Hi everybody. Neyse selam. 11 günde bir bölüm geliyor lan düzene bak. Her neyse.
Bölümü violinisteda'ya ithaf ediyorum. Yorum için teşekkürler canım :) Ve ithaf istiyorsanız söyleyin yeter.
Veeeee ASIL SÜPRİZE GELELİM!
BUM BUM BUM.
okuyanlovatic ile beraber siz Little Wizard ve Wizardian'lara bir süpriz hazırladık!! Ancak süpriz için 10K'ya ulaşmalıyız. Süprizin amacı sizi ağlatmak olacak sanırım. Neyse.
Medyada bu aralar en sevdiğim şarkı olan Seksendört-Hangimiz var. Ve bu arada Eylem'in ağbisinin kim olabileceği konusunda bana bir öneride bulunabilecek olan var mı? Lütfen.
Ve bir daha ne zaman yeni bölüm eklerim bilmiyorum. O yüzden şimdiden diyeyim; TEOG'u ve sınavı olanlara başarılar. Başarabilirsiniz, size güveniyorum!
Hepinizi çok seviyorum <3 Benim için en değerli insanlarsınız <3 Teşekkür ederim hepinize.
"Bu yara nasıl oluştu?" dediğinde arkasına dönüp ecza dolabından ilaç almasını bekledim. Sorgulayıcı, yorgun ve hala parlayan yeşil gözlerinin odağı ilaçla benim aramda gidip geliyordu.
Başımı iki yana sallayarak yanıtladım onu. "Hatırlamıyorum."
"Peki nasıl oluştuğuna dair bir fikrin var mı?" diye sorduğunda yanıtı yine başımı iki yana sallayışım olmuştu.
"Hmm, pekala. En son ne zaman genel bir muayene oldun?"
Elimle çenemi ovalamaya başladım. İyi de; bırak en sonu, benim hatırladığım tek muayene vardı.
"1-2 hafta önce olması lazım."
"Önemli bir sorun çıkmış mıydı?"
Bacağım varlığını belirtircesine sızlayınca elimle yaranın etrafını ovaladım. Açıkçası bu doktorun verdiği ilaçlar bacağıma aşırı derecede iyi gelmişti. Dizimin altından ayak bileğime kadar giden yara artık diz kapağımın yakınındaki ufak bir daire şeklindeydi. Yaranın şekli pençeye benziyordu.
"Aslında hafıza kaybıyla ilgili sorunlar yaşadığım için muane olmuştum. Hatırladığım kadarında da böyle bir yaranın oluşu yoktu."
"Ebeveynlerini aramamı ister misin? Numaralarını biliyor musun?"
Başımı iki yana salladım. "Hatırlamıyorum. Ama onların numaralarına da gerek yok. Arkadaşlarım kafamı dağıtmak için beni buraya tatile getirmişti. Annemler şehirde kaldı."
"Peki arkadaşlarının numarasını biliyor musun? Ya da var mı? Ayrıca başınızda bir ebeveyn olmadan mı tatile çıktınız?"
"Yaşım 17. Ve tatile çıktığım arkadaşlarımın çoğunun yaşıda 18. Yani reşidiz."
"Öyle olsun küçük hanım. Ama bu formu doldurmam lazım. İsmine ve dahasına ihtiyacım olacak." dedi ve bana bir kağıt ve kalem uzattı.
Şimdi ben sağlak mıydım solak mı? Uyandığımdan beri yazı yazmamıştım ki... Anlamak için parmaklarımı diğer elimdeki parmak aralarına yerleştirdim.* Sağ baş parmağım yukarıya denk gelince elbette sonucu almış oldum.
Sağ elimin arasına yerleşen kalemle formda kendim hakkında bildiğim her boşluğu doldurdum. Adam formu geri aldığında kaşları çatılmıştı. "İyi de bu formun yarısından fazlası boş. Hatta dolu olan tek yer ismin."
Omuz silktim. "Hafızamı kaybettim diye demiştim. Kendim hakkında pek birşey hatırlamıyorum."
"Bence hiçbir şey hatırlamıyorsunuz. Senin detaylı bir beyin tomografine ihtiyacım olacak. Ve bu formdaki her boşluk dolana kadar buradasın. Arkadaşlarından birisini araman yararına olur."
"Ciddi olamazsınız." diyerek ağzımı açtım. Bu adam deli miydi neydi anlamamıştım. Onların bırak numarasını, soyisimlerini bile bilmiyordum ki. Hakket ben onlar hakkında bu kadar az şey hatırlarken nasıl onlara güvenip ülkenin bir diğer ucuna gelmiştim ki?
Yanıtım ise gecikmeden geri gelmişti. Bakışlarından dolayı. Seni tanıyan ve seni geri isteyen bakışlarından dolayı.
Adam tam odadan çıkacakken hastane kapısı gürültüyle açıldı ve içeriye iki beden düştü. Kaşlarımı çatarak yattığım yerden doğruldum ve bakışlarımı yere doğrulttum.
Sevim pantolonunu silkerek ayağa kalkıyordu. Tayfun ise yerde gözleri kapalı bir şekilde yatıyordu.
"Tayfun öldü mü yoksa?" diye endişeyle sordum. Sevim kaşlarını çatarak bana baktı ama sonra bakışları tekrar Tayfun'a döndü.
Anlaşılan o da Tayfun'a pek dikkat etmemişti. Çünkü Tayfun'u görünce o da benim gibi paniğe girmişti.
"Tayfun? Tayfun geri yanıt ver. Şaka yapıyorsun değil mi? Beni böyle kandırıp kekleyeceksin. Ama yemedim ben bunu. İnan bana sandığın kadar saf değilim."
Birkaç saniye boyunca ses gelmeyince endişeyle Sevim'e baktım. O da kararsızca yerdeki desenleri inceliyordu.
Açıkçası Tayfun'un inleme dolu sesini duyunca rahatlamıştım. "Sadece senin ayı gibi ağırlığının altında ezildim Sevim. Beyin travması geçirdim ve sonunda döndüm. Ama onun dışında iyiyim merak etme."
Sevim "Öküz" diyerek Tayfun'un koluna vurduğunda bu sahneyi çok klişe bulmuştum. Madem 'Sevgilicilik' oynayacaksınız azıcık orjinal olun.
"240 numaraları odaya güvenlik." diyen doktora baygın bir bakış attım. Kendini kurtarmak için kapıya doğru ilerliyordu.
"Hani arkadaşlarımı sormuştun ya? İşte bunlar onlar. " diyerek yatakta yapabildiğim kadarıyla hafif bir reverans yaptım.
Doktorun kaşları biraz çatıldı ama sonra elindeki telsize doğru tekrar konuştu. "240 numaralı odaya gelen güvenlik iptal."
"Sevim, Tayfun. Bu doktor birazdan size bir form verecek. O form benim hakkımda ve sizden onu doldurmanızı istiyorum. Açıkçası kendim hakkında pek birşey hatırlayamadım. Size güveniyorum."
"Ve sizin hakkınızda da iki form daha." dedi doktor ve kararsızca odadan çıktı.
Sevim doktorun arkasından bir kahkaha attı. "Adam gençlik görmemiş, biz bile garip geldik ona ya."
"Sevim, biz zaten normal değiliz."
Kastım sadece davranışlarımız ve ya kişiliğimiz değildi. Olay bu grubun nerdeyse tamamının büyücü olmasıydı.
"Uhm, pekala. Ben gidip doktoru takip edeyim. Üçümüz hakkında da herşeyi biliyorum. Tayfun'da seninle ilgilensin." diyerek odayı terk etti.
Şaşkınca Tayfun'a baktım. "Hey, bakma bana öyle. Kızın alınması tabii ki normal. İlk defa Sevim'e aynı olamayacağınızı, farklı olduğunu söyledin. Bir süre trip atar. Ama sonra cümlendeki gerçekliği fark eder. Dert etme."
Üstümdeki battaniyeyi cimdiklemeye başladım. "Sevim'le çok yakın mıydık?"
"Yakından da beterdiniz. Karnındaki doğum lekene kadar herşeyini biliyor. Not olarak söylüyorum; doğum lekeni sarhoşken öttü."
"Benim karnımda doğum lekem mi var?" diye şaşkınca elim bluzüme gitti. Tayfun eliyle gözlerini kapayarak kapıya doğru ilerledi. "Sakin ol amigo. Önce benim çıkmamı bekle."
Kapının kapanma sesini işitince bluzümü sıyırarak banyodaki aynanın karşısına geçtim. Karnımda kabarcığa benzer bir şekil vardı. Sol kalça hizamdaydı. Ufak bir şeydi. Ama yine de karnımda yer alan 'B' harfini seçebilmiştim.
Zihnimde bir ses, fırtınadaki yaprak gibi titrek bir şekilde zihnime fısıldadı. "Bora."
***
Elimi ceketimin cebine yerleştirirken rehberin dediği yabancı kelimeleri anlamaya çalışıyordum. Ama nafile, dediği tek bir kelimeyi bile çıkartamamıştım.
Tayfun'un yanımda şapkasıyla oynadığını hissettim. O da görevden huzursuz olmuştu. Bir an önce safları bulup gitmek istiyordu.
Sevim ise bizi biraz geriden takip ediyordu. Bana hala dargın olduğunu hissedebiliyordum. Hastaneden çıktığımızdan beri benim yanıma bile yaklaşmamıştı. Tayfun'un haklı olup beni en kısa sürede affederdi umarım.
Manastırın giriş merdivenlerinin önüne geldiğimizde bittiğimi anladım. Merdiven dik bir şekilde tepeye doğru gidiyordu. Birkaç kilometre sürüyor bile olabilirdi.
"Şimdi işin kolaysa tırman." diye söylendim kendi kendime.
"Tırmanmak zorunda değiliz."
Kaşlarımı çatarak Tayfun'a baktım. O da beni bileğimden yakalayarak ve Sevim'i tutarak turist kafilesinin gerisine çekti.
"Sen bir büyücüsün. İstersen herkesi tepeye ışınlayabilir ve yürümüş hissi verebilirsin."
"Peki bunu nasıl yapacağım?"
Sinirle elini saçlarından geçirdi ve ceketinin iç cebindeki sigara paketine uzandı. Önce duraksadı ama sonra elini yavaşça uzaklaştırdı.
Onun bu halini takdir ettim. Sinirlendiğinde ilk iş olarak sigaraya yöneldiğine göre bağımlı olması lazımdı. Ama o sigarayı reddedebilmişti.
"Sadece düşün. Hayal et. Büyü de başta bir hayaldi. İnsanın akıl almaz hayalgücünün bir parçasıydı. Ve kullanılışı da öyle olmak zorunda. Bu senin dünyan."
"Ben, bilmiyorum. Hissetmiyorum. Yani sanmıyorum." dedim kendimi izah edememiş olmanın verdiği büyük zevksizlikle.
Elini omzuma koyup sıktı. "İnan bana, sen hissedemesende ben hissediyorum. Yapabilirsin. "
İnanmamıştım dediklerine. Sözleri beni bu çılgınca fikre yeterince ikna edememişti. Yine de gözlerimi yumup odaklandım.
Gözlerimi açtığımda oluşacak sonucu az çok tahmin edebiliyordum. Ama yine de Tayfun'un yüzündeki ifade beni hayal kırıklığına uğrattı.
"Sorun değil, sorun değil. Çıkabiliriz." dedi ve bizden bayağı uzaklaşmış olan turist kafilesinin peşine takıldı. Sevim'in de bu konuyla ilgili bir fikri olmadığı için dağ boyunca merdivenleri tırmanmak zorunda kaldık.
***
Elimin tersiyle alnımdaki terleri silerken akciğerimin bana karşı direniş başlattığından emindim.
"Nasıl bir yoldu bu ya? Çık çık bitmedi arkadaş..." dedi Sevim düşüncelerim tercümanı olarak. Tayfun'da en az bizim kadar bitik bir haldeydi. Ama yine de "Çıkmak güzel oldu, spor yapmış olduk hem." diye diretiyordu. Yalancı. Duş alamayacağını bile bile terlere boğulup kokmanın ve akciğerinle kalbinin birleşip vücuduna karşı savaşmasının nesi güzeldi?
Tayfun elini uzun dalgalı saçlarından geçirerek yere çöktü. Sevim'de yanına kurulmuştu hemen. "En azından bardağın dolu tarafından bakalım. Şu an manastırın girişindeyiz. Araştırmaya başlayabiliriz."
Onların bu rahatlıkları bende bir-iki şalteri arttırmıştı açıkçası. "Ter gibi iğrenç bir kokuyla bu koskoca manastırı gezip safları bulmamız lazım ve ondan sonra bu işin birde çıkışı var." diye diklendim.
Sevim bir iki saniye dediklerimi zihninde değerlendirdi ve en sonunda "Bittik biz." diyerek kendini geriye attı. Evet, Sevim'in pozitifliği de buraya kadardı.
"Madem iyimser olacaktın, tam olsaydın bari... Söylenmek bu noktadan sonra size bir şey kazandırmayacak farkındasınız değil mi? Çıktık madem; bulalım şu safları."
Sözleri her ne kadar motive edici olsa da gişeye kadar onu takip ettim. Görevliyle konuşup bilet almaya çalıştı. Umarım yanında parası vardır.
"Biz şimdi, devlet tarafından korumaya alınmış tarihi bir müzeye girip tarihi bir güç mü çalacağız?" diye yanımda inanmazlıkla söylenen Sevim'e döndüm.
"Teknik olarak zaten bize ait olanı geri alacağız. Yani tam manasıyla çalmak değil."
Kararsızca başını salladı ama emin olamadığını görebiliyordum. Tayfun en sonunda yanımıza dönünce Sevim'le peşine takıldık ve açıklık alandan geçerek büyük manastıra doğru ilerlemeye başladık.
Manastır şehir şeklinde dekore edilmişti. Açıkçası ben, okul tarzı bir bina bekliyordum. Şehir değil.
Şehrin girişinde Tayfun tekrar durdu. İleride yol kıvrılarak; sağa, sola ve ileriye ayrılıyordu. Yani dört-yol ağzı.
"Ne tarafa gidiyoruz?" diye sordu.
Kaşlarını çatmış yola bakıyordu. İlk seferde doğru yolu seçerek, doğru izi takip etmek istiyordu. Ama onun aksine Sevim gayet rahattı.
"Seçelim birini. Nasıl olsa bulamazsak geriye dönüp tekrar deneriz."
"Sen neyin kafasını yaşıyorsun Sevim ya? Tek yol ayrımı bu mu sanıyorsun? Bu yolların hepsi ileride kıvrılıyor tamam mı? Şimdi seçeceğimiz yol için belki tüm günümüzü harcayabiliriz."
Onları dikkate almadan yolu inceledim. Bana hepsi normal geliyordu.
Gözüme gelen güneş ışığıyla gözlerimi kırpıştırdım. Sağ yoldan geliyordu. Sessiz kalıp bir süre bekledim. 10 saniyede bir tekrar ediyordu.
En sonunda sıkıntıyla o yola yöneldim. Yola saptığımda ise dehşete düştüm. Turkuaz rengi taşlar yol boyunca dizilmişti. Taşlar sanırım fosfor tarzı bir şeydi, çünkü sokağın yanına dizilmiş evlerin duvarlarını mavi bir ışıkla aydınlatıyordu.
"Eylem nereye?" diyerek bana yetişen Sevim endişeyle koluma dokundu. Bakışlarımı yola çevirdim. Sevim'de onları fark etmemiş gibiydi.
İçimde bir sıkıntı oluştu. Sevim bile fark etmemişti. "Ben, sanırım yolu anladım. Yani, bir deneyebiliriz belki." diye Tayfun yanımıza gelene kadar rahatsızca kıpırdandım.
"Yolu başından beri biliyor muydun?"
"Hayır Tayfun ya, kız gıcıklık olsun diye sustu ve biz kavga ederken de kenardan piççe sırıttı."
"Ha ha. Çok komik Sevim. Gülmekten ölüyorum." diyerek yüzündeki sıkkın bir ifadeyle Sevim'e baktı. Sevim'de yüzünü buruşturarak karşılık verdi.
Bakışlarımı yola çevirdiğimde çalıların arkasından bana bakan ve benimkilerin aynı tonunda bir çift kahverengi göz gördüm.
Gözler günlerdir dinlenmemiş gibi kıpkırmızıydı. Ağlamış gibi bile duruyordu. Gözlerinin altında mor halkalar oluşmuştu.
Yalvarır gibi baktı bana. Gözlerini yüzümden ayırmadı bir süre. Sanki "Git" dermiş gibi bir hali vardı.
Tam ona doğru bir adım atacakken Sevim kollarımdan çekiştirdi. "Yolu göster hadi."
Sırtımdan itekleyerek beni yol boyunca ilerletmeye başladılar. Başımı yavaşça arkaya doğru çevirdiğimde yüzü endişeyle gerilmişti. "Hayır." dercesine iki yana salladı başını. Ama sonra kayboldu. Gözlerini kaybettim.