Zorlu geçen bir İngilizce sınavı sonrası hava almak için dışarı çıktım. Teneffüse daha on dakika vardı ama dersin hocası dışarı çıkmama müsaade etmişti. Okulun bahçesindeki banklardan birine oturdum ve sınavımın olası sonuçlarını hesapladım. Boş geçtiğim soru yoktu ama sırf dolu gözüksün diye saçmaladığım çok soru vardı. Hoca bile sınav kâğıdımı okurken nereye ne not vereceğini şaşırabilirdi. En iyi ihtimalle seksen, en kötü ihtimalle elli alırdım sanırım.

Artık bahar kendini iyiden iyiye hissettirmeye başlamıştı. Güneş gökyüzünde sıcacık yüzüyle gülümsüyor, arada tatlı bir meltem saçlarımı okşayıp geçiyordu. Kışı seviyordum ama itiraf etmek gerekirse yazı da özlemiştim. Şöyle bir havalar ısınsa ve ben de tatil yapmak için memleketime gitsem harika olurdu. Yazın en çok bu kısmını seviyordum işte; deniz, kum, güneş ve Ege...

Bu aralar hayatım aşırı sıkıcı geçiyordu. Şu son aylarda karıştığım tek olay yine Mert'i, ettiği bir kavgadan ayırmaktı. Üstelik Mert de artık eskisi kavga etmiyordu ama bunun bir nedeni vardı. Çalışıyordu. Hatta işinden başını bile kaldıramıyor olmalıydı çünkü onu en son iki hafta önce görmüştüm, o da yalnızca bir defaya mahsus olmuştu. Sonrasında görmek için her şeyi yapsam da onu bir türlü boş yakalayamamıştım. Hatta dün de görmüştüm ama sadece arkasından... Açık konuşmak gerekirse onu çok özlemiştim. Acaba o da beni özlemiş miydi? Gerçi özleyen insan özlemini gidermek için çabalardı ama o bir kez olsun bunu yapmamıştı. Çalıştığını bilmesem buradan kaçtığını düşünecektim.

Öte yandan Mert'in ablası, kocasının ölümünden sonra küçük oğluyla beraber babasının evine gelmişti, artık onlarla yaşıyordu. Hal böyle olunca Mert'in üzerine çok büyük bir sorumluluk binmişti. Babasının emeklisi dışında evi geçindiren tek kişi Mert'ti. Bir de bazen Mihrimah teyze yaptığı el işlerini satıyordu, özellikle mahallede evlenecek olan kızlar ondan mutlaka çeyizlik birkaç parça şey alıyorlardı. Ailecek mahallede kapalı bir kutu gibiydiler. Herkes bunda Şahin'in ölümünün bir payı olduğunu düşünüyordu -ki normaldi, çünkü bu sarsıcı bir olaydı- fakat ben geçim sıkıntısı çektiklerini düşünüyordum.

Mert, ben onu tanımadan önce çalışıyor muydu bilmiyordum ama ben onu tanıdıktan sonra uzun bir süre çalışmadığını biliyordum. Çalışmamasının sebebini çok uzaklarda aramamak lazımdı çünkü Mert'in mezun olmasının üzerinden en fazla iki yıl geçmiş olmalıydı. İş tecrübesi olmayan insanların da tecrübesi olanlara göre iş bulma şansı her zaman daha düşük olurdu. Bence Mert tam da bu yüzden yüksek lisans yapmaya karar vermişti. Böylelikle bir yandan iş arayacak, diğer yandan da boş kalan günlerini kendi lehinde değerlendirecekti. En son doğum gününde iş görüşmesine gittiğini biliyordum, sonrasını bilmesem bile hatırladığım o son iş görüşmesinden pek bir şey çıkmadığı belliydi, çünkü Mert o günden sonra da çalışmamıştı. Bu zamana kadar çalışmasa da bir şekilde idare etmişti fakat ablası ve yeğeninin gelmesiyle yumurta kapıya dayanınca alelacele bir iş bulmuştu. Aksi halde küçük yeğenine bakmakta daha çok zorlanacaktı.

Her ne kadar işin iç yüzünü bilmesem de mantık yürüttüğümde bu sonuçları elde ediyordum, yani az evvel bahsettiklerimin çoğu sadece birer tahminden ibaretti. Ne yazık ki tahmin yürütmekten başka şansım da yoktu çünkü başta da dediğim üzere, Arslan ailesi mahallede tam bir kapalı kutu gibiydi. Ne yaşıyor olduklarını bilen yoktu. Sadece yaşadıklarını biliyorduk, o kadar. Belki biliyorsa Mert'in en yakın arkadaşları bir şeyler biliyordu ama onlar da bildiklerini başkalarına anlatacak değillerdi. Ben de fırsatını bulduğum an Mert'ten bir şeyler öğrenebilmeyi kafama koymuştum.

