"Vücudunu bütünüyle kendime işliyorum, bir omurga gibi kırılgan... Ve bir oluyoruz."
Rockettothesky, Grizzly Man
🐞🐾
Mürekkep damlasının zehirlediği sulara kan karışmıştı.
Kadın ağlıyordu. Bağırıyordu ve gözyaşları sonsuzluğun yolunda hiç durmadan süzülüyordu. Kolları arasındaki adamın yüzünü okşadı ve uzun uzun ona baktı. Adamın tenini mavi gölün yoluna karışmış kan ele geçirmişti.
Kadının ağlayışlarını duyuyordum. Sesi sanki ben suyun altındaymışım gibiydi. Dalga dalga kulaklarıma dolsa da net değildi. Ağlayışının büyük olduğunu biliyordum yine de. Acı çektiğini görebiliyordum ve onların kim olduklarını anlamıştım.
Kutsal ruh ve onu hüzne sürüklemiş âşığı Bianoste.
Gözlerimi kapatıp açtım ve görüntü artık tamamen suyun dibini vurmuşum gibi hissettirdi. Kadının ağlayışını artık duymuyordum. Şimdi, onun hareketleri bir resim karesinden çıkmış gibi tek tek gözlerime seriliyordu. Adamı yere yatırdı. Ellerini kan birikintisine bastırdı. O anda fark ettim kanatlarını. İki yana gergince açtı. Birkaç tüy bıraktı oraya. Sonra bir ışık yükseldi ve gözlerim tamamen kapandı.
Aedonya, "Ruhun ruhuma, dedin. Sevgilim, ruhum ruhuna aksın." dedi. Bir hıçkırık ve ardını takip eden acılı inleyiş... "Bianoste," Sesi bile titriyordu, duyuyordum. "Sonsuzluğumu bul."
Karanlıkta duyduğum ses Bianoste'e aitti: "Buldum, Aedonya."
Ve görüntü gözlerime yeniden açıldı.
Aedonya, kutsal bağını aşkına mühürledi.
Bileğime bir el sarıldı. Suyun içinde hızlıca yüzeye çekilirken dibe vurmuş görüntüye bakmaya devam ettim. Koyu kahve gözler kapandı, açıldı ve bana baktı.
Bana söylemedi, emretti; yaşamamı, yaşatmamı istedi: "O, senin can parçan olacak."
Suyun yüzeyine çıktığımda mürekkep damlası gölü tamamen kapladı. Nefes almaya çalıştım, olmadı. Suyun içindeyken bir sızı uzandı kaburgama doğru. Acıyla yüzümü buruştururken varlığım artık sonsuzluk aleminden siliniyordu.
Canım, dedim; söz verdim: Canımı can parçam yapacağım.
~
Gözlerim açsam bile sanki hiç aralamamışım gibi karanlık karşıladı beni. Sonra bu koyuluğa gözlerim alıştı ve etrafıma bakabildim. Hızlı nefes alıp verdiğimi fark ettiğimde hareket ettirmek istediğim bedenimi durdurdum ve başımı yeniden yastığa bastırdım. Nefeslerim düzelene kadar bekledim. Elim hızla çarpan kalbimin dinlenmesi için orada bekliyordu.
Başımı soluma çevirdim. Onun uyku içinde olduğunu görünce rahat bir nefes verdim. Yastığa sarılmıştı ve çıplak sırtı tamamen açıkta kalmıştı. Kendime çekip sıkıca sarıldığım yorganı hemen onun üzerine örttüm. Ufaktan kaşlarını çattı. Uyanmasın diye hareket etmeyi kestim. Yüzü yavaşça gevşedi ve uyku, onun uyanmasına izin vermedi.
Aedonya, bir kez daha iletişim kurmuştu benimle. Parçaları tek tek bana vermişti ve bu da sonuncusuydu. Görsel hafızama kazıdığım görüntüler can bulmuştu bu sefer. Bana söylemek istediği birçok şey varmış gibiydi ve bunu diliyle değil, anılarını göstererek yapıyordu.
Görüntülerde hiç şüphesiz Aedonya, Bianoste'e kutsal bağını paylaşıyordu. Bianoste'in Aedonya'dan sonra gardiyan olmasını düşünürsem bu doğru bir düşünceydi. Fakat neden? Neden bunu hatırlatmıştı bana? Neden içimden geçenleri biliyormuş gibi Adrien'ı bana ima etmişti. Adrien'ı can gördüğümü biliyordu ve bunun üzerine bana emretmişti: "Can parçan yapacaksın."
Şakaklarıma iğneler batıyormuş hissiyatını yaşadığımda yüzümü buruşturdum. Benimle ne zaman iletişime geçse bedenim olumsuz tepkiler doğuruyordu. Bazenler çok fazla başım ağrıyor ve dönüyor, bazenleri de dayanılmaz bir sızı kemiklerimde dolaşıyordu. Bunları iletişimin bedeli olarak düşünüyordum.
Kuruyan boğazım su içmem için yalvarır gibiydi. Bu yüzden yorganı üstümden çektim fakat hızlıca örtmem bir oldu. Çıplağım!
Hemen başımı Adrien'a çevirdim. Derin nefesler alıp veriyordu. Bu, hâlâ uyuyor demekti. Ellerimi sıcak basan yüzüme yapıştırdım ve olduğum durumu hazmetmeye çalıştım.
Aman Tanrım!
Gülümsedim kendimi tutamayarak. Utanç duygusu tüm yüzümü kaplarken şapşalca gülümsedim. Gerçekti. Onunla olmuştum, benimle olmuştu. Bu durum aynı zamanda yüzümü yastığa gömüp çığlık atma isteği de uyandırıyordu.
Yavaşça doğruldum. Yatağın köşesinde aşağıda doğru sallanan emanet gibi duran Adrien'ın kazağını üzerime giydim. Onun kokusu zaten tenime işlenmişken bir de onu kıyafetini giymem... Ahh, kalbim dayanmıyor!
Adrien benim gibi derin uyumuyordu. Ufak bir sese uyanabilirdi ve ben bunu istemiyordum. Bu yüzden çok ağır hareketlerle yatağın ucuna geldim. Merdivenleri inmek benim için zordu çünkü karanlığa gözlerimi sonuna kadar açarak bakmak zorundaydım ve her adım attığım basamağa takılacak gibi hissediyordum. Buna rağmen ellerimi duvarlara sürte sürte sorunsuzca aşağıya inmeyi başardım.
Bir bardak suyu içerken yuvarlak penceremin önüne geçtim. Güneş henüz doğmamıştı. Kar yağışı durmuştu ve bulutlar gökyüzünü tamamen ele geçirmiş gibiydi. Bardağı pencerenin kenarına koydum ve pembe kanepeye oturdum.
Ne yapmam gerekiyordu? Aedonya ne demek istiyordu? Gözlerimin içine bakarak söylediği emri anlasam da ne yapmam gerektiğini bilemiyordum. Bunun hayatımla bağlantısı neydi ya da böyle bir bağlantı var mıydı? Eğer Aedonya bana yardım etmek istiyorsa bu Hawk Moth ile ilgili olması gerekiyordu. Hayatımdaki tek engel oydu ve onu yıkmak için kutsal ruhun bana yardım ettiğini düşünüyordum. Eğer Hawk Moth'u Bunnix'in dediği gibi yeneceksek ve bu durum Aedonya'nın yardımıyla olacaksa zihnime aktarılanların ilgisi, ilişkisi neydi?
Ya da Aedonya bana farklı bir şey mi anlatmaya çalışıyordu?
Başımın ağrısı için ilaç alsam da şakaklarıma giren sızı bir türlü gitmemişti. Uykum tamamen kaçmıştı. Bu yüzden rahatlamak için sıcak bir duş almaya karar vermiştim. Annem ve babam bugün tatil yapacaksa şu anda fırında değiller demekti. Acaba kapımı kitlemiş miydim? Beni kontrol etmek isteyen annem yatağımda Adrien'ı görürse sonrasında ne olurdu düşünemiyordum bile.
Çarşafların hışırtı sesini duyduğumda üstüme mor dokuma bir kazak giyiyordum. Başımı kaldırdım. Adrien doğrulmuştu ve bakışları yatakta dolaşıyordu. Sonra yüzünü aşağıya eğdiğinde beni gördü. "Mari?" dedi emin olmak ister gibi. Yeni uyanmış sesi o kadar hoştu ki...
Saç havlusuyla saçlarımı sararken yukarıya çıktım. Adrien esniyordu ve ayrıldığı uykusuna geri dönmek ister gibi bir hâli vardı. "Ne yapıyorsun bu saatte?"
Fısıltılarla konuştum: "Uykum kaçtı. Sen uyu."
Bana kısık gözleriyle bakarken hafiften kaşlarını çattı. "Uykun mu kaçtı?" diye tekrarladı anlamak ister gibi. Elini bana uzattı ve bileğimden tutarak beni kendisine çekti. Ellerimi çıplak omuzlarına koydum. Yanaklarımın ısınmaya başladığını hissediyordum. Kalbim de hızlanmaya başlamıştı. Elimin altındaki ten kavruluyormuş gibiydi.
Adrien o anda idrak edebildi. Yorganla örtülü olan belden aşağısına baktı, sonra başını yeniden bana kaldırdı. Bu davranışına bir an güleceğim sandım ama kendimi tuttum. Omuzlarındaki ellerimi hareket ettirdim, çene kemiklerinin altından tutarak yüzünü avuçladım. Ellerinin dokunuşu farkındalık yaşamasından sonra hafiflemişti ama bu uzun sürmedi. Belime sarıldı ve ona gösterdiğim dokunuşu hissetmemi sağladı.
Alınlarımız birbirine yaslandı. Göğsü aramızdan saniyeler yuvarlanmaya devam ettikçe daha fazla yükselip alçalıyordu. Ondan farksızdım. Nefesime kadar heyecanla dolmuştum. "Marinette," dedi fısıltıyla, aynı şekilde karşılık verdim. "Adrien,"
Sonra ikimiz aynı anda dudaklarımızda kimsenin silemeyeceği bir kıvrıma sahip olduk. Kıvrım büyüdü, tebessüm oldu, gülüş, gülümseme oldu. Dudaklarımız yaslandı bu gülüşleri anılarımıza taşırken. Derin nefesler aldı kokumu solumak ister gibi. Kollarını bedenime sıkıca sardı. Sanki varlığımı daha iyi hissetmek istiyordu. Gerçek olduğumu, gerçek olduğumuzu sonuna kadar hissetmek, bilmek istiyordu.
Ben yarımsam, o bütünümdü. Ben denizsem, o yağmurdu. Ben beyazsam, o maviydi. Ben göksem, o güneşimdi. Ben parlak dolunaysam, o karanlık geceydi. Ben varsam o da vardı ve o varsa ben de vardım. Onun olmadığı bir dünya hayal edemediğim gibi, onun varlığının silindiği bir gelecek benim için imkânsızın da ötesine taşıdığım bir durumdu.
Ve ben bir kez daha onun varlığı için "İyi ki..." dedim.
Adrien üstünü giyip kahraman kimliğiyle yanımdan ayrılmadan önce bugünü birlikte geçirmemiz gerektiğini söylemişti. Tam bir yıl olmuştu. İlişkimizin bir yılı dolmuştu. Aramıza ayrılık girmiş olsa bile en sonunda vuslata kavuşmuştuk. Bugünü doyasıya onunla geçirmek istiyordum. Sadece o ve ben, biz olalım ve bugünü doyasıya yaşayalım istemiştim ama...
Londra'daki sıkıcı teyzeme gideceğimizi hatırlayana kadar.
"Bugün müydü? Öbürsü gün değil miydi? Anne, cidden bugün mü?" Annem fincanına kış çayını doldururken gözünün ucuyla bana baktı. "Evet ve sen yine unutmuş gibisin."
"Aklımdaydı ama bugüne değil!"
"Bunu öncesinde de konuşmuştuk Marinette." dedi artık onun için bu durum alışagelmiş gibi konuşarak. "Shu'yu bu sene yalnız bırakmak istemiyorum."
"Çok haklısın," dedim destek vererek. "ama bugün yılbaşı anne." Omuzlarım çökerken kahvaltı sofrasına oturdum ve yüzümü iki avcum arasına aldım. "Bugün benim için çok özel bir gün."
"Herkes için öyle canım ama dediğim gibi, bunu zaten kararlaştırmıştık ve ben senden itiraz duymak istemiyorum."
Ailemin Adrien'la ilişkimizin birinci yıldönümü olduğunu açıklayamayacağım gibi Londra'ya gitmeme itirazım da yoktu. Adrien'la birlikte olduğumu biliyorlardı, bunu haftalar öncesinde açıklamıştık. Bugünü Adrien'la geçireceğim için gelemeyeceğimi söylesem...
Gözlerimi çevirip anneme baktım. Bunu bekliyormuş gibi hemen gözlerini benden tarafa çevirdi. Bu bakış... Tanrım, bunu yapamazdım! Anneme nasıl itiraz edebilirdim ki? Bahane. Bahane de üretemiyordum. Aghh!
"Yarın olsa?" diyerek şansımı denedim ama beni bakışlarıyla susturdu. Bir kaplumbağa gibi kabuğuma çekilip tabağımdaki krebe çatalımı geçirdim. Acilen bir şeyler düşünmem lazımdı.
"Eğleneceğine eminim Marinette." dedi babam keyifli bir şekilde karşıma otururken. Kahveyle dolu olduğunu bildiğim kupa bardağını masaya bırakışını izledim. "Shu Yin teyzeni uzun zamandır görmüyoruz. Belki birkaç şey değişmiştir?"
Annem, "Tom!" dedi sadece.
"Yani," Babam harfleri uzatırken lafı nasıl toparlayacağını düşünüyor gibiydi. Elini ensesine attı ve yeşil gözlerini yeniden bana çevirdi. "Bu sefer eğlenebiliriz!" dedi. "Onunla kartopu savaşı yapabiliriz ya da kardan adam. Mutfakta vakit geçirebiliriz. Tatlı kurabiyeler yaparız. Müzeye de gideceğiz. Güzel bir gün geçireceğiz."
Ağzımın içinden bıkkınlıkla homurdandım: "Eminim öyle olur baba..."
Hem Uğur Böceği hem mucize kutusunun gardiyanı hem de Marinette olarak Paris'ten ayrılamazdım! Uğur Böceği her an çıkabilecek akuma saldırısı için Paris'te olmalıydı. Mucize kutusunu Paris'te bırakıp Londra'ya gitmek gardiyan olarak alabileceğim en sorumsuzca davranış olurdu. Marinette olarak da bu şehirden uzaklaşamazdım çünkü bugün benim için yılın ilk günü olmakla birlikte sevgimin bir yılının doluşunun günüydü!
Odama bavulumdaki eksikleri koyma bahanesiyle çıkmıştım. Tek yaptığım odada bir ileri bir geri yürümekti. Tikki de havada benimle birlikte süzülerek gelip gidiyordu. Ona kalırsa ailemi tek bırakmamam fakat aynı zamanda da Uğur Böceği olmam gerekiyordu. Bunu nasıl yapabilirdim ki?
"Adrien'ın yanına gitsem iyi olacak."
Gökyüzü de yeryüzü de beyazla çevriliydi. Pembe kabanımın yakalarını enseme kadar kaldırmıştım çünkü atkımı unutmuştum. Başımda Kara Kedi fan beresi vardı. Soğuk rüzgâr yüzüme estikçe ürperiyordum. Karlı yüzeyde kaymamak için dikkatli adımlar atıyordum. Üşümemek için Uğur Böceği olmak her zaman mantıklıydı fakat kahraman formumda sadece birkaç dakikalığına da olsa şehirde gezinmem tehlikeliydi. Dönüşmek için gizli saklı bir yer bulmak bu kalabalık şehirde hiç de kolay değildi. Üstelik Agrestelerin malikânesine gidiyordum. Birinin beni fark etmesi durumunda hiç iyi şeyler yaşanmazdı.
Zile bastıktan birkaç saniye sonra otomatik demir kapı aralandı. Bu büyük malikâneye Marinette olarak en son ne zaman gelmiştim?
Giriş kapısında beni karşılayan bedeninin Adrien'ın bodyguardı olduğunu fark ettim. Kapının önünde durduğumda yüzüme baktı, ben de ona baktım.
"Eee... Günaydın! Adrien'ı görmek istiyorum." derken kabanımın içinden telefonumu çıkardım. "Aslında ona haber vermedim ama..." Cümlemin devamını getirmedim çünkü yüzüme aynı ifadeyle bakmaya devam etmişti. Gergince gülümsedim. Tepkisizliği rahatsız ediciydi.
"O Adrien'ın kız arkadaşı, içeri girmesine izin ver." Duyduğum kadın sesiyle birlikte kapının önünde dikilen koca cüsseli adam geri çekildi. Takım elbisesiyle içeriye beni davet eden Nathalie'ydi.
"Teşekkür ederim efendim." İçeri girdim ve bakışlarımı direkt olarak Adrien'ın odasına çıkan merdivenlere çevirdim.
"Adrien az önce kahvaltısını yaptı. Şu an odasında. Ona haber vermemi ister misin?" Nathalie'ye baktım. Gittikçe iyileşiyor olduğunu Adrien'dan dinliyordum. Ayakta dimdik duruyor ve sağlıklı görünüyor olabilirdi ama yüzündeki solgunluğu gizleyemiyordu. Onun için sağlık diliyordum.
"Sanırım sürpriz yapmak istiyorum." Gülümsedim. O da hafif bir mimikle karşılık verdi. Merdivene yöneldim ve basamakları çıkmaya başladım. Adrien ile birlikte olduğumuzu biliyordu. Bay Agreste de biliyordu. Bunda sorun yoktu. Tek istediğim illet olan sosyal medyaya yayılmamasıydı. Çünkü sosyal medya söz konusu olduğunda işler bambaşka bir boyuta ulaşıyordu.
Kapıya iki kere vursam da içeri gir komutunu alamadım. Evin içerisi sımsıcak olduğu için kabanımın düğmelerini açarken kapıyı araladım ve içeri girdim. "Adrien?" Sesim isminin harflerini uzatarak çıktı.
Odaya her girişimde incelemeden edemiyordum. Çok büyüktü odası. İki katlıydı ve benim en çok ilgimi çeken üst kattaki kütüphanesiydi. O katta tırmanma duvarı da vardı. Aşağı doğru uzanan platform kaykay kayması içindi. Dijital sayaçlı potada birkaç kere basketbol oynamıştık. Adrien'ın uzun boyunu neye borçlu olduğunu çok iyi anlıyordum. Gerçi Gabriel Agreste de uzun boylu bir adamdı, genlerden de geliyordu.
Playstation köşesi, artık oