HAFIZA

By binnurnigiz

735K 77.2K 132K

Damarlarında bir soy dolusu cesedin kanı dolaşıyordu. O gece ay, gökyüzünde karanlıktaydı; bu görüntü göz çu... More

HAFIZA
1. BÖLÜM: ZİHİN
2. BÖLÜM: AKREP
3. BÖLÜM: ÖLÜM RESİTALİ
4. BÖLÜM: KELEBEK ETKİSİ
5. BÖLÜM: EREBOS KAPANI
6. BÖLÜM: İKARUS'UN DÜŞÜŞÜ
7. BÖLÜM: SAMAEL'İN GÖZYAŞLARI
8. BÖLÜM: KUĞU TAKIMYILDIZI'NIN KRALİÇESİ
9. BÖLÜM: CENNETİN YASAK MEYVESİ
10. BÖLÜM: ASPERİTAS BULUTLARI
12. BÖLÜM: PERİ KANATLARI ve İNSAN KALBİ
13. BÖLÜM: KARGA SARMAŞIĞI
14. BÖLÜM: SÜPERNOVA PATLAMASI
15. BÖLÜM: PLÜTON'UN SESİ
16. BÖLÜM: ÖLÜM YANILSAMASI
17. BÖLÜM: KRALİYET KARGASI
18. BÖLÜM: RUHSATIRI AVI
19. KADİM CADININ GÖZLERİ

11. BÖLÜM: TANRININ MASKELERİ

32.3K 3.4K 4.7K
By binnurnigiz

Biz geldiiiiiik!
Lütfen oy verip yorumlamayı unutma! (:

Instagram: binnurnigiz
Twitter: binnurnigiz

Kafan karışmasın diye her yeni bölümde, bölümün başına karakterlerin isimlerini ve ırklarını/ne olduklarını yazacağım.

Araf Murat Akalan: Şimdilik onun bir Kar Leoparı olduğunu biliyorsunuz, ileride başka şeyler de öğreneceksiniz.
Baha Kutlubey: Araf'ın en yakın arkadaşı ve bir Gölge Teğmeni, yani doğaüstü askeri.
Carmella Halvorsen: Huzurgetiren.
Zeyna Walker: Su Tanrıçası. (Su Tanrıçalarının son vârisi.)
Rose de Jong: Adli tıp uzmanı. Lilith'in kaburga kemiğinden yaratılan Cehennem Perisi.
Mahru Arslan: Dansçı. Havva'nın kaburga kemiğinden yaratılan Cennet Perisi.
Farah Akalan: Murat'ın ablası. Adli tıp uzmanı ve aynı zamanda da bir Beyaz Kaplan, dört elementin bekçisi.
Asil Aksan: Şeytan. Cehennem Prensi.
Velencosolar'ın tamamı: Kanbaz.
Reagan Gallo: Kanbaz.
Noyan Aktekin: Dedektif. Aynı zamanda bir Karmagetiren.
Jadira Monteiro: Polis. Aynı zamanda bir Çöl Cadısı.
Ayevi Ulukan: Şifagetiren. Ay Dokunuşu.
Hermes Günse: Gelecek Okuyan.
Donovan Burke: İnsan soylu. Adli tıp uzmanı. Dövüş eğitmeni.
Meriç Hararslan: İnsan soylu. Başkomiser.
Hera ve Hemera hakkında şimdilik hafıza duyabildikleri ve hafıza değiştirebildikleri biliniyor.


Keyifli okumalar!


🦂


Really Slow Motion, Deadwood

SVRCINA, Who Are You?


11. TANRININ MASKELERİ


Ruhunu içindeyken ateşe verip, benliğine sinmiş karanlığın kaybolduğunu sanan herkes kül kokardı.

Kül gibi kokuyordu.

Külün kokusu bana ölümü hatırlatırdı. Hafızamı köşe bucak kuşatan bir gerçekti ölüm. Sert bakan gözlerimin boşluğa dalmasına sebep olan, kalbimi çaresizlikle attıran ve bana değil, sevdiğim bir bedene uğramasından korktuğum bir hadiseydi. Onun ruhundan sızarak bedenine çöken külün kokusunu alabiliyordum. Canavar, tıpkı kül gibi kokuyordu.

Hemera ile ilkokula başladığımız o yağmurlu Eylül gününü hatırlıyorum. Asperitas Bulutları o yağmurlu sabahtan önce, şafak vakti şehre çökmüş, ardından da fırtına başlamıştı. Bu denli şiddetli yağmurlar bu bölgede genelde Ekim ayının sonlarında başlardı ama Eylül'ün yedisiydi ve Hemera ve ben henüz ilk kez bulunduğumuz okulun saçaklarının altında şiddetle yağan yağmuru izlerken yedi yaşındaydık.

Ölümü ilk defa gördüğümüz an, okula başladığımız o andı; Eylül'ün yedisiydi, yaşımız yediydi, yedi yaşında bir kızın küçük bedenine düşen yıldırım onu yedi saniye içinde önümüzde küle çevirmişti.

Berbat bir ölümdü.

Yedi yaşında birinin gözünden bakıldığında, berbattan da öteydi; hayatı yeniden başlatan, bildiği her şeyi resetleten, doğruların ve yanlışların yer değiştirmesine neden veren bir ölümdü.

Kızın cesedi kül kokuyordu.

Hemera kollarını bedenime sarıp tıpkı benim için şoka girmiş hâlde kül kokan cesede bakarken ikimiz de bundan sonraki yaşayacağımız her günü o saniyeden sonra değişen kaderlerimize göre yaşayacağımızı, o gün o okul bahçesinin saçakları altında duran küçük kızların kaderlerinin tıpkı ölen küçük kız gibi ölerek kül kokmaya başladığını biliyorduk.

Canavar ile aramda on metre vardı, Kar Leoparı'nın hırlamalarını duyuyordum, peri arkamda duruyordu, ne düşünüyordu bilmiyordum çünkü Erebos Kapanı aktifti. Canavarın zihni kül kokuyordu; hafızası ya cansızdı ya kapalıydı ya da ölmüştü ve bu yüzden kül kokuyordu.

Perinin sudan kanatlarının ıslaklığını tenimde hissettim. Tenime sürtündü, beni ıslattı ve ardından peri bir adım öne çıktı. Dönüşmemişti, kırmızı pullu, ultra mini elbisesi hâlâ üzerindeydi ama sudan kanatları sırtının iki yanından dışarı fırlamış, tıpkı bir kelebeğin kanatları gibi görkemli bir şekilde bedenini tam ortasına almıştı.

Yaratık hareketsizdi, peri de hareketsizdi, sonunda kül kokan yaratıktan ayırıp Kar Leoparı'na çevirdiğimde dev cüsseli leoparın buz grisi gözlerinde gördüğüm sakinlik beni duraksattı. İki köpek dişi uzun, kalın ve korkutucuydu; bir kurdunkinden bile keskin ve tehlikeli duruyordu. Siyah, koyu gri ve gümüş mavisi şeritler beyaz kürkünün üzerinde ürkütücü desenler oluşturuyordu. Normal bir leopardan daha cüsseliydi, sanki leopar gibi görünen büyük, koca bir canavardı.

Leoparın dev cüssesinin içindeyken bile bakışları sanki ona aitti. Leoparın gri, yeşil ve mavi parıltılar taşıyan cam gibi gözleri bana dokundu, o gözlerin içinde Araf'ı gördüm; o gözler onundu, bu belliydi. Muzip ışıltılar yoktu, uyarı ve koruyucu bir tavırla bana baktıktan hemen sonra gözlerini şekliyle beni dehşete düşüren koca canavara çevirdi. Canavar şimdi leopara, yani Araf'a bakıyordu.

Peri bana, "Bu bir Asperitas Tanrısı, ona Yıldırım Sağanağı da derler," diye fısıldadı kulağıma doğru. "Tanrı dediğime bakma, o bir kıyamet, tüm perilerin özünü emer. Tüm doğaüstülerin gözlerini yer." Canavarın büyük gözleri yeniden kendi etrafında ürkütücü bir şekilde döndü, kafasını bize doğru çevirip periye baktı ve ağzındaki yarık genişledi; sırıtıyordu. "Ben bir Cennet Perisiyim, onu öldürmem yasak, çünkü o yüce makamda bir tanrı sayılıyor. Dehşet saçan bir tanrı olsa da onu öldüremem. Çünkü o bir tanrı. Yüzyıllardır Cennet Perilerinin gözlerini oyduğu, özlerini yediği söylenir. Bu bölgede olduğunu Asperitas Bulutları'nı gördüğümde anlamıştım. Uzun zamandır saklanıyordum ama sizin enerjiniz onu tekrar bana getirdi."

"Kural basit," dedim. "Seni yemek isteyeni öldürürsün."

"Tanrı öldürmek cennet yasalarına aykırı."

"Çoğu dinde muhtemelen striptiz yapmak da yasak olabilir," dediğimde gözlerini devirdi. "Yasaklar çiğnenmek içindir. Gözlerini mi yesin istiyorsun?"

Asperitas Tanrısı bize doğru bir adım atınca, leopar birden önüme geçti, dört ayağının üzerindeyken bile göğsümün üstüne geliyordu. Tam önümde durup bacaklarını hafifçe ayırarak hırladığında tanrının devamlı dönen koca küre şeklindeki gözleri yeniden tahta gıcırtısını anımsatan bir sesle döndü. Bir şimşek sesi duydum, çok geçmeden yıldırım ağaçların arasından hızla düşmüş bir gök taşı gibi parlayarak ilerleyip arkasında yeşil, beyaz yansımalar bıraktı. Yıldırımın ızdırap verici ışığı söndüğünde, tanrının akışkan bedeninin tekrar hareketlendiğini gördüm. O akışkan, zifti anımsatan sıvı önce şiş ve gergin pazulara dönüştü, ardından uzun kollara, kaslı bir göğse, çıplak ve sportif görünen bir erkek bedenine... 

Bedeni hâlâ ziftle kaplıydı, ziftten bir adama benziyordu, yüzünün şekli geldi ama zifte bulanmış hâldeydi; düzgün insansı burnu, düzgün dudakları, belirgin elmacık kemiklerini gördüm; tamamı ziftin içindeydi.

"Maskeleri var," dedi Cennet Perisi. "O istediği her şey olabilir."

Çok geçmeden, ziftin altındaki sarı düzgün taranmış saçları gördüm, ılık bakan çikolata kahverengi gözler de oradaydı; ten rengi açıldı ve boynunu çıtlatırken çıkan kemik seslerinin ardından artık karşımda çırılçıplak duran, bankonun önünde bana iltifat eden sarışın adamdı.

"O olduğunu nasıl anladın?" diye sordum bize bakan sarışın erkekten gözlerimi ayırmadan.

"Çünkü o lanet kahverengi gözlerinin tam iki kez az önceki gibi döndüğünü gördüm."

Sarışın erkek gülümsedi. "Hera," dedi ve önümde duran koca cüsseli leopar hırladı, sarışının gözleri hızlı bir manevrayla leopara indi, Araf'ı tanıyormuş gibi muzip bakan kahverengi gözlerini leoparda dolaştırdı. "Ve yanındaki şu garip geveze kedi."

Araf yeniden hırladı, bu kez hırıltısı ormanda yankılar oluşturdu.

"İsmi mi nereden biliyorsun?" Sorum dikkatini çekmişe benziyordu. Gözlerini arkamızda kalan mekân kapısına çevirdikten sonra, "Sevgili insanlar için eğlence devam etsin," diyerek parmağını göğe kaldırdı, parmak ucunu hafifçe çevirdi, Asperitas Bulutları dağılırken şehir tekrar karanlığa gömüldü ve onun bunu yaparken zamanla oynadığını fark ettim; bu bilgi, yırtıcı bir hisle beraber duru bir görü yaratarak içime doldu.

"Sevgili Cennet Perimi ve onun güzel doğaüstü gözlerini ararken seni gördüm," dedi tanrı, başını omzuna doğru yatırdı, çırılçıplak olması pek de umurunda değil gibiydi. Çıplak ayaklarıyla kendi bedeninden akan balçığa basarak bize doğru bir adım daha atınca, leopar ona saldırmak için bedenini yay gibi gerdi ama tanrı onu bakışlarıyla durdurdu. "Deneme bile kedi," dedi sert bir sesle. "Sen ve ablan benim ne kadar kudretli olduğumu iyi bilirsiniz. Arkandaki şaheserin gözleri yerinde kalsın istiyorsan benimle dövüşmeye çalışmazsın. Gözler benim, bedeniniz şimşeğimin."

Peri, "Sana bulaşan yok tanrı," dedi kanatlarını titreştirerek. "Yoluna bak ve artık benimle uğraşma. Temsil ettiğim cennet adına, sana savaş açmaktan gocunmam."

"Blah blah blah," dedi tanrı parmaklarıyla birini konuşturuyormuş gibi yaparken. "Peri peri peri... Aylardır kaçıyorsun benden. Kokunu gizlemek, bıraktığın puslarını silmek için insan başka insanların kıyafetlerini giyiyor, devamlı şehir değiştiriyorsun. Tam seni bulduğumu sanmışken kaybettim, umudumu kesmiş gidiyordum ki bu mükemmel bacaklı doğaüstü beni o güzel bacaklarının üstünde sana getirdi."

"Kendine çok güveniyorsun, değil mi?" diye sorduğumda, tanrı bir an durup kahverengi gözleriyle beni süzdü. "Sana göre sen bir tanrısın ve üç doğaüstü varlığa aynı anda meydan okuyabilirsin çünkü gökler buna karar verdi. Öyle değil mi?"

"Tam olarak öyle," dedi dudaklarında alaycı bir tebessüm peyda olurken.

"Doğru bildiğin sandığın yanlışları sana öğretmek için buradayımdır belki de. Kim bilir?" Leopar benim bu sorumla beraber öne doğru tehlikeli bir adım daha attı. Tanrının gözleri ben ve leopar arasında gelip gittikten sonra kaşlarının çatıldığını gördüm.

"Neyine güveniyorsun? Her zihni duyabilmene mi? Başka yeteneğin var mı? Varsa bile eminim ne olduğunu bilmiyorsun. Uzun zamandır seninle ilgili çok şey duyuyorum Hera. Sen daha kendinin farkında bile değilken, gök senin farkındaydı."

Dalgalanan zihnim tıpkı gökyüzünü terk eden Asperitas Bulutları gibiydi. Tanrı atağa geçmediği sürece, bir bildiği varmış gibi Araf da atağa geçmiyordu. Onun büyük, yırtıcı bir hayvanın içinde, tüm benliğiyle orada olduğunu bilmek garipti. Tehlikenin tam ortasındayken bile kafamı allak bullak eden en büyük ayrıntı, önümde duruyor olması ve koca bir cüssenin içinde gizleniyor olmasıydı.

"Ne demek gök benim farkımdaydı?" diye sordum, sesimde merak yoktu, merak ettiğimi düşünmesini istemiyordum ama o, sanki içimizdeki gizli her hissi görebiliyormuş, gerçek bir tanrıymış gibi yamuk bir gülümsemeyle alayı gizlemeden bana baktı.

"Yıldızlar kaderi ve kim olduğunu belirler, yıldız haritaları kimliğindir. Senin kimliğini çok uzun zamandır avuçlarımda taşıyorum. Senin haritanın etrafında çakan her şimşek, benim seni izlerken kırptığım gözlerimdir." Bilmece gibi konuşması kafamı karıştırdı. Kaşlarımın tamamen çatıldığını gördüğünde gülümsedi. "Senin özünün tadını merak ediyorum ama senin içindeki özü emip bomboş bedenini öylece bir kenara fırlatamam. Nadide bir parçasın. Milyonda bir gibi. O yüzden bırakın periyi alıp gideyim, kendime güzel bir ziyafet çekeyim, gözleri benimle ilelebet yaşasın."

Perinin korktuğunu hissettim ama bu kadar güçlü bir varlığın neden hâlâ bize saldırmayı seçmeyen bu tanrıdan korktuğunu anlayamadım.

Leopar bir kere daha hırladığında, "Ya insan bedenine dönersin Karların Asi Çocuğu ya da şaheserinin güzel bacaklarını kırar, kara gözlerini bacaklarındaki kemiklere takar yerim," dedi tanrı, sonra bir insanın diline benzemeyen, oldukça uzun, ucu sivri dilini çıkarıp dudaklarını yaladı. Ürkütücü görüntüsünün arkasından yükselen kahkaha dudaklarından değil ruhundan dökülmüştü ama sesi tüm ormana dağıldı.

Araf sanki onun bu söylediklerini gerçekleştirebilecek türden biri olduğunu biliyormuş gibi bir süre dursa da sonunda yelelerini silkeleyip bir adım öne çıktı.

Önce Arka bacaklarındaki bağların gerildiğini gördüm, kürk usulca silindi, güçlü ve adaleli bacak kaslarını gördüm; gitgide pürüzsüzleşen bacaklar birdenbire uzadı ve genç bir erkeğin sıkı, uzun bacaklarına dönüştü. Sıkı bacakları akabinde yukarı tırmanan buzlar gibi ilerleyen değişimin titreşimiyle yerini sıkı kalçalara, çıplak bir sırta ve sonunda tamamen değişerek bir insanın bedenine bıraktı. Sırtı bana dönükken çırılçıplaktı. Sıkı kalçalarındaki kas öbeği gamzeleri ve uzun bacaklarını, hafif izler olan ince ama kaslı sırtını görebiliyordum.

Çıplak ve savunmasızdı, sırtı bana dönük olsa da gergin bedeninin arkasında kalan tüm hatları görebiliyordum. Şaşırmadım, küçük dilimi yutmam gerekebilirdi ama yutmadım; soğukkanlılığım son âna dek benimle kalmaya yemin etmiş gibiydi.

Tanrıya doğru çıplak ayaklarıyla bir adım ilerleyince gözlerim tanrıya çevrildi. Araf'a kıstığı gözlerinin altında belirsiz bir saldırı içgüdüsüyle bakıyordu. Ne kadar artık karşısında bir yırtıcı olmasa da bu savunmasız, çıplak insan bedeninin de tehlikeli olduğunu düşünüyor gibiydi.

Araf, "Sevgili Tanrı," deyince şaşkınlığımı gizleyemedim, peri ise ne olduğunu anlamaya çalışıyormuş gibi kafası karışmış bir hâlde bu manzarayı izliyordu. "Senden Cennet Perisi'ni azat etmeni istiyorum. Bu bir emir değil, bir rica. Kibar bir insan erkeği vücudunun içinde sesleniyorum sana. Ruhumu, ışığımı, karanlığımı ve benliğimi bir köşeye bırakarak senden bunu rica ediyorum."

Tanrının gözlerinde bir şaşkınlık parıltısı yakaladım; ruhuna inemedim, ruhu kül kokuyor, sanki hiçbir şey hissetmese de aslında çok şey hissediyordu.

"Sen bana emredebileceğini mi sanıyorsun?" diye sordu tanrı aşağılayıcı bir tavırla çenesini dikip, karşısındaki insan erkeğine gözlerinde gaddar bir edayla bakarak. Yine de bir yanının, ruhunda hâlâ toza dönmemiş, kül gibi kokmayan bir yanının şaşkınlığı yaşadığını görebiliyordum.

"Emretmiyorum," dedi Araf ellerini havaya kaldırarak. "Rica ediyorum."

"Ricana karşılığım hayır olursa ne yapacaksın evlat?"

"Zorba küçük bir kedicik olurum," diye mırladı Araf.

"Hadi ya?" Tanrı neredeyse kahkaha atacaktı. "Yıldız haritan elimde kedicik. Ne numaraların olduğunu biliyorum. Sen bana hırlarsan ben seni kuyruğundan ağaca asarım, gözlerini de parmaklarıma takarım. Mmmm... Cam gibi yeşil gözlerinin tadını çok merak ettim doğrusu."

"Gözün sık sık bir yere kayıyor, ben daha çok onun tadını merak etmişsindir diye düşünmüştüm açıkçası," dedi Araf, o an, neyi kastettiğini bildiğim için kaşlarımı kaldırıp sırıttım; ben göremesem de tanrı naklen görüyor olmalıydı.

Tanrının öfkelendiğini hissettim, bununla beraber Araf, "Benim yıldız haritamı görmüş olabilirsin," dedi ve tanrının öfkesinin biraz daha katlanmasına neden olan alaycı bir kıkırtı çıkardı. "Hatta götüm arkamda olduğu için ve henüz sana sırtımı dönmediğim için götüm dışındaki tüm mahremimi de görmüş olabilirsin. Ama görmediğin bir şey var tanrıcık."

Uzun, inanılmaz estetik görünen bedeninin kasıldığını gördüm, bununla beraber iki elini kasık seviyesine indirip avuç içlerini açarak göğe çevirdi; elleri usulca yukarı kalktı ve tanrının tepkileri geri çekilirken avuç içlerinden yukarı hızla yansıyan kristal gibi dönen ışıkların göğe hızla yayıldığını gördüm. Önce bizi, sonra ormanı ve ormanın içinden bizi izleyen tanrıyı altına alan ışıklar o kadar hızlıydılar ki, birbirlerine çarparak kayarlarken sanki kendi yansımalarımızın olduğu bir elmasın içinde hapis gibi hissetmiştim; bir adım atsam bu yansımaların yarattığı baş dönmesi yüzünden yere kapaklanabilirdim.

"Ben kuzeyin ışıklarını pençelerimin içinde taşıyorum."

Tanrının şaşkınlığı anlık ama keskindi. Bedeninin üzerinden yağ gibi kayan ışıklar onun da dengesini bozmuşa benziyordu. Çıplak bedeninin içinden dışarı, derisinden sızıyormuş gibi sızarak sarmaya başlayan zifti görünce duruşum saldırıya hazır bir pozisyona evrildi. İçimde durduramadığım bir güç hissettim; patlamaya hazır bir bomba gibiydi, pimi çekilmişti ve fırlatılmayı bekliyordu. 

Tanrının çıplak bedeni zift tarafından örtüldü ama yüzü çenesine kadar açıkta kaldı; kahverengi gözleri tıpkı kocaman bir küre şeklindeyken döndüğü gibi döndü ve tahtanın gıcırtısını anımsatan bir ses çıkardı. Tanrı için bu saldırı beklenmedikti, o yüzden zırhını giyinmişti.

Araf'ın çıplak vücudunu saran kuzey ışıkları yeşildi, onun çıplak sırtını, kalçalarını ve uzun bacaklarını içine aldı ama güçlü kollar dışarıdaydı, siyah saçları kısa olmasına rağmen ışığın var ettiği bir rüzgârla yalpalayarak uçuşuyordu.

Tanrı, "Beklediğimden fazlasısın, öyle mi?" diye sorarken alayı sesine yaysa da tedirginliği hissediliyordu. Tedirginliğini hissetmem için hafızasını bıçağımın ucuyla deşmeye ihtiyacım yoktu. "Madem bir çömezle dövüşmem isteniyor, pekâlâ," dedi. "Bir seferliğine. Ama kazanan ben olursam periyle beraber kalıba sığmayan doğaüstü kızı da alırım."

"Kumar masasına buruşuk götünü koyuyorsan, söyleyeyim, buruşuk götüne karşılık bu kızın kanadındaki sulardan bir damlasını bile koydurmam," dedim çenemi dikerek. "Yenilirsen tanrı, beni, leoparı ve periyi bırakacaksın."

Işıkların örttüğü bedenini hafif bir açıyla çevirip bana baktı ve "Leoparım demediğin iyi oldu, sahiplik eki ekleseydin şu an elimde odunla münasip yerlerime vurarak zamanı değil hemen inmelisin diyerek ağlıyor olurdum," diye fısıldadı.

"Ne yapmam gerektiğini bilmiyorum, o yüzden onu yensen iyi edersin," dedim dişlerimin arasından.

"Emret ve olsun." Gözlerini gözlerimden çekerken bedeninin ışıklar altında gerildiğini fark ettim; her noktasını örten ışık sanki onun ruhundan sızıyordu.

Tanrı, "Özgürlük için benim ölümü çiğnemeniz, etimi toprağa tükürmeniz gerek," dedikten sonra zift ile kaplı insanımsı kolunu arkaya attı, sırtından çektiğini fark ettiğim ip uzadı, uzadı ve bir anda ucunda zift rengi bir kancayla beraber Araf'a doğru fırlatıldı. Araf bunu bekliyor gibiydi, ipi yakalayıp kancadan yara almadan bileğine dolarken iple beraber tanrıyı kendine doğru çekmeye çalıştı; bedenini kaplayan yoğun yeşil ışığın renginin koyulaştığını gördüm.

Periye, "Bir şey yap," dedim içimdeki soğukkanlılığı kaybetmeden. "Onu iyi tanıyorsun. Elbet ona nasıl saldırılacağını da biliyorsundur. İnsanlar başımıza toplanmadan önce, ona yardım et."

"Bir tanrıya saldıramam, beni bir Cennet Perisi'yim," dediğinde kıza gerçekten kafaya gömmeyi istediğimi hissettim, buz gibi bir suratla ona, sonra da Murat'a baktığım sırada, "İnsanlar için zaman farklı işliyor, bir kalkanın içine aldı bizi," diye devam etti sözüne. "Şu an başka bir boyutun perdesi altındayız."

"Seni koruyan birine yardım etmeyeceksin, öyle mi?" diye sorduğumda gözlerim hâlâ Araf'taydı. Tanrı onun tutuşundan etkilenmiş gibiydi, ipin diğer ucunda dişlerini sıkarak Araf'a baktığını görebiliyordum. Kavga henüz kızışmamıştı ama kızışmasına saniyeler varmış gibi geliyordu.

"O beni değil, seni koruyor." Perinin bu cümlesi ona doğru dönüp onu birden sertçe duvara yaslamama neden oldu. Gözlerimiz buluştu, gerçeği orada görmesini istedim, bir hafızayı paramparça ederek ilerleyen gücümün ne kadar derinlerde ve ne kadar azgın bir şekilde etkileşime girmeyi beklediğini görmesini istedim. Bu gücü kullanmayı bilseydim Araf'ı tek başına muhtemelen ondan oldukça üstün bir ırkla savaşırken bırakmazdım ama çaresizdim. Bu şırfıntı ise elinde imkânları olmasına rağmen hiçbir şey yapmıyordu.

"Buraya senin için geldik. Senin için geldik çünkü karşımızdaki insanlar bize güvendi. Senin için geldik çünkü zaten tehlikedeyiz. Seni koruyor, çünkü sana ihtiyacımız var. Hayatın boyunca bencillik içinde yaşamış olabilirsin, herkesi kendin gibi sanıyor da olabilirsin ama şu an benimle beraber seni de korumaya çalıştığı gerçeğini yok sayamazsın." Dişlerimin arasından ıslık gibi dökülen kelimeler perinin yüzündeki değişimin esas nedeniydi.

Ne onu ne de arkasındaki sudan kanatları umursamadan onu iterek duvara tamamen yasladıktan sonra Araf'a doğru döndüm ve o an, kavganın kızıştığı an oldu.

Araf'ı sertçe kendine doğru çeken tanrı, ipin ucunda duran bedenini kendisine sürüklemiş oldu. Araf'ın bedeni zayıf ama atikti, ayakları yere daha sağlam bastığı anda tanrının devasa gücüne meydan okuyarak durmayı başardı. İpi bileğine dolayıp tanrıyı kendisine doğru çekmeye başlayınca, tanrı, "Bu ip bir muskadır," dedi. "Sen dokunursun, canından bir gün eksilir, çekersin, ölüm ucundan sana doğru gelir." Araf umursamadan ipi biraz daha çekince tanrı gözlerini kıstı, çenesinden aşağı damlayan zift yere düştü ve Araf'ın çıplak bedenini örten ışıklar tanrıyı boğmak ister gibi çoğalarak dört yandan ona saldırdı.

"Onu değil tek başına, ikimizle bile yenemez," dedi peri. "Unut bunu dönüşümdeki kız. Öldük biz. Artık birer ölüyüz."

"Ölümü kabul eden birinin yaşamasının bir anlamı yok," dedim. "Sen vazgeçmişsin. Seni kimse kurtaramaz." Periyi sarsan kelimelerim benim dudaklarımdan dökülürken kalbimin hiçbir noktasına dokunmamıştı. Araf'ı kendisine doğru çekip yere düşüren ve Araf'ın bedenini koruyan ışığın dalgalanmasına neden olan tanrının dudaklarında zafere çok yakın olduğuna dair zehirli bir gülümseme var olduğunda kendimi durduramadım.

İçimde kükreyen bir aslan, bir tilki, bir kurt vardı; uluyan her şeydim, pençesi olan her şeydim, keskin gözleri olan her şeydim, kanın kokusuna doğru gelen her şeydim; her yırtıcı bendim.

Araf'ın gücünün tükenişini izledim. Tanrının muska olarak bahsettiği ipi onun bileğinde durduğu sürece sanki onun ışığını alarak kendisine katıyor ve onu zayıf düşürüyordu. Yine de Araf öyle inatçıydı ki, tanrı onu yere düşürüp sürüklemeye başladığında bile ipi bırakmadı, daha da asıldı; sanki tanrının darağacı olmak istiyordu.

Periye, "Ya bizimle savaş ya da tek başına öl. Umurumda bile değilsin kaltak," dedikten sonra damarlarımda beliren karanlığı kabul ettim; karanlığın hızla gelmesini, damarlarımdan yukarı çıkıp derime ulaşmasını, cildimi sarmasını istedim ve oldu. Sanki karanlık isteğime itaat eden bir köleydi; bana aitti ve bana sadıktı.

Araf, tanrının ayak uçlarına dek çekildiğinde çıplak, uzun bacaklarını onu saran zayıflamış yeşil ışığın içinden uzatarak tanrıya tıpkı bir insan erkeği gibi sert bir tekme geçirdi; tanrının ziftle kaplı çenesinin altına gelen tekme tanrının geriye doğru sendelemesine neden oldu. Ben uzayan pençelerim ve elimdeki kalınlaşıp bozulan derimi izleyerek onlara doğru koşarken zaman sanki yaşadığımız ânın içinden usulca eksiliyordu. Her şey ağır çekimde gibiydi. İçimdeki güç ağır çekimdeydi, Araf'ın tanrıya geçirdiği tekme ağır çekimdeydi, tanrının geriye doğru devrilişi ağır çekimdeydi. Araf'ın ruhunun parçası olan ışıklar dört bir yana kırılmış bir kristal gibi parçalanarak dağıldı ve tenimi dağlar gibi beni ışığa boyadı. Gözlerinin bana dokunduğunu gördüğümde yerdeydi, zayıf ışığı bedenini kamufle etse de gözleri canlı ve parlaktı; beni izliyordu.

Bazen zaman sadece bir aracıdır, esas olay sensindir, esas olay senin uğruna yaşananlardır; esas olay o an hissettiklerindir. Zaman o an yaşanır biter ama o olay hep orada kalır; sen orada kalırsın, hissettiklerin orada kalır, yaşadıkların orada kalır. Pençelerimin daha da uzadığını, görüşümün kızıllaştığını hissettim; görüş alanıma kan perdesi çekildiğinde keskin bir çığlık attım ve tanrının yere devrilmek üzere olan bedenine saldırdım. Keskin pençem bir kuşun bıraktığı yırtığı onun ziftle kaplı göğsünde bıraktı; kara bir yırtıktı ve içinden hızla kana benzer zift akmaya başlamıştı. Araf'ın gözlerinin irileştiğini gördüm, bir an sonra peri kanatlarının ortasında havada duruyor, bana doğru uçuyordu, bir an sonra ise tanrı ayaktaydı ve büyük elleri açtığım yırtığın ortasında durmuş, büyük gözleri beni dehşetle izliyordu.

Yüzü önce babamın yüzü oldu. Kızım, dedi bana. Bana bunu neden yaptın?

Hafızam karıncalandı ama aldırış etmedim.

Bir pençe daha geçirmek için göğsüne saldırdığımda bu kez yüzü Hemera'nın yüzüydü. Hera, dedi. Beni kurtarmamış mıydın? Şimdi neden öldürmeye çalışıyorsun?

Gözlerimi kıstım, görüş alanım hâlâ kızıldı; güç içimde patlayan ve etkisini gösteren bir kapsül gibiydi. Durdurmadım kendimi, bir pençe darbesi daha vurmak istedim ama beni durduramayan ben, kalbimin sektesine uğradı. Kalbim uğuldadı. Durmam için bana yalvardı. Tanrının yüzü Hemera'nın, benim Hemera'mın yüzüyken, o pençeyi nasıl onun göğsüne bir defa daha indirebilirdim? Yine de yaptım. Kuzey ışıkları tenimde yanar döner ışıltılar doğururken ben pençemi bir defa daha acı bir çığlık eşliğinde yüzü Hemera olan tanrıya batırdım; onu yırttım.

Tanrının yüzü annemin yüzüne dönüştüğünde, kalbimin sesi aklıma aitmiş gibi kafamın içine, hafızama doldu. Hera, dedi annem. Ne zaman bu canavar oldun?

Pençemi bir anda geri çekerek tanrının o çok özlediğim yüzüne baktım. Parlak gözlerine, sıcak pembe dudaklarına, çilek sarısı saçlarına, sıcak pembe dudaklarındaki hafızamda çığ etkisi yaratan gülümseyişe. Kalbim nasıl da vebamdı, kanserimdi, tümörümdü, veremimdi. Kalbim neden böyleydi?

Perinin, "Hera!" demesiyle hafızam sarsıldı; anılarımın olduğu o evin duvarlarında önü geçilemez çatlaklar oluşmaya, tavandaki büyük kalıp boyalar yere ağır betonlar olarak dökülmeye başladı. Gözlerimi kaldırdığımda peri başımın üzerinde kanat çırpıyordu, avucunun içinde tuttuğu sudan sarmaşık bir ip gibi tanrının boğazına dolanmıştı; tanrının yüzü hâlâ annemin yüzüydü. Izdırabı ve öfkeyi aynı anda hissetmenin yorgunluğu birdenbire yakın geçmişte sadece bir insan olduğum gerçeğini yüzüme vurdu.

"Pençeni sapla!" diye bağırdı peri can havliyle. "Onu daha fazla tutamam. Kudreti suyumu kurutur."

"Ona bunu nasıl yaparım?" diye fısıldadım ama bu sesi sadece ruhum, ben, kalbim ve havuzun önünde oturmuş sudaki yansımasını izleyen küçük kız çocuğu Hera duydu.

"Işığım kâbusları kovar, bir düş kapanıdır," diye fısıldadı bir ses, bu sesi tanıyordum ama hafızam onu içine kabul etmeyi reddetti; hafızam bir yalana tutunup o an olan her şeyi yok saydı çünkü o yalanı çok özlemişti. "Işığım kör eder, fazlası bir antideprasan zehirlenmesi, deliliktir." Bu cümleyle beraber, Araf'ın sesi öyle çok yere dağıldı ki, sanki tüm kıtada duyuldu. Önce ayağa kalktığını gördüm, sonra bileğimi tutup beni kenara çektiğini fark ettim, yeşil ışığı anlık bedenimi içine aldı, sonra bedenim o ışığın içinden çıktı ve peri sudan halatıyla tanrıyı tutmaya devam ederken, Araf, "Onun zaaflarıyla oynarsan ben de hayatım ve hayatın üzerine bir oyun oynarım," dedi. "Ve inan bana, bunu kazanırım."

Önce ışık arttı, sonra Araf, tanrının ziftle kaplı başını tıpkı normal bir insan erkeğinin başını tutuyor gibi tuttu, ışık pazularından aktı, tüm cildinden ve damarlarından taştı; bu olurken perinin sudan halatı yerde sürünüyor, peri dehşet içinde Araf'ı izliyordu. Araf'ın uzayan saçlarını gördüm; siyah, yıldızsız ve kasvetli bir gece gibiydi, birdenbire beline kadar akmış, yeşil ışığa rağmen küçük, sıkı kalçaları ortaya serilmişti. Uzun saçları şeffaflaşan ışığın etkisiyle hafifçe dalgalanıyor, Araf'ın genişleyen pazusunun üstündeki akrep dövmesinin çizgilerinden hızla kara gölgeler hâlinde çıkarak kolu boyunca büyüyen kara akrepler yürümeye başlıyordu. Akrepler kolundan tanrının boynuna doğru gitti, her birinin iğnesini tanrıya batırdığını gördüm, bu olurken Araf pazusunu tanrının başı arasındayken sıktı, sıktı ve sıktı...

Tanrının derisinin içine sanki bir perdenin içine sızıyormuş gibi sızan akrepleri gördüm; akreplerin hareketleri derisinin üzerinden görünüyordu, hepsi derisinin altındaydı.

Gördüm. Hafızasını. Tanrının hafızasını gördüm. Maskelerini çıkardı ve binlerce yüz yere serildi. Aynı anda annemin yüzü, Hemera'nın yüzü, Hermes'in yüzü, babamın yüzü, Donovan'ın yüzü, Rose'un yüzü... Hayatımda kökleri olan herkesin yüzüne ait maskeleri vardı; binlercesi vardı. Tanımadığım yüzler, binlerce suret, canavarlar, insanlar, periler, melekler, şeytanlar... Her kılığa giriyor, hepsi için ayrı bir maske ediniyordu. Gördüm. Hafızasını bana açtı, bir doğaüstü hafızasıydı, eşsiz olması gerekirken sıradanlığı beni yaktı. Sonra o hafızanın içinde gezinen akrepleri gördüm. Yerdeydiler, duvardaydılar, maskelerin üzerindeydiler. Hemen ardından akrepleri takip eden delilikti.

Tanrının delirdiğini gördüm.

Delilik hafızasını yardı geçti; bir palyaço suretindeydi. Akrepler ona dokunmuyor, o palyaço deliliği her bir noktaya, anıya, gücünü sakladığı her noktaya sürtüyordu. Araf ona deliliği ve zehri vermişti. Ölümü ve çılgınlığı.

Çılgına dönen kafasının içi patlayana, hafızası küle dönene, anıları yok olana kadar onun hafızasının içinde kaldım.

Her şey bittiğinde yerdeydi. Araf onu öylece boşluğa, yere bırakmıştı. Yüzü ve bedeni ziftten arınmış, alnında, çıplak vücudunda ve hatta yüzündeki tüm noktalarda siyah, kalın damarlar vardı; o damarların içinde beyaz parıltılara sahip bir yıldırım ışığı akıp duruyordu. Ölüm gözlerini sarmıştı; gözleri simsiyahtı ve derisinin altında hâlâ akrepler dolaşıyor gibi damarlarla kaplı derisi dalgalanıyordu.

Uzun saçlarının arkasında kudretli bir güçle parlayan gözleri taşıyan yüzünü omzunun üzerinden bana doğru çevirdiği ânı hatırlıyorum. O an, sanki onunla ilk kez tanışıyordum. Karşımda çok iyi tanıdığım bir yabancı vardı.

"Bir tanrıyı öldürdün," diye fısıldadı peri yere konarken. "Ve sana yardım ettim." Suçluluk her noktasına dağılmış gibi yutkunup başını önüne eğdi. "Beni kurtardığınız için teşekkür ederim ama işlediğim bu günahı nasıl yok ederim bilmiyorum."

"O piç kurusu ölmeyi hak ediyordu," diye fısıldadım, gözlerim yerde uzanan, damarlarında hâlâ yıldırım dolaşan, gözleri cansız bakan, akreplerin teninin içini deşmeye devam ettiği o cesede baktım. "Bu tanrı falan değil. Hiçbir ilahi varlık başka bir ilahı varlığın gözlerini yemek istemez."

Peri tanrıya doğru eğilirken, "Siz nesiniz?" diye sordu kısık bir sesle. Önce bana, sonra da hemen çaprazımda duran çıplak, uzun saçlı Araf'a baktı; yeşil ışık teninin alt kısmını bir kıyafet gibi örtse de çıplaktı. "Sen sadece bir leopar değilsin."

"Ben sandığın her şeyin bir fazlasıyım," dedi Araf, sesi cehennem gibiydi, ışığı ise cennetten geliyormuş gibi parlaktı. "Özgürsün peri. Gözlerini yemeye çalışan, özünü emmek için deliren bir tanrı yeryüzünden sonsuza dek silindi."

"Ben özgürüm ama bu günahın da en büyük ortağıyım." Kanatlarının kayboluşu bir suyun arkasında bıraktığı buharı anımsatmıştı bana. Tanrının bedeni usul usul küle dönerek parçalar hâlinde dağılıp kaybolmaya başladığında Araf'a doğru dönemiyor, sadece periyi izliyordum. Perinin gözlerinin hedefi hâline geldim. "Sizle gelmemi istiyorsunuz ama gelemem. Burada kalmak, para kazanmak ve işlediğim bu günahı affettirene dek perilik görevimi yerine getirmem gerek."

"Geleceksin," dedim. "Buna mecbursun. Senin için neler yaptık, farkında mısın?" Gözlerim küle dönüp kaybolan tanrıdan kalan kalıplaşmış zift tabakasına kaydı. "Bir tanrı bozuntusu öldürüldü."

"Gelemem." Perinin sesi keskindi. "Para kazanmak zorundayım."

"Bir perinin neden paraya bu kadar çok ihtiyacı olsun ki?"

"Çünkü mecburum."

Bu yeterli bir cevap değildi. Yaşadığım stresin, şaşkınlığın ve derinden gelerek beni sarsan şokun etkileri hâlâ bedenimdeyken periyi daha fazla köşeye sıkıştırabilecek hâlde hissetmiyordum kendimi.

Bir tangırtı sesiyle irkilerek omzumun üstünden yana doğru baktım ve ilerideki büyük metal çöp kovalarının önünde duran Araf'a bakakaldım. Yuvarlak çöp kutusu kapağını çıplak kasıklarının üzerine gelecek şekilde önüne koymuş, yüzünde muzip bir sırıtışla bize bakarken ışıklarından arınmış gibi görünüyordu.

Ve saçları hâlâ upuzundu.

"Şey," dedi mahcup bir sırıtışla. "Hanımlar. Bu konuyu daha giyinik olduğum bir yerde tartışsak nasıl olurdu?"

🦂

Her şey, bir evin yıkılması, o yıkıntının içinden paramparça ama sağ çıkmak gibiydi.

Cam kırıklarıyla süslenmiş elbise hâlâ üzerimdeydi, pansiyondaki tek kişilik yatağın üstüne oturmuş duştan gelen su sesini dinlerken yorgun hissediyordum. Peri'nin yanından ayrıldığımız o silik ânı hatırladım. Bize neden gelmeyeceğini söyleyemeyeceğini ama gösterebileceğini söylemiş, yarın için bizi evine davet etmişti. İlk baştaki saldırgan tavrı artık daha barışçıl geliyordu, sanırım bunun nedeni Araf'ın onu o yaratık kılıklı tanrıdan kurtarmasıydı.

Ayağımdaki yüksek topuklu ayakkabıları çıkarıp, topuklunun üzerindeyken çok hareket ettiğim için sızlamaya başlayan ayak parmaklarıma dokundum. Sert ve sıcak parmaklarımın derisi kanayacak gibi şişmişti, yanaklarımın içini şişirerek gözlerimi tavana doğru çevirdim. Araf'ın saçlarının neden birdenbire uzadığını düşünmek istemiyordum, o saçların ortasında duran yüzü hâlâ ona aitti ama o, görmeye alışkın olmadığım görüntüsünün içindeyken bana çok yabancı gelmişti.

Suyun sesi kesildi, yaklaşık beş dakika sonra Araf altında gri bir eşofman, üstünde beyaz bir tişörtle odaya girdi. Islak, uzun saçları beline kadar iniyordu. Garipsediğim görüntüsünü normalden daha büyük bir dikkatle incelediğimi fark edince omzunun üstünden bana doğru baktı. Baktığı yöndeki kolundaki akrep dövmesinin küçük bir kısmı beyaz tişörtün altında kalmıştı ama yarısından fazlası görünüyordu.

"Saçlarım mı dikkatini çekti yoksa neden içeri belimde kaymaya çok yakın minik bir havluyla gelmediğimi mi düşünüyorsun? Eğer düşüncen ikincisiyse söyleyeyim, o klişeyi çoğu filmde ve kitapta işlediler. O yüzden gerek duymadım."

"Daha önce de böyle saçlara sahip birini görmüştüm," dediğimde tek kaşını kaldırdı. "Bana birdenbire onu hatırlattın."

"Bir tanıdığın mı?"

"Hayır. Yan flüt çalan biriydi, kimono giyiyordu, onu ormanda büyük bir ağacın üstünde müziğini yaparken görmüştüm," dedim, gözlerimdeki şüpheyi hemen çözümledi. Her nedense bu şüphe onun yamuk bir şekilde gülümsemesine yol açtı. Ondan şüphelendiğimi, o adam olup olmadığını merak ettiğimi biliyordu. Yeşil gözleri manalı bakıyordu.

"Benim o olduğumu mu düşünüyorsun Hera Günseciğim?" diye sordu muzip bir sesle ama bu muzipliğin altında saklanan tehlikenin yeli bedenimde geziniyormuş gibi ürperdim.

"Sonuçta ağzından neredeyse sadece bir Kar Leoparı olmadığını kaçıran kendindin," dediğimde şaşkınlığını hissettim.

Yeşil gözlerinin içindeki karanlık bir kuyuyu anımsatan siyah bebekler genişleyip, saniyeler içinde eski formuna geri döndü. Beni dikkatle tarayan gözlerinin ardında gizlenen asıl yüzü merak ettim; şu an aslında kendi kafasının içinde beni ne tür bir ifadeyle izliyordu? Bazen onun yüzünün boş bir tuval olduğunu, duygularını yansıtmamak için bu tuvalle dolaştığını düşünüyordum.

"Sessiz kaldın," diye mırıldandım, kuşkulu yükselen sesimle alay etmedi, bana uzun uzun baktıktan sonra sırtını bana dönüp kendi yatağına doğru gitti. Deri spor çantasını açtığını gördüm, çantanın içinden beyaz bir çaput parçasına sarılı şeyi çıkardı. Çaput parçasını açtı ve makas gümüş bir hançer gibi parladı. Kaşlarımı çatarak onu izlemeye devam ediyordum.

"Alberta bizim için yeni havlular getirdiğini söylemişti," dedi gözleri makastayken. Bakışlarım yatağımın ucundaki yorganın üzerine koyulmuş beyaz havlu yığınına kaydı. "Bana büyük bir havlu verebilir misin Hera?"

"Elbette." Havluyu alıp ayağa kalktım, usul adımlarla ona doğru ilerledim. Aramızdaki gergin sessizliği kalbimin atışları bozuyordu; nabzımın sesini, damarımda akan kanın uğultusunu işitebiliyordum ve bu sinir bozucuydu. Bir süredir kulaklarım sadece hafızalara değil, kalp atışlarına, nabza ve kana da duyarlıydı.

Birdenbire saçlarını kesmeye başlamasını beklemiyordum.

Uzun, oldukça gür saçlarını şekilsiz bir şekilde gelişigüzel kesiyor, büyük saç parçaları kalıplar hâlinde havlunun üstüne düşüyordu. Saçlarını kestiği esnada gözleri üzerimdeydi, pürdikkat bana bakıyor, kalıp kalıp saçlar makasın ağzından çıkan tok ses eşliğinde havluya düşüyordu.

Zihnimde rengi kan kırmızısı olan düşüncenin altyapısını güçlendirecek o soruyu sordum. "Saçların her seferinde böyle uzuyor mu?" Gözleri gözlerimden ayrılmasa da kelimeleri o kadar kayıptı ki sanki baktığı yerde beni görmüyor, beni asla duymuyordu. Bir öbek saç daha makasın ucundan havluya düştüğünde yerimden kalktım ve onun önüne kadar gelip gözlerimi yüzüne diktim.

"Kar Leoparı olman dışında bir şey daha var. O uzun saçlı insan hâlin, o an bir yırtıcı değildin, bir insandın ama kendine de benzemiyordun. Sık sık o şekli alıyor musun?" Elimi yavaşça hâlâ uzun olan saç tellerinden birine doğru uzatıp kaşmir siyahı saç telini parmaklarımın arasına alarak aramızda uzattım. Bana bakışları yoğunlaşmıştı. "Bu şekli sık sık alıyorsan saçların da sık sık böyle oluyor, sen de sık sık kesiyorsun demektir. Peki, anladım."

Gözlerinin içinde bir şeyler görme çabasıyla ona daha dikkatli baktım. O gözlerde hem birçok şey vardı hem de hiçbir şey yoktu. Sessizliğin sürmesi, aramızdaki tuhaf hâlin artmasına neden oluyordu. Bana ve bulunduğum tahminlere cevap vermemesini garipsemediğimi söyleyemezdim, öte yandan bir sırrı olduğunu en başından beri zaten biliyordum. Hislerim beni daima doğru olana götürüyordu.

Sonunda yamuk yumuk kestiği saçlarına bakıp, "Bu konuda pek becerikli gibi durmuyorsun," dedim ve bakışlarındaki soğukluğun kaybolduğunu, bilinmezliğin silindiğini fark ettim. Gözleri şimdi daha kendisinin gibi bakıyordu. Ama kim bilir, belki de şu an bana böyle alayla bakan gözler aslında bir yabancınındı, onun asıl kimliği beni izleyen soğuk gözlerde gizliydi.

"Bir önerin var mı?" diye sorarken kendisi ya da takındığı maskesi gibiydi; alaycı ve ukala.

"Sanırım kendini sıkı acındırdığın için sana yardım etmeyi teklif edeceğim."

"Vay canına, çok yüce gönüllüsün Heracığım." Gözlerinde muzip parıltıların dolaştığını gördüm. Kuzeyin ışıkları gözlerinde gibiydi, bu izlemeye değer bir manzaraydı. Yine de tam bir aptal olduğu gerçeği yok sayılamazdı. Makası bana doğru uzatınca gözlerim makasa indi. Elinden makası aldığımda yatakta kayarak bana da yer açtı ve yatağa çıkıp tam karşısına oturdum. Havluyu aramıza çektikten sonra kaşmir siyahı saçlarına dokunup yamuk parçaları yavaşça kırparak düzeltmeye başladım. Yüzlerimiz arasında on beş santimlik bir mesafe vardı, sıcak nefesinin tenime çarpışını, hücrelerime dağılışını hissediyordum. Ruhuma üflüyor gibi hissettiriyordu.

"Nefesini bu kadar sık yüzüme verme," diye fısıldadım kaşmir siyahı saçlarına bir defa daha makas vurmamın hemen ardından.

"Nefesimde rahatsız edici bir koku mu var?" diye sordu, ilk kez onu çok masum görerek yüzüne uzun uzun baktım.

"Hayır, nefesin kötü kokmuyor."

"Misvak çubukları çiğnerim her zaman," dedi yüzüne yayılan hain bir sırıtışla.

"Misvak gibi kokuyor da diyemem..."

"Kırıcı olma."

"Tamam, kötü bir koku değil. Temiz kokuyor."

"Temiz kokmak nasıl? Unutma ki bazı yerlerin tuvaletleri de temiz kokar."

"Alıngan mısın, kuşkucu musun yoksa sadece şapşalın teki misin anlaması güç." Parmaklarım saçlarında kayınca boğazından gürültülü bir nefes sesi geldi. Bakışlarım doğrudan boynundaki belirginleşen damarlara, ardından da gözlerine kaydı. "Bu da neydi kedicik?" diye sordum.

"Bunu söylemem hoşuna gitmezdi."

"Erotik yersiz şakalarından birini yapacaksan, deneme bile."

"Şaka değil."

Tek kaşımı kaldırıp, "Neymiş o zaman?" diye sordum.

"Saçlarım uzadığında hassaslaşıyor." Anlamadığımı belirtmek ister gibi kaşlarımı kaldırınca, "Yaklaşık beş dakikadır parmakların kasıklarımda dolaşıyormuş gibi hissediyorum, bu yeterli oldu mu?" diye sordu çat diye.

Yaşadığım şiddetli şaşkınlığı gözlerimde gördü. Hiçbir şey yokmuş gibi parmaklarımın arasında tutmaya devam ettiğim saçlarını bırakmadım, sadece bu bilginin hafızam tarafından sindirilmesini bekledim. Ne demek istediğini daha iyi kavramak, yanlış anlamalardan uzağa götürüp bu cümleyi yeniden değerlendirmek istedim. Ama ne demek istediği açık ve netti. Saçları uzadığında hassaslaşıyor, onu etkileyen bir silaha dönüşüyordu ve ben dakikalardır o silaha dokunuyor, o silahı okşar gibi kavrıyordum.

Sertçe yutkunduğunu yutkunuşunun âdem elmasında yarattığı kavisten anladım. Bir şey söylemeden saçlarına yavaşça dokunup saçlarını kısaltmaya devam etsem de, verdiği bilgi yüzünden benden beklenmeyecek şekilde gerilmiştim. Bu gerginliğin sebebi, gözlerinde gitgide var olan tutkuyu görmek, dahası farkında dahi olmadan o tutkuya dahil olmaktı. Parmaklarım kaşmirlerinde dolaştı, genzinden akan nefesin sesini duydum; buna kalp atışları da eklendi. Araf'ın kalbinin vuruşları çok yavaş ama şiddetliydi, bir insanın kalp atışlarından daha farklıydı; hem güçlü hem de derinden geliyordu.

Sonunda saçları eskisi kadar kısaldı, daha düzgün görünüyordu. Ellerimi geri çekip, parmaklarımın arasında hâlâ ona ait saç kırıkları varken yüzünü ve saçlarını kontrol etmek adına onu süzdüm. Vahşi bakışları yüzümde olsa da çok sakin görünüyordu; yalnızca gözleri girdap gibi aktif ve yutucuydu.

"Eskisi gibi oldu," diye mırıldandım saçlarına bakarak.

"Sana borcumu nasıl ödemeliyim?" Sorusu boğazının derinliklerinden gelen karanlık bir inilti gibiydi. Bakışlarımız tekrar buluşunca komodinde güçsüzce yanan abajurun ışığı parazitlendi, bir an bu güçsüz ışığı bile patlatabilecek kadar yoğun bir enerjinin açığa çıktığını hissettim.

"Yarın periyi ikna et, yeterli." Ellerimi avuçlarımı birbirine sürterek havluya silkelerken bana baktığını hissedebiliyordum. Tek kaşımı kaldırarak, "Kuduz köpek gibi bakmayı da kes," diye homurdandım.

"Öyle mi bakıyorum?"

"Evet, çiftleşme isteğini göstermek için sahibinin bacağına kerkinen bir köpek gibi görünüyorsun," diye homurdanarak yataktan kalkmaya yeltendiğimde sıcak parmakları bileğimi kavradı, gözlerim hızla ona doğru çevrildi ve sarı saçlarım yüzümün iki yanından öne doğru sarkarak yüzümü kafesledi.

"Bu pozisyonda sahibim sen mi oluyorsun?"

Kaşlarımı çatarak yüzüne doğru yaklaşmam Araf'ın nefesini tutmasına neden oldu. Yüzlerimiz arasında sadece iki, üç santim kaldığında durdum ve "Sahibin ben olsaydım bileğimi bu şekilde kavramaman gerektiğini iyi bilirdin," diye fısıldadım karanlık bir sesle. Ruhsuz bakan gözlerinin içinde çakan o ışıltı daha yoğun bir tutkunun yere düşen gölgesi gibiydi.

"Sende sandığımdan fazlası var," dedi. "Ne kadar aksini iddia etsen de, benimle küçük oyunlar oynamayı seviyorsun taş bebeğim."

Boşta duran elimi kaldırıp çenesine dokundum, parmaklarımın arasına aldığım çenesinin kaskatı olduğunu hissettim. Parmak uçlarımla hafifçe havaya kaldırdığım çenesinin etkisiyle gözlerini biraz daha aşağı indirmek zorunda kaldı. "Yazık sana kedicik," dedim gülümseyerek. "Nasıl da şirin şirin sürtünüyorsun bana."

"Bu şekilde konuşarak beni daha çok etkiliyorsun," dedi, ses tonunda anlamlar yakalayamadım. Çenesini serbest bıraktığımda gözleri hâlâ gözlerimi esir almaya devam ediyordu.

"Bence sen her şeyden etkileniyorsun." Önündeki havluya baktım. "O saçları yok etsen iyi edersin, Alberta bu kadar kılı nerenden çıkardığını düşünecektir. Adın kurt adama çıksın istemezsin."

"Konuyu inanılmaz güzel dağıtma kabiliyetine sahipsin Heracığım," diye mırladı, ona aldırış etmeden kendi yatağıma döndüğümde, "Bu elbise tenine batmıyor mu?" diye sordu, yoğun bakışlarının bacaklarımda dolaştığını hissedebiliyordum.

Tenime batmıyordu ama biraz daha rahat bir şeyler giyip en azından bir iki saat uyumam gerekiyordu. Gördüklerim bir fani için skandaldı, benim içinse boş bir oyuğa bakmak gibi hissettiriyordu ama yine de fiziksel olarak gücüm çekilmişti.

"Aslında haklısın," dediğimde bakışlarının biraz daha yoğunlaştığını hissetmem için kâhin olmama gerek yoktu. Parmaklarım sırtıma kaydı, sırtımdaki görünmez fermuarın soğuk ucunu kavrayıp aşağı çektim ve yatağın kenarında, havluların yanında duran kıyafetlerime doğru ilerledim. Çıplak sırtımdaki gözlerinin ağırlığı bir noktada kaybolunca yavaşça ona doğru döndüm, gözlerini yere indirmiş, bana bakmamak için kendisiyle savaşa girmişti.

Gözlerim yüzündeyken elbisenin ince askılarını omuzlarımdan aşağıya doğru kaydırdım. Bir yanım bu saçmalığı durdurmamı istese de öteki yanım bu saçmalıktan haz alıyordu. Sert bakışlarım onun kemikli yüzüne sabitli bir hâlde üstümdeki elbiseyi aşağıya sıyırdım ve cam kırıklarından oluşan elbise ayak bileklerimin üzerine yığıldı.

İç çamaşırlarımla karşısında olmak beni utandırmadı ama sanki onu utandırmıştı; ya da utanmamış, sadece kendini dizginlemek için gözlerini yere sabitlemişti. Henüz bunun çıkarımını yapamıyordum.

Gözleri tenime dokunmasa da bedenimde onun enerjisini hissedebiliyordum. Sanki yeşil bir ışık olup yavaşça beni sarmıştı.

Beyaz tişörte uzanıp tişörtü kafamdan geçirdim, ardından siyah taytımı giydim bu süre zarfında bir kere olsun bana bakmayan Araf'ın yüzünü izleyerek yavaşça yatağa girdim. Sonunda yeşil gözler usulca bana dokundu, gözlerine çöken sakinliği izlerken sessizdim.

"Işık ister misin?" diye sordu, bu sorusu beni şaşırttığı için bir süre tepkisizce yüzüne bakakaldım. "Uyumanı kolaylaştırıyor. İstersen senin için bir düş kapanı da yaparım."

"Teşekkür ederim."

"Her zaman Hera."

Parmaklarını duvara dokundurduğu an ışıklar hızlı beş şerit şeklinde tavana ve dört duvara yayılıp ortada çarpışarak daha da genişlediler. Gözlerim yeniden kısa saçlı olan Araf'ın camgöbeği yeşili gözlerinde takılı kalırken elimi yanağımın altına koydum ve onun sırrıyla alakalı düşünceler zihnimi sardı.

Gücüyle bir olup hafızamı yavaşlatan ışığının uykumu getirdiğini hissettim.

Gözlerim ağırlaştığında Araf yavaşça silindi, önce yeşil ışıklı bir odanın içinde çırılçıplak uzanıyormuşum gibi hissettim, sonra bedenimin üstünü örten kanatlar olduğunu fark ettim. Gece mavisi rengindeki kanatlara sokuldum, çıplak bedenimi tamamen örten kanatlar beni ısıttığında yeşil ışık daha da yoğunlaştı ve o gece rüyamda Araf'ı gördüm. Elinde bir yan flütle buz tutmuş dolunayın altında ölümü hatırlatan bir müzik yaparken saçları tıpkı bugün olduğu gibi uzundu ve üzerinde kırmızı kimonosu vardı.

Uyandığımda bedenim daha dinçti. Tıpkı uyandığımda olduğu gibi, ılık bir duş alıp yeni kıyafetlerimi giydiğimde de Araf odada değildi. Dağılan kıyafetlerimi toplayıp çantaya yerleştirdim, çünkü bugün burada geçireceğimiz son gün olduğunu düşünüyor, öyle olmasını umut ediyordum. Önce perinin bizi davet ettiği evine gidecektik, sonra da şansımız varsa onu bizle beraber dönmeye ikna edecektik. Telefonumun pili bomboştu, Araf da telefonunu bildiğim kadarıyla bir benzin istasyonunda şarj ediyordu.

Alberta resepsiyon gişesindeydi, elinde bir sineklikle gişe camına üçüncü sivri sineği yapıştırdığı sırada beni fark edip gülümseyerek bana doğru döndü. Müthiş bir aksana sahipti ve bana yabancı dilde, "Hayatım, günaydın," dedi. "Eğer aptal romantiği arıyorsan benzinliğe gittiğini söylememi istedi."

"Teşekkürler Alberta." Gözlerimi önündeki muhasebe defterine indirdim. "Bu pansiyonda yalnız mısın? Yani, bir temizlik görevlisi gördüm ama onun dışında birilerini gördüğüm söylenemez."

"Ah, dilimi oldukça iyi konuşuyorsun." Sinekliği bir kenara bırakıp muhasebe defterinde bariz açıklığa iç çekerek baktı. "İşler kötü kızım, cidden. Yılın bu zamanlarında iyi işler yapardım, güzel para kazanırdım. Bilirsin, şehrin müzisyenleri sokak serserileri gibidir, yakışıklı ve beş parasız olurlar, bu yüzden pansiyonları tercih ederler ama son zamanlarda hiç iş yapamıyoruz. Çalışanlarımın parasını ödeyemediğim için onları azat ettim maalesef. Umarım hepsi iyidir."

Gişenin çaprazındaki resepsiyon bankosuna yaslanıp, "Yalnızlığından daha önemli bir şey varsa bu da önemsediğin insanlar, değil mi?" diye sordum yavaşça. Alberta'nın pürüzsüz esmer yüzünde bir renk kaybı yaşandı, ardından bana tıpkı zeytin gibi iri kara gözleriyle baktı. Hafızasındaki sesleri duyamadığımı tam da o saniyede fark ettim.

"Öyle mi görünüyor?"

"Evet," diye mırıldandım. Kadının hafızası koca bir duvarla önü kesilmiş şekilde içeri girişimi engelliyordu. Şaşırsam da hafızasını zorlamaya devam ettim. Özel hayatını merak ettiğimden değil, bu duvarın sebebini anlamak istediğimden yaptım bunu.

Alberta muhasebe defterini kapatıp bana doğru döndü, altın rengi tabakasından bir sigara çıkarıp dudaklarının arasına yerleştirirken, "Kızım," dedi. "Kalp böyledir işte. Birilerini önemseyip kendinden önceye koyarsın ve sonra senin bir önemin yoktur."

"Kendine haksızlık ediyorsun gibi geldi."

"Boş ver," dedi elini sallayarak. "Sigara içer misin?"

"Teşekkürler, istemiyorum." Omzumun üstünden pansiyonun cam kapısına doğru baktım. Perinin yanına gidecektik ve Araf hâlâ dönmemişti. Alberta'nın yüzümde yoğun bir şekilde bekleyen bakışlarını hissedince ona doğru döndüm.

"İsmin Hera'ydı, değil mi?"

"Evet."

"Bir tanrıça ismi," dedi gülümseyerek.

"Annem mitolojiyi severdi."

"Severdi?"

"O artık aramızda değil."

"Aman Tanrım, çok üzgünüm." Gözlerini kaçırdı. "Ama yine de aramızda olmadığını söylememelisin. Çünkü her zaman aramızda dolaşırlar."

"Bu inanmayı tercih ettiğim bir şey değil."

"İnançlar tercih meselesi midir? Gerçek olan bir şeye inanmamak ahmaklık olmaz mıydı?"

"Gerçekliği kanıtlanmamış bir şeye inanmak ahmaklıktır."

"Realist bir kadınsın," dedi Alberta, yoğun sigara dumanı koyu renk dolgun dudaklarının arasından usulca süzüldü. "Epey de güçlü görünüyorsun. Nereden buldun o şaşkolozu?"

"O beni buldu."

"Peşinden ayrılmadığına eminim," dedi sırıtarak. "Şapşal birine benzese de iyi kalpli gibi duruyor."

"Sen yanlış anladın. Biz sevgili değiliz," dedim kadına duyduğum sempatiden dolayı ona dürüst olmayı seçerek.

"Ona göre öyle gibisiniz." Alberta tekrar güldü. Hafızası hâlâ oldukça sessizdi. Bu sessizliğin nedenini merak ederek ona daha dikkatli, alıcı gözüyle baktım. "Duyamıyor musun?" diye sormasını beklemediğim için yüzüm anında kireç rengine döndü.

"Anlamadım?"

"Uzun süre doğaüstülere hizmet verdim," dediğinde şaşkınlığım artık tüm yüzüme dağılmıştı. "O kadar uzun yıllar bir arada olunca hâliyle erebos kapanı da güçleniyor. Bir doğaüstü değilim ama hizmetkarıyım, o yüzden benim de duvarım oluştu."

Şaşkınlığımı görmek Alberta'nın derin gamzelerini göstererek daha geniş bir şekilde gülümsemesine neden oldu.

"Hafızamı kurcaladığını fark ettiğim an seninle ilgili fikirlerim oluşmuştu," dedi, sesi keyifle şakıyan güzel bir kuşun sesini anımsatıyordu. "Romantik aptalı gördüğümde de enerjisini hissettim." Elini yakaları keskin tişörtünün içine sokup ucunda sivri bir kaplangözü olan kolyeyi çıkardı. "Bu kolye hizmet ettiğim bir doğaüstünün büyüsüyle mühürlü. Sizi algılamamı sağlıyor," dedi hevesli hevesli.

"Hizmetten kastın nedir?"

"Uzun süre oldukça güçlü bir doğaüstü ailesinin muhasebesini tuttum, bir zamanlar bu pansiyon da onlardan birine aitti. Bu pansiyonu ve içinde çalışanları bana bıraktılar." Sigarasını dudaklarına götürürken uzun uzun düşündü. Sigara dumanı yeniden dudaklarının arasından boşluğa süzüldü. "Şimdiyse yalnızım. Artık ne insanlar ne de doğaüstüler buraya uğramıyor. Serseri müzisyenlerin bile uğramadığı bir yere dönüştü. Sadece bir müzisyen doğaüstü var, güneye geldiğinde mutlaka yanıma uğrar."

"Müzisyen doğaüstü mü? O da kim?"

"Bir Tulpar," dedi ve o an gözlerim kısıldı. "Sayıca çok azlar, nadir bir doğaüstü türü."

Alberta'nın bahsettiği Tulpar, Noyan'ın bahsettiği Tulpar olabilir miydi? Alberta gözlerimdeki soru işaretlerini anlamış gibi, "Ne oldu?" diye sordu.

"Tulpar'ın ismi nedir?"

"Ah..." Alberta defteri açtı, üç sayfa geriye gittikten sonra, "Aytuğ," dedi. "İsmi Aytuğ."

"Nereden geliyor?"

"Batı'daki bir sahil kasabasında müzik yaptığını biliyorum. Vinu kasabası olmalı."

Vinu kasabasını biliyordum. Eskiden, yani annemi kaybetmeden önce ailecek oraya giderdik. Oranın iklimi daha sıcaktı ve denize girme şansımız olurdu. Annem okyanustan korkardı ama Hemera ve ben en çok okyanus kenarında denize girmeyi severdik. Yine de bize kıyamadığı için korkusuna rağmen okyanus kıyısında denize girdiğini hatırlıyorum.

Babama sarılır ve "Sanki bizi yutacak," diyerek çocuk gibi ağlardı, babam da gülümser ve onun saçlarını öperdi. Eğer o zamanlara dönseydik onu asla zorlamazdım, hatta kasabaya tatile bile gitmemizi istemezdim. Eminim Hemera da istemezdi.

"Şapşal çocuk da geliyor," dedi Alberta sinekliğini eline alıp sallayarak.

Cam kapıya doğru bakınca onu gördüm. Montunun fermuarı açıktı, beyaz tişörtünü görebiliyordum, montunun şapkasını başına geçirmişti ve şapkası kürklü montunun içinde olduğundan daha genç görünüyordu. Bir elinde benzin bidonu tutuyordu, diğer eli cebindeydi. Mesafeye rağmen gözlerimi görebiliyormuş gibi doğrudan bana bakıyordu.

Alberta'ya, "Sanırım bu gece buraya dönmeyeceğiz," dediğimde başını salladı. "Borcumuz nedir?"

"Bu sabah senin hayta borcunuzu ödedi. Cebinde akrep mi var bu çocuğun? Kızım, resmen taksitle ödemeyi teklif etti. Burası kentin en ucuz pansiyonu..."

"Biraz cimri," dediğimde Alberta, "Biraz mı?" diye sordu.

"Kulaklarım çok iyi duyar hanımlar," derken cam kapıyı iterek açmıştı. "Sadece tutumlu diyelim."

"Nerede kaldın?"

"Beni mi özledin hayatımın kadını? Benzin aldığım yerin beni kazıkladığı hissine kapıldım. Ben de bize en uygun fiyatlı benzini bulabilmek için kentin öbür ucuna kadar seksi bacaklarımın üstünde yürüyerek gittim." Elindeki bidonu havaya kaldırdı. "Arabayla gitsem çok yazardı, yürüdüm, sağlıklı bir birey olarak yürümeyi tavsiye ederim. Sadece ben değil, doktorlar da tavsiye ediyor. Hareketsizlik damar tıkanıklığına yol açar, benim bol damarlı bedenimin daha çok harekete ihtiyacı var anlayacağın."

Alberta gözlerini devirerek gişeye doğru yürüdüğü sırada, "Sevgili Karadul Örümceği," dedi Araf. "Bizi sakallı bir amca yüzünü seksi vücudumuza sürtüyormuş gibi hissettiren keçeleşmiş nevresimlerin ve soğuk akan duşun dışında mükemmel ağırladığın için sana teşekkür ederiz."

"Görüşmek üzere." Alberta bana gülümsedi. "Sizi yeniden görmeyi çok isterim." Gözleri bu defa Araf'a dokundu. "Seni o kadar da çok istemem."

"Yalan söyleme, sevdin beni."

"Siktir git."

Araf bana bakıp, "Gördün mü? Hiç kimse siktir git dediği birine boş değildir," dedi. "Hadi, gidelim."

"Çantanı almayacak mısın?"

"Arabada."

Deri ceketimin fermuarını boğazıma kadar çektikten sonra siyah topuklu botlarımla zemine tıkırtılar bırakarak pansiyondan çıktım. Son kez Silver yazısına baktım, gişede duran Alberta gülümseyerek el sallıyordu. Ona el salladığımı gören Araf, cipin motorunu çalıştırırken, "Yaşlı kadınlarla bağ kurabildiğini bilmiyordum," dedi. "Daha çok 'zaten tersimdesin, yüzüne bir tane koyarım' der gibi bir hâlin var da."

"Zaten tersimdesin."

"Üzgünüm ama bu kadar ters olman beni sadece kışkırtıyor, korkmuyorum, hoşuma gidiyor," dedi eğlendiğini belli eden bir sesle. Ona aldırış etmedim. Aklım hâlâ dünkü manzaradaydı; onun uzayan saçları bana o gün gördüğüm kimonolu adamı hatırlatıyordu. Bir yanım bir şeylerden ne kadar eminse, diğer tarafım o kadar kör hissediyordu ve el yordamıyla yolunu bulmaya çalışıyordu.

Düşüncelerin getirisi olan bir suskunluk dilime bulaştı. Yol boyunca o da tıpkı benim gibi sessiz kalır sanmıştım, çünkü dün yaşananların gerginliği hâlâ hissediliyordu. Öte yandan bana saçlarının esas sırrını vermemişti, aslında ne olduğunu bilmiyordum ve bu ona karşı şüpheyle yaklaşmama neden olacaktı.

Tüm bunlara rağmen gözleri beni buldu ve "Alberta'nın bir hizmetkar olduğunu öğrenmişsin," dedi. Gözlerim griye boyanmış yoldaydı. Sanki yağmur yağacaktı, hava çok kasvetli görünüyordu. Kızıl Yaka üzerine yayılmış kan rengini kaybetmiş, şu an kül rengindeydi.

"Evet. Sen en başından beri biliyordun, değil mi?"

"Evet," dedi. "Kaplangözü taşını genelde hizmetkarlar takar. Bu taşlar hizmet ettikleri doğaüstü tarafından mühürlenmiş muskalardır."

Perinin evine giden köhne yollardan geçtiğimiz sırada, "Tulpar'dan bahsetti," dedim. "Noyan'ın bahsettiği adam olabilir mi?"

"Muhtemelen öyledir. Tulpar soyu tükenmiş bir tür. Zeyna onu saklandığı delikten çıkaracaktır."

"İsminin Aytuğ olduğunu söyledi."

"Alberta mı?"

"Evet. Biraz sohbet etmiştik."

"Çevrendeki herkesi güzelliğinle büyüleyip onların bülbül gibi her şeyi şakımasına neden oluyorsun," diye alay ettiğinde, "Seni büyüleyemedim mi?" diye sordum ve bu sorunun onu duraksattığını gördüm.

"Ben ağzı sıkı bir adamım ve sen de en çok beni büyülediğin kişinin ben olduğumun farkında bir kadınsın," dedi, sesinde alay olmasa da bakışları oyunbazdı.

Başımı koltuğa yaslarken, "Bir tanrı öldürdüğün için peşine bir şeyler düşecek mi?" diye sordum, sorum onu şaşırtmadı. Zaman yavaşça akıyor ve yol bizi yeni bir maceraya doğru sürüklemeye devam ediyordu. Kısa sessizliğin ardından başını iki yana salladı.

"Sanmıyorum."

"Bu net bir cevap olmadı."

"İhtimaller her zaman vardır Heracığım."

"Yani her an bir doğaüstü götü tekmeledin diye peşimize yeni birileri takılabilir?" diye sorarken düşüncelerin yarattığı kırışıklık alnımın üzerine yeni bir desen gibi yayıldı.

"Belki de her an peşimizde birileri vardır."

"Belki dediğine göre kesin öyle."

"Konuyu bir anda değiştiriyor gibi görünmek istemem ama aklıma bir şey takıldı. Şu insan dostunuz Donovan, Hemera'ya âşık, değil mi?"

"Evet."

"Çok yazık, Rose onun çıldırıyor gibi görünüyordu."

"Bazen gözünün önündekini görmezsin çünkü görmek istediğin şeye odaklanmışsındır," diye mırıldandım. "Onların gönül ilişkileriyle ilgilenmiyorum açıkçası."

"Hemera, Donovan'ı biraz bile umursamıyor."

"Doğru. Hemera genel olarak erkekleri umursamaz. Onlarla eğlenir, onlar için üzülmez."

"Sen?" diye sorunca omzumun üstünden ona baktım. Henüz sabahın erken saatlerinde olmamıza rağmen gökyüzü akşamın habercisi gibi kararmıştı, bulutların karanlık bir kervan gibi hareket ettiğini Araf'a baktığım o kısa süre zarfında camın ardından görebilmiştim.

"Ben, ne?"

"Sen Hemera gibi misindir? Neticede ikizsiniz." Büyük elleri direksiyonu kavrarken gözleri de düşüncelerimi kavramak istiyor gibi yüzümde dolaşmaya başlamıştı.

"Ben ne üzülürüm ne de eğlenirim," dedim. "Uzun ilişki insanı değilim. Genel olarak sevgililerim olduysa da kısa sürmüştür. Fiziksel çekimden ileri gitmedi."

Gözlerinin su kadar berrak yeşilinin üzerinden fırtına yüklü bulutlar geçip gitti.

"En son ne zaman bir sevgilin olduğunu merak ediyorum. Geçen sefer yanıtlamamıştın," dedi, merakının nedenini sorgulamadım, umursadığım da söylenemezdi. Boynumu esneterek önümde uzanan karanlık yola doğru bakarken yanaklarımın içini şişirdim.

"Bir kumandan ile iyi vakit geçirmiştim sanırım," dediğimde sessizdi. "En son onu hatırlıyorum. Sevgili olacak kadar vakit geçirmedik. Bir iki kez yemeğe çıktık."

"Hemera kadar olmasam da çapkınım mı diyorsun?" diye sordu, sesi muzipti, oyununa katılmak istemediğimden gözlerimi devirdim.

"Sadece periyi alıp gitmek istiyorum."

"Kumandan nasıl biriydi?"

Ona neden bunu irdelediğini merak ediyormuş gibi bakarken, "Hatırlamıyorum?" dedim sorar gibi.

"Hadi ama eğlendiğinizi söylemiştin. Yoksa bir gönül yarası mı?"

"Çok meraklısın," dedim buz gibi bir ses ve çatılmış kaşlarla. "Yatak arkadaşlarım hakkında konuşmak zorunda olduğumu bilmiyordum. Ben sana en son kimle s*kiştiğini sordum mu?"

"Sorsaydın cevaplardım," diye alay etti ama gözleri hâlâ keyifsiz bakıyordu. Cip biraz daha hızlanınca altımızdaki yolun kayıp gittiğini hissettim. Ara sokaklardan birine girdiğimizde perinin evine son derece yakın olduğumuzu fark ettim, çünkü perinin evine yaklaştıkça sokaklar daha da köhne bir hâl alıyordu.

"Kumandan kaç yaşındaydı?" diye sordu, sesi sakindi, oyunbaz değildi. Göz ucuyla ona baktığımda bana değil, yola baktığını gördüm.

Bazı insanların yüzünde sakinliği görmek, aslında kıyamete rastlamak demektir. Sanki onun yüzünde kıyamete rastlamıştım.

"Yirmi dokuz yaşındaydı herhâlde."

"Yaşını unutmamışsın ama onu unutmuşsun," diye alay etti, yine de bu alay her zamanki parlaklığını taşımıyordu; hatta neredeyse karamsardı.

"Herhâlde dedim, kesin bir bilgi vermedim. Gören de kumandanın yerinde olamadığın için yas tuttuğunu sanacak kedicik."

"Kim bilir?" diye sormasını beklemiyordum. Yüzü aniden benden tarafa dönünce gözlerimiz birbirine çakıldı ve az ileride damar gibi belirginleşerek gökyüzünü aydınlatan şimşek yüzümüzde yansıdı. "Belki de öyledir."

Bazen durgun suya atılan bir taş gibi hissederdim. Usulca fırlatılırdım ve o suyu bulandırarak dibe doğru ilerlerdim. Bunu arkamda bıraktığım geçmişe benzetiyordum. Yavaşça dibe giderken arkamda bıraktığım o kaosu hatırlatıyordu bu bana. Evet, bir taştım, dibe doğru giderken suyu bulandırıyordum, dibe çöktüğümde suyun yeniden eski durgunluğunu kazanması zaman alıyordu. Geçmişimin bana açtığı yaraların iyileşmesi zaman alıyordu ve çöktüğüm dipte bu yaralarla savaşıyordum.

İnsanları kendimden uzağa itiyordum. Dokunuyordum, parmak uçlarımdaki izleri onlara bırakıyordum ve sonra onlara bağlanmadan yavaşça o kıyıdan ayrılıyordum. Kalbimle dokunmamıştım kimseye. Çünkü kalbimle dokunduğum herkesi kaybetmiştim. Önce annemi, sonra Hemera'yı sonra da babamı. Babam her zaman yanımdaydı ama yaşadığımız acılar üzerimize bir mezarın üzerine atılan soğuk toprak gibi atılmaya başladığında o kadar dipte kalmış, o kadar gömülmüştü ki babam da ben de farklı yerlere savrulmuştuk.

Şimdi Hemera yanımdaydı ama bir zamanlar onu kesin olarak kaybettim düşüncesi hâlâ içimde yankılar oluşturan derin bir sızıydı. Belki de bu yüzden dokunduğum her bedende kalbimden değil, yalnızca tenimden izler bırakıyordum.

Bir an için Araf'ın sınırlarımın etrafında dolaşan bir yabancı olduğunu, onu içeri almam durumunda benden bir parça hâline gelme ihtimalini düşündüm ve bu beni ağrıttı. Donovan ve Rose ile kurduğum bağ eskiye dayandığı için koparmak, yok saymak imkânsızdı ama yaratacağım yeni bir bağ beni derinden zedeleyebilirdi. Bunu istemiyordum.

Araf'ın gözleri gözlerimdeyken daldığım düşünceler sanki onun da görebildiği kadar çıplak ve savunmasızdı; bir an ona yakalandığımı düşünerek gözlerimi kaçırdım ve cipin çoktan perinin yaşadığı sokağa girdiğini fark ettim.

"Gelmişiz," diye mırıldandım emniyet kemerime yönelirken.

"Senin kara gözlerini bu denli hüzünlü kılan ne bilmek ve yok etmek isterdim." Bir bıçak gibi soğuk, keskin ve kaçınılmaz cümlesi göğsümün içini yarıyormuş gibi hissettiğimde ona doğru bakamadım; gözlerim son baktığım yerde asılı kalmıştı. "Belki sen bunu yapanın ben olmamı istemezdin ama ben bunu yapan kişi olmak isterdim."

Bu, o an için kurduğu son cümleydi. Beni daha fazla zora sokmak, düşündürmek, dalıp gitmeme neden olmak istemiyor gibi kapıyı açtı. Soğuk içeri daldı, Araf dışarı çıktı. Kapıyı yeniden kapattığında onu doğru baktım, aracın önünden ileri doğru yürümeye başlamıştı bile.

Annem bana, "Kalp beklemez Hera," demişti, bunu hatırladım. "Sen kalbinden kaçtığını sanabilirsin ama kalbin seni hiç terk etmez."

Cipin kapısını açıp kendimi karanlık gökyüzünün altına bırakırken bakışlarım hâlâ Araf'taydı. Önce merdivenlerin basamaklarını tırmandı, ardından binanın zilini çaldı. Çıkan anlık bir bildiri sesinin ardından kapının açılırken çıkardığı tok ses duyuldu ve Araf omzunun üzerinden bana bakarak kapıyı itip açtı.

Üst kata giden merdivenler soğuk, karanlık ve rutubet kokuluydu. Araf önümde ilerliyordu, dar ve dönemeçli merdivenleri tırmanırken ikimiz de sessizdik. Tavandan zemine damlayan o suyun sesi ve yere düşen adımlarımızın sesi dışında ortamda çıt dahi yoktu. Düşüncelere odaklanmadım, hafızaların tamamını yok saydım. Üçüncü katta, tüplü bir televizyonun karşısında maç izleyen göbekli adamın televizyonundan gelen sunucunun sesini ve hatta birasının köpüğünün sesini bile yok saydım.

17 numaralı dairenin önüne geldiğimizde zili çalmamıza gerek kalmadı çünkü peri bizi hissedip çoktan kapıyı açmıştı. İçeriden yoğun bir naftalin kokusu peri ile beraber dışarı süzüldü. Son iki gündür gördüğüm bakımlı hâlinin aksine eşofmanlarının içindeki perinin saçları dağınık bir şekilde topuzdu, dudakları çatlak görünüyordu ve gözlerinin altında da uykusuzluğun getirdiği bariz belli olan morluklar vardı. Son iki günün aksine bize daha dost canlısı bir şekilde gülümsedi.

"Anne," diye mırıldandığını duydum zayıf, güçsüz küçük bir kız çocuğunun. Gözlerim perinin arkasına doğru kaydı, salon olduğunu düşündüğüm kapının pervazına yaslanmış bana bakan mavi gözlerin sahibini gördüğümde, Araf'ın da onu gördüğünü biliyordum.

Dört, beş yaşlarındaydı, kısa boyluydu, mavi gözleri cansız bakıyor, teni sanki bir ölüye aitmiş gibi fildişi renginde görünüyordu. Kesinlikle bir doğaüstüydü ama berbat hâldeydi. Onun zayıf kalp atışlarının sesini tıpkı o gece olduğu gibi yeniden duyduğumda gözlerim periye doğru kaydı ve Cennet Perisi'nin buruk bir şekilde gülümsediğini gördüm.

"Gelemem," diye fısıldadı acı içinde. "Çünkü kızım çok hasta."

🦂

Sizce perinin küçük kızının neyi var?

Bir çocuğu olmasına şaşırdınız mı?

Sizce peri onlarla beraber dönecek mi?

Tüm bunların cevabı gelecek bölümde...

Oy verip yorumlayarak destek vermeyi ve beni sosyal medya hesaplarımdan takip etmeyi unutmayın bebek kişilerim.
Instagram: binnurnigiz
Twitter: binnurnigiz

Buraya kadar okuyup bana destek verdiğiniz için teşekkür ederim. Sizi çok seven,

Binnur Şafak Nigiz

Continue Reading

You'll Also Like

308K 13.1K 53
İronisine yazılmış bir gerçek ailem+mafya kitabıdır düzenlenmeye alınmış olmasına rağmen saçma kısımları vardır 'Kraliçe Elsa' isimli ilk ve tek kurg...
20.3K 3.1K 47
Eski Veliaht Guan'ın kızı olan Lidena, babasını öldürmüş olan amcası Zeord tarafından sürgünden çağırılır. Ancak İmparator Zeord'un oğlu veliaht Gabl...
20.8K 870 65
Benliğinden kaçmak için çabalayan, aynaları kıran, bir ucube gibi giyindiği halde güzel yüzü sayesinde bir takım kahverengi gözleri cezbeden o genç...
106K 7.8K 38
Biyoloji öğretmeni Kim Taehyung, öğrencisi Jeon Jeongguk'a ödev verir. #201023 #010824