Düşünceler içinde bankta tek başıma oturmaya devam ederken teneffüs zilinin melodik sesi kulaklarımı doldurdu. Sıkılmıştım tek başıma oturmaktan. Hemen Barış'la Akgün'e bulunduğum yeri belirten bir mesaj attım. Bu teneffüs on dakika sürecekti, ben de on dakikayı burada kös kös oturarak geçirmek istemiyordum.

Birden, "Meryem!" diye bana seslenildiğini duydum. Kimin seslendiğini görebilmek için etrafıma bakındım fakat aradığımı bulamadım. Tam seslenilen kişinin başka Meryem olduğunu düşünecektim ki, "Meryem buradayım, çıkış kapısında!" diye seslendi yine aynı kişi. Başımı çevirip okulun dış kapısının bulunduğu yere baktım. Bu Berkay'dı.

Kaşlarımı çatarak Berkay'a baktığımda bana eliyle yanına gelmemi işaret etti ama dediğini yapacak değildim. Bana yaşattıklarından sonra bir de hâlâ yüzsüz yüzsüz karşıma çıkıyor, benimle konuşabileceğini sanıyordu. Omuz silkerek ona, yanına gelmeyeceğimi belirttim. Her zamanki gibi ısrar etti lakin bu kez ben de onun yanına gitmemekte kararlıydım. Bu kararlılığımı fark etmiş olsa gerek en sonunda ısrarını kesti ve kendisi ayağıma geldi. Ah, onu reddederken niyetim yanıma gelmesini sağlamak değildi!

"Ne işin var senin burada," diyerek öfkeyle ayaklandım. "Berkay seni daha kaç kez reddetmem gerekiyor, söyler misin?"

Elini mahcupça ensesine götürdü, "Söz veriyorum, çok kısa bir şey söyleyip gideceğim. Zaten ondan sonra beni bir daha görmeyeceksin. O yüzden lütfen son kez beni dinle."

Söylediklerine şaşırsam da bunu çaktırmamayı başarmıştım ve aksi gibi ne söyleyeceğini merak etmiştim. Bu yüzden ona, söyleyeceğini söylemesi için müsaade etmeye karar verdim, "Beş dakikaya derse gireceğim. Ne söyleyeceksen bir an önce söyle ve git."

Derin bir nefes alıp verdikten sonra, "Teşekkür ederim." dedi bana. Berkay... Bana... Teşekkür etti... Bana... Bana teşekkür etti. Ha? Sanırım bu bir çeşit rüyaydı. Çünkü onda nezaketin n'si bile bulunmazdı. Onun stili genelde bir şeyleri zorla yapmak ya da yaptırmak olduğundan teşekkür etmesi -en azından bana teşekkür etmesi- çok enteresan bir olaydı. Bu kez beni gerçekten çok şaşırtmıştı.

Ben bu zamansız teşekkürü sindirmeye çalışırken Berkay konuşmasını sürdürdü, "Fark etmişsindir belki, uzun zamandır yoktum."

İmayla, "Fark etmez olur muyum hiç," dedim ve ekledim. "Huzurum her zamankinden daha fazlaydı."

Gözlerini devirse de aksi bir şey söylemedi, sadece son konuşmasının ucundan tutup devam etti, "Yokluğumun sebebi memleketime gitmiş olmamdı, belki bunu da duymuşsundur bilmiyorum. Birkaç ay önce dedem vefat etti."

Sıkıntıyla iç geçirdim, "Başın sağ olsun."

Başını onaylar biçimde salladı, "Sağ ol. Dedem vefat edince oradaki işler de öylece kaldı. O yüzden buradan taşınıyoruz. Bir hafta içinde Erzurum'da olmamız gerekiyor."

"Peki," dedim bu anlamsız konuşmanın bitmesi için bir hamle yaparak. "Bütün bunları bana neden anlatıyorsun, Berkay?"

Berkay başını hafifçe eğdi ve "Sana karşı çok mahcubum Meryem," dedi. "Sana çok kötü şeyler yaşattım. Patlama noktam da Ekrem'in seni benim yüzümden dövmesi oldu. Yaptığım şeyden sonra pişmanlık duysam da iş işten geçmişti. İnanmayacaksın belki ama günlerce duyduğum bu pişmanlığın ateşiyle yandım. Geç de olsa anladım ki zorla güzellik olmuyor..." Başını kaldırdı ve kısa bir yutkunmanın ardından devam etti. "Sana yaşattığım her şey için özür dilerim. Bunun yetmeyeceğini biliyorum ama elimden daha fazlası gelmiyor. Gitmeden önce senden beni affetmeni istiyorum. Lütfen hakkını helal et. Yoksa başka türlü rahatlayamayacağım."

Berkay'ın samimiyetine inanmak gelmiyordu içimden. Evet, pişmanlığı yüzünden okunuyordu ama bu yeterli değildi. Onun yüzünden ağabeyim beni dayaktan hastanelik etmişti, hatta elinden kaçmasam belki de öldürecekti. Sırf kendisiyle olmuyorum diye beni göz göre göre harcamıştı, hem de sevdiğini iddia ederek! Hal böyleyken nasıl benden kendisini kolaylıkla affetmemi bekleyebilirdi?

Bu kez derin bir nefes alıp veren kişi bendim, "Bak Berkay. Yaptıklarından pişman olmuş olabilirsin -ki bu oldukça güzel bir gelişme, seni takdir ettim. Ama gelip de benden özür dilemen veya bana 'beni affet' demen hiçbir şeyi değiştirmeyecek. Bunlar kolayca unutulabilecek şeyler değil."

"Biliyorum, biliyorum... Ne desen haklısın. Senden tek isteğim bana hakkını helal etmen."

"İstediğin şey en zoru, bunu biliyorsun değil mi?"

Başını onaylar biçimde salladı, "Evet ama... Hiç mi bir şans yok?"

Normalde bu tarz şeylere pek önem vermezdim. Yani birisi benden helallik isterse 'aman, vermediğim helalliği mezara götürüp de ne yapacağım' der ve kim olursa olsun ona istediğini verirdim. Ama bu kez durum farklıydı. Berkay bana resmen iftira atmıştı ve ben bu iftiranın bedelini çok ağır ödemiştim. O yüzden o da bir bedel ödemeliydi ve benim, bunun için çok güzel bir fikrim vardı.

"Aslında bir şans var," diye konuşmaya başladığımda, Berkay'ın gözlerinde anında umut ışıkları yandı ama o ışıkların sönmesi çok uzun sürmeyecekti. "Şans var ama sen o şansın hangi yöne döndüğünü bilmeyeceksin."

Kaşlarını çattı, "Nasıl yani?"

"Şöyle ki, şu an sana hakkımı helal etmiş de olabilirim, etmemiş de. Ve sen buna hiçbir zaman kesin bir cevap alamayacaksın."

Sıkıntıyla iç geçirirken öylece yüzüme baktı, "Peki neden?"

"Bunu, bana yaptıkların için küçük bir bedel olarak düşün."

"Ama..." Sözünü kestim.

"Daha fazla konuşmaya gerek yok. Beş dakikan çoktan doldu ve müsaade edersen," ileriden yanıma doğru gelen Barış ve Akgün'ü gösterdim. "Arkadaşlarımla vakit geçirmek istiyorum. Ve benden sana ufak bir tavsiye; kim olursa olsun ve sana ne yapmış olursa olsun, bir insana asla iftira atma." Gitmeden önce son kez gözlerinin içine baktım, kötü görünüyordu ama bunu hak etmişti.

"Hoşça kal Berkay."

Daha sonra önünden geçtim ve onu arkamda bırakıp hızlı adımlarla arkadaşlarımın yanına doğru yöneldim. Ona gerçekten hakkımı helal edip etmediğime ise elbet bir gün karar verirdim.

***

Ertesi gün okuldan çıkar çıkmaz kendimi eve atmıştım. Bunu yapmamın sebebi yarın iki tane sınavımın olmasıydı. Sabah ilk derste matematik sınavına girecektim, öğlen son derste de edebiyat sınavına girecektim. Edebiyatı okulda çalışarak bile hallederdim ama matematik için aynı şey geçerli değildi, çünkü çalışmak için yeterli zaman yoktu.

Eve girdiğimde ilk olarak kıyafetlerimi değiştirmiş, devamında da sağlam kafayla ders çalışabilmek için bir şeyler yemiştim. Daha sonra vakit kaybetmeden sınavda çıkacak olan matematik konularına kısaca bir göz atmıştım. Toplamda beş konudan sorumluydum ve konulardan sadece bir tanesi benim için kolaydı. Geriye kalan dördü hakkındaysa hiçbir fikrim yoktu.

Yaklaşık üç saat -arada on dakikalık molalarla- matematik çalıştım. Konu anlatımlarını yalayıp yuttum, test kitaplarını silgimle adeta aşındırdım. Buna rağmen ancak bir konu bitirebilmiştim. Ah, ders çalışmayı son güne bırakırsam olacağı buydu. Anladığımı sandığım sorularda bile çuvallarken dehşet içindeydim. Kesinlikle sınavdan kalacaktım. Okuldan matematik sorularını çalmadığım sürece bu dersten geçmem imkânsızdı. Üstelik yardım alabileceğim tek kişiye de şu an için ulaşamazdım.

Oflaya puflaya elimdeki kalemi kitabın üzerine çarptım ve ayağa kalktım. Elimden hiçbir şey gelmemesinden nefret ediyordum! Pencereye doğru ilerleyip camı açtım, biraz hava almaya ihtiyacım vardı. Belki bu sayede beynime biraz oksijen giderdi de ben de takıldığım soruları çözebilirdim. Zira artık oksijenden bile medet umacak hale gelmiştim. Kafamı açık camdan dışarı çıkardım ve bir süre ılık rüzgârın akıntısına bıraktım kendimi. Hava mis gibiydi. Bu havada gezmek varken evde ders çalışmak kadar berbat bir şey yoktu.

Başımı indirip gözlerimi aşağıda gezdirdim. Mahalleyi çocuk sesleri inletiyordu ve etraf bir hayli kalabalıktı. Herkes havanın güzelliğinden istifade ederek kendini dışarı atmıştı. En iyisini de yapmışlardı. İnsanlar benim gibi beş matematik konusunu son güne bırakmıyordu ki!

Kendi kendime lanetler yağdırdığım sırada birden dikkatimi, köşeden dönerek sokağa giren adam çekti. Mert... Şaşkınlıkla gözlerimi kırpıştırdım. Mert buradaydı, hem de bu saatte! Buna inanamıyordum! Derdimin dermanı mucizevi bir şekilde ayağıma gelmişti, iyi mi...

Kısa bir süre ne yaptığını izledim. Sonuçta geldiği gibi gidebilirdi de. O yüzden kalıp kalmayacağından emin olmalıydım. Sokağa girdikten sonra köşe başında durdu ve tanıdık birkaç adamla konuşmaya başladı. Ne konuştuklarını buradan anlayabilmem imkânsızdı ama Mert'in orada oyalanması iyiye işaret olabilirdi. Mesela şimdi elimde kitap ve kalemle dışarı fırlasam ve onun yakalarına yapışsam ne yapabilirdi ki? Ah, bunu kesinlikle yapacaktım!

Bir an, buradan ayrılır ayrılmaz sokağa kaç saniyede çıkabileceğimi hesaplamak istemiştim fakat matematiğim o kadar kötüydü ki bunu bile yapamamıştım. Benim elde ettiğim sonuç beş saniyeydi lakin kitabımı alıp camdan atlasam -atladıktan sonra yaşayacağımı varsayalım- bile onun yanına gitmem beş saniyeden daha uzun sürerdi. Bütün bu saçmalıklarla uğraşmak yerine harekete geçmeye karar verip pencereyi kapattım ve gerekli malzemelerimi alıp odadan çıktım.

Hırkamı üzerime takarken, "Anne," diye seslendim içeriye doğru. "Ben kütüphaneye gidiyorum!"

"Tamam kızım, çok geç kalma!"

"Olur!"

Vakit kaybetmeden ayakkabılarımı da giyindim, kapıyı açtım ve evden çıktım. Merdivenlerden inerken hızım bir jetle yarışabilirdi. Hatta bir ara ayağım takıldığı için yüz üstü yere yapışacak gibi olmuştum ama neyse ki kendimi son anda kurtarabilmiştim. Son basamaktan inip kısa sürede binadan çıktığımda nefes nefeseydim. Durdum ve elimi göğsüme koyarak biraz soluklandım. Mert'in yanına varamadan nefessizlikten ölmek istemezdim ne de olsa.

Bahçe kapısını açıp sokağa çıktığımda Mert'i bu kez olduğu yerde değil, daha farklı bir yerde, kendi evinin binasının önünde gördüm. Yalnızdı, yüzü binanın girişine doğru dönüktü ve telefonuyla uğraşıyordu. Sırıtarak adımlarımı ona doğru yönelttim. Gittiğim yolun ona varması için sabırsızlanıyordum!

Kim derdi ki günün birinde aramızın hiçbir zaman iyi olmadığı -daha doğrusu olamadığı- matematik, kalbimi bir adamın kalbine yaklaştırsın... Mert'e yaklaşabilmek için fırsatçılıkta bir dünya markası olabilirdim. Bu ilk fırsatçılığım değildi elbette ama sanki ilk kez yapacakmışım gibi heyecanlıydım. Çünkü onu çok özlemiştim. Böylelikle hem zorlandığım konuları öğrenmiş olacak hem de özlemimi gidermiş olacaktım. Ona azıcık bile sataşsam yeterdi.

İçimdeki heyecanı bastırabilmek adına derin bir nefes alıp verdikten sonra, yanına gitmeme birkaç adım kala elimi ağzıma götürüp büyük bir ıslık çaldım. Mahalle ıslığımdan çıkan tiz sesle adeta inlerken Mert, irkilerek arkasını döndü ve şaşkın yeşillerini üzerimde gezdirdi. Ah, gözleri her zamanki gibi beni mest etmişti. Şu gözleri nüfusuma geçirmenin kolay bir yolu olsaydı eğer bir dakika bile durmazdım. Gerçi Mert'in beni nüfusuna geçirmesini istemek de seçeneklerimin arasındaydı. Yanına gidip matematik anlatmasını istemek yerine 'soyadını soyadım yapmanın yollarını anlatır mısın' diyebilmeyi ne çok isterdim. Neyse, bir gün bu hayaller de gerçek olurdu elbet. Yani, umarım... Ama şimdilik ona matematik sormam yeterliydi. En azından beni bu konuda ciddiye alacağından emindim.

"Sıkıntılı mısın Meryem?"

"Ne alakası var?"

"Yolun ortasında dikilip otuz iki diş sırıtarak bir saattir bana bakıyordun da ondan sordum."

"Hadi ya," dedim bozuntuya vermemeye çalışarak. "Bir saat oldu mu ki?"

"Olmadıysa bile olmak üzereydi."

Omuz silkerek, "Olabilir insanlık hali." diye kısa ve basit bir açıklama yaptım ona. Ardından yüzümde yeni bir sırıtış belirdi ve üç adım atarak Mert'le aramızdaki mesafeyi kapattım. "N'aber?"

Kaşlarını çattı fakat bu, öfkeden yoksundu. Daha çok 'bu kız ne yapmaya çalışıyor' der gibi kaşlarını çatmıştı. Sonrasında ne düşünmüştü bilmiyordum ama başını hafifçe yana doğru eğdi, diliyle dudaklarını ıslattı ve az evvel çattığı kaşlarını bu kez merakla havaya kaldırdı. Bir adamın her hareketi mi çekici olurdu ya...

"Ne istiyorsun Meryem?" Ne istiyorsun Meryem, mi? Ayı herif!

Ondan 'sen gelmeden önce her şey kötüydü ama sen geldikten sonra bütün kötülükleri unuttum, gönlümün kraliçesi' demesini beklemiyordum tabii ama en azından sorduğum soruya cevap vermesini beklerdim. Elinin körünü istiyorum, deme isteğimi bastırarak, "Azıcık daha insani olmanı rica edecektim." deyip lafı gediğine yapıştırdım. Ben onun yüz vermeyip de peşinde köpek ettiği kızlara benzemezdim. Seviyoruz diye de kendimizi ezdirecek değildik çok şükür!

"Bunun için mi yanıma geldin yani?"

"Hayır ama 'ne istiyorsun Meryem' diye insanlık dışı bir tepki alınca doğal olarak bunu söyledim. Kimim ben? Düşmanın falan mı? Oldu olacak yanına geldim diye beni dövseydin!"

Gözlerini devirerek, "Of yine ne saçmalıyorsun sen ya," dedi ve inler gibi bir ses çıkardı. "İşin gücün çene yapmak! Şu lanet çenen bir türlü formunu kaybetmiyor, bir kez olsun kaybetse de kurtulsak!"

"Senin nemrutluğun formunu kaybetmediği sürece benim çenem her zaman formunda olacak," dedim omzuna dostane bir tavırla dokunarak. "Sen hiç merak etme."

"Etrafta benim nemrutluğumu dert eden tek kişi de sensin! Boş konuşma kizum da! Ne diyecek de."

Elimdeki kitabı öfkeden neredeyse savururcasına ona gösterdim ve "Bana yarına kadar matematik öğretmen gerek," dedim. "Saatlerdir iki âşık gibi bakışıyoruz kitabın içerisindeki problemlerle... Bu aşka ancak sen son verebilirsin."

Mert, yaptığım bu benzetmeye seslice güldü. Gülerken ortaya çıkan gamzelerine yoldan geçen iki kadın dik dik bakmıştı ve bu, içimdeki kıskançlığın aniden kabarmasına sebep olmuştu. Az daha elimdekileri kadınlara fırlatacaktım.

"Bence matematik problemlerinin sana âşık olarak başına bir problem daha almak isteyeceğini sanmıyorum. Hayatlarının hatasını yaparlar."

Yüzümü buruşturarak, "Aman ne komik!" diye çıkıştım. "Sen espri yapma lütfen ya! Beceremiyorsun çünkü. Sadece bildiğin işi yap, mesela matematiği."

"Yavaş..." Dedi kelimenin sonundaki a harfini gereğinden fazla uzatarak. "Ne yapıp ne yapmayacağımı sana mı soracağım? Yürek mi yedin kızım sen?"

Kendimi sanki bir prensesmişim gibi -ki zaten öyleyim- ellerimle, oldukça naif bir biçimde baştan başlayıp aşağıya kadar gösterdim, "Ben zaten doğuştan yürekliyim, yürek yememe gerek yok ki."

Bunun üzerine kaşlarını öfkeyle çatan adam, "Yardım etmiyorum ulan!" diye çıkıştı. "Kitabı aç, oku ve anla! Hepsini kendin yap! Madem yüreklisin, o yürek matematiği anlamana da yeter!"

İşte şimdi gerçekten işin yaştı. Çünkü bu konuda bana en iyi yardımı ancak Mert yapabilirdi. Bu kez gururumu yok sayıp geri vites yapmam gerekecekti ve saniyeler sonra tam da bunu yaptım.

"Düşündüm de..." dedim gerçekten düşünüyormuş gibi yaparak. "Aslında o kadar da yürekli değilmişim." Gülümsedim. "Lütfen bana yardım eder misin?" O an ona köpek yavrusu bakışları atmayı bile denedim ama yeşil gözleri kesin ve netti. "Ya ne olur yardım etsen? Bana senden başka kimse yardım edemez."

"Onu bana artistlik yaslamadan önce düşünecektin, porselen bebek. Şimdi git ve başka yerde ağla."

Bu kez de "Ama," deyip yapıştım koluna. "Ya bak özür dilerim tamam mı?" Yeşil gözlerinin yağını yiyeyim, desem onu ikna edebilir miydim acaba? Ah, elbette hayır!

Başını iki yana sallayarak, "Git başka birini bul kendine," dedi ve kolunu benden kurtardı. "Sana daha güler yüzlü biri yardım etsin. Nasıl olsa ben insanlıktan nasibini alamamış, espri yapmayı beceremeyen, nemrut bir adamın tekiyim!"

"Ya sen buna mı alındın Allah aşkına," dedim az evvel benden kurtardığı koluna girerek. "Vallahi şaka yapmıştım ben. Yoksa sen bu dünyada gördüğüm en insan, en espritüel, en sempatik, en yakışıklı adamsın! Hatta adam gibi adamsın!"

Başını geriye atarak hoş bir şekilde güldükten sonra eğilip yüzüme baktı, "Bakıyorum birden yüz seksen derece döndün?"

"A-aa," dedim gözlerimi büyüterek. "Ne alakası var? Ben ve dönmek? Aşk olsun. Ben sana her zaman bunları söylüyorum."

"Peki ben neden duymuyorum?"

Kocaman sırıttım, "Bunun için kulaklarını temizletmeni öneririm. Daha kaba tabirle 'sağırsın' demek isterdim ama..." Üç kere cık sesi çıkarmamın ardından devam ettim. "Ben seninle asla kaba konuşmam."

"Meryem gider misin başımdan artık?"

"Kırk yıl başının etini yerim ki," dedim omuz silkerek. "Bana ne! Ömrün boyunca bu yaptığını başına kakarım! Kurtulamazsın benden!"

Hırsla kollarını açan Mert, "Sen kurtulabiliyor musun zaten anasını satayım," dedi hiddetle. "Dört bir yanımda sen varsın!"

Gözlerimi devirdim, "Aynı mahallede olduğumuzu hatırlatırım. O yüzden dört bir yanda beni görmen absürt değil..." Derin bir nefes alıp vererek yeniden yalvarma moduna geçtim. "Lütfen yardım et bana! Bak eğer sınavdan geçemezsem liseden mezun olamam! Ya ne olur şu gariban lise talebesine yardım etsen?"

Çok kısacık bir an pes edecek gibi oldu. Sonrasında ne düşünmüştü bilmiyordum ama inadını yeniden kuşanarak, "Etmiyorum yardım falan!" deyip restini çekti. "Bu konu burada kapanmıştır!"

"Öyle mi, Kasımpaşalı?"

"Öyle, Egeli."

Başımı tehditkâr bir biçimde bir aşağı bir yukarı salladım, "Elime düşersin sen ama bir gün."

"O güne daha çok var," dedi elini rastgele bir yere savurarak. "O yüzden hadi başka kapıya! Bir dahaki sefere benimle çene yarıştırmadan önce kırk kez düşünürsün artık!"

Şu andan itibaren bir karar almıştım. Mert beni her öfkeden deliye çevirdiğinde ona 'ağabey' diye hitap edecektim. Çünkü ona olan öfkemi ancak bu iğrenç kelimeyle yansıtabiliyordum.

Sanki kendisine hakaret ediyormuşum gibi sert bir üslupla, "Alacağın olsun Mert ağabey!" dedim. Buna şaşırdı ama bir şey demedi. Dese de zaten onu dinleyecek değildim. Elimdeki kitabı suyunu çıkarırcasına sıkarken ona arkamı döndüm ve adeta yeri titreten adımlarımla yanından uzaklaştım. Şerefsiz herif! Yardım etse ölecekti! Köpek! İlla agresif agresif havlayacaktı bana! Ama elbet elime düşecekti o benim... İşte o zaman gözünün yaşına bakmayacak, onun ağzına tükürecektim!

Gözüm dönmüş bir şekilde yolda ilerlerken birden bir şeye çarptım. Hem de o kadar sert çarptım ki, çarpmanın etkisiyle elimdeki kalemlik ve kitap metrelerce öteye savruldu. Sadece elimdekiler de değil, çarpar çarpmaz ben de geriye doğru savruldum ama neyse ki düşmedim. Şaşkınlıkla çarptığım şeye baktım. O şey bir insandı ve o insan da Buğra'ydı, hatta en az benim kadar şaşkındı.

"Biraz sakin ya," dedi ellerini teslim oluyormuş gibi havaya kaldırırken. "Şimşek gibi çarptın resmen."

Mahcupça, "Ben..." diyebildim ancak. Daha sonra gözüm yerdeki eşyalarıma gitti. Eğildim ve ikisini de düştükleri yerden kaldırdım. Ardından yeniden Buğra'ya baktım. "Özür dilerim. Canını acıttım mı?"

Başını yavaşça iki yana salladı, "Önemli değil, canımı da acıtmadın." Kaşlarını çattı ve yüzümü kısa bir süre inceledi. "Ama neye bu kadar sinirlendiğini çok merak ettim."

"Of sorma," dedim elimi alnıma vurarak. "Yarın matematik sınavım var ve bu sınavdan geçemezsem benim için çok kötü olacak. Öküzün birinden yardım isteyeyim dedim, o da bana yardım etmedi! Malum, öküz bu. Bir öküzden en fazla ne bekleyebilirsin ki?"

O kadar öfkeliydim ki mahalleyi ateşe veresim vardı. Adam kıtın önde gideniydi. Matematiğin bahane olduğunu bir türlü anlamıyordu. Benim esas amacım onunla vakit geçirmek istememdi. Zaten hâlâ ilk randevumuzun telafisini de yapmamıştı. Bunu yapmak için neyi bekliyordu onu da bilmiyordum. Tam bir sır küpüydü. İşine gidiyor, evine geliyor, sonra yeniden işine gidiyor, sonra yeniden evine geliyordu. Hadi hafta içi öyleydi de hafta sonları nereye kayboluyordu? Seval'e gitmediğini umuyordum!

Birden, "Bak ne diyeceğim," diyen Buğra'ya yeniden verdim dikkatimi. "Ben sana yardım ederim. Tabii istersen. Mert kadar olmasa da benim de matematikle aram iyidir."

Öküz diye hitap ettiğim kişinin Mert olduğunu anlamasından çok matematikle arasının iyi olmasına şaşırarak, "Gerçekten mi?" diye sordum.

Gülümsedi, "Gerçekten."

Eh, denemekten bir zarar gelmezdi. Bugün Mert'le -sayesinde- vakit geçirememiş olsam da en azından matematiği halledebilirdim.

"O zaman anlaştık." Dedim elimi uzatarak. Uzattığım elimi anında tuttu ve kısaca tokalaştık.

"Harika! İstersen Biber'e gidelim? Orada bir yere oturur, daha rahat tartışırız bu konuları."

Başımı onaylar biçimde salladım, "Kesinlikle öyle yapalım."

Son cümlemin ardından Buğra'yla beraber Biber'e doğru yürümeye başladık. Yürümeye başladık başlamasına ama sadece başlayabildik. Ne yazık ki gerisi gelmedi. Gerisinin gelmemesinin sebebiyse bütün mahalleyi inleten bir sesle, "MERYEM!" diye haykıran Mert'ten başkası değildi. Sesi o kadar gür çıkmıştı ki resmen ödüm patlamıştı. Hızla arkamı dönüp ona baktım. Koşar adımlarla yanıma doğru geliyordu. Yeşil gözlerine ateşten bir perde inmişti sanki. Ah, ne yapmaya çalışıyordu bu adam?

Yanımıza gelir gelmez kolumdan tuttu ve beni çekerek bir iki adım geri gitmemi sağladı. Ardından, "Nereye gidiyorsun?" dedi sertçe. Ya bu Mert'in hareketlerini çözmek, matematik problemi çözmekten daha zordu. Matematiğin zor da olsa en azından kavranabilen bir 'mantığı' vardı. Mert'te o da yoktu.

Buğra benden önce davranarak, "Sana ne kardeşim? Bir sıkıntı mı var?" diye peş peşe iki sordu sordu ona. Fakat bu hareketiyle hayatının hatasını yaptı. Mert ani bir hamleyle ona doğru döndü ve o yeşil bakışlarıyla onu adeta öfkesinin ateşinde boğdu.

"Sana mı sordum lan ben? Sen ne karışıyorsun?"

"Karışırım çünkü Meryem benimle geliyordu," diye devam etti Buğra, bir yandan da kolumdan tutup beni kendi tarafına doğru çekerek. "Bizi rahat bırak."

Bunun üzerine Mert delirmiş gibi bir ifadeyle, "Siz kimsiniz lan?" dedi ve bu kez de o kolumdan tutup beni kendi tarafına doğru çekti. 

Buğra, "Tanıştırayım," derken işaret parmağıyla önce beni, sonra da kendisini gösterdi. "Meryem ve ben."

Mert ölümcül bir sakinlikle, "Meryem ve sen, öyle mi?" diye sordu.

"Evet," dedi Buğra ve ekledi. "Aynen öyle."

Mert buna önce güler gibi bir ses çıkardı. Daha sonra, "Meryem ve sen..." diye mırıldandı kendi kendine. Kısa bir süre etrafına baktı, ardından dönüp bir de bana baktı. "Duydun değil mi?" Neşeden yoksun güldü. "Sen ve..." Cümlesini tamamlama zahmetinde bile bulunmadan yumruğunu kaldırdı ve Buğra'nın sıfatının tam ortasına indirdi!

Bir şaşkınlık nidası kopartarak ağzımı kapattığımda kalemliğim ve kitabım ellerimden kayıp giderken Buğra, darbenin etkisiyle geriye doğru savrulmuştu ve yere düşmekten, sağlayabildiği dengesiyle son anda kurtulmuştu. Çok geçmeden doğrulduğunda kısa bir süre burnunu tuttu. Ardından elini burnundan çekerek avcunun içine baktı. Hem burnundan hem de avcunun içinden kanlar damlıyordu! Kalbim korkuyla tekledi. Adamın burnu kırılmış olmalıydı! Başını havaya doğru kaldırdı, burnunu çekti ve parmaklarıyla burnunun deliklerini kapatarak bir on saniye kadar öylece, sakince bekledi. Daha sonra başını iki yana salladı ve kendi kendine söylendi.

"Bir gün bu anın geleceğini biliyordum. Teşekkürler rabbim."

İşte ne olduysa bu cümlesinden sonra oldu.

Buğra önce başını indirdi ve sonra yumruğunu kaldırdı. Aynı yumruğunu bir de Mert'in gözüne, bir çekici taşa vurur gibi vurmadı mı? Vurdu! Mert de bu ansız gelen darbenin etkisiyle yere iki seksen uzanmadı mı? Uzandı! Hem de öyle bir uzandı ki, yattığı yer yatağı olsa ancak bu kadar iyi yayılabilirdi.

"İşte şimdi siktim senin belanı Mert!" Diyen Buğra gözü dönmüş bir şekilde yerde yatan Mert'e doğru adeta savruldu. Kısa süre içerisinde ikisi de hayvan gibi boğuşmaya başladılar.

Bir Buğra Mert'in üzerine çıkıyor, bir de Mert Buğra'nın üzerine çıkıyordu. Dönüşümlü olarak birbirlerini alt ediyorlardı. Normalde şu ana kadar çoktan ikisini ayırmış olmam gerekirdi fakat o kadar bitişiklerdi ki aralarına giremiyordum bile! Dövüşüyorlar mıydı yoksa sadistçe sevişiyorlar mıydı, belli değildi!

Öte yandan etraf adeta mahşer yerine dönmüştü. Kavgayı gören geliyordu, duyan geliyordu. İkisini birbirinden ayırabilen henüz çıkmamıştı ama bunu deneyen çoktu. İkisi de birbirlerine o kadar yakışıksız küfürler ediyorlardı ki o an kulaklarımı kapama ihtiyacı hissetmiştim. Ah, bu bir kâbus olmalıydı! Resmen benim yüzümden, hem de bomboş bir sebepten kavga ediyorlardı. Buna inanamıyordum!

Birkaç kez ikisine de seslenmeyi denemiştim ama onlar dışında herkes beni duymuştu. Etraftaki birçok insan -sebebin ben olduğumu bildikleri için- gözlerini dikmiş bana bakarken sakin kalmakta zorlanıyordum. En sonunda dayanamadım ve "YİYİN BİRBİRİNİZİ BABASINI SATAYIM!" diye çığlık atar gibi bağırdım.

Daha sonra kalemliğimi ve kitabımı yerden aldım, kalabalığı yardım ve onları arkamda boğuşur halde bırakarak evime doğru yürümeye başladım. 

***


Mert'le Buğra'yı karşı karşıya getirip birbirine düşürdükten sonra olay yerinden uzaklaşan Meryem Çapan kraliçeliği, der ve susarım.


Neyse, şuraya bugün sakız falımda çıkan şeyi atayım da gideyim: 

Continue Reading

You'll Also Like

58.3K 763 31
Ne yani kendinizi ne zannediyorsunuz? İstemiyorum gerekiyorsa hem dersten bırakın , hem okuldan atın... Bu kadar asabi olunmaz didem , o çok konuşan...
Atlas By m

Romance

61.3K 5K 20
Bir mantık evliliği hikayesi.
777K 20.1K 82
Herkesin korkulu rüyası olan Yer altının en büyük mafyası yer yüzünün hakimi sadist sinir hastası piskopat bir adamın bir kıza aşık olması Ve haya...
1.6M 57.1K 79
Arya: Neden? Arya: Neden yaptın bunu? Arya: Neden beni aldattın?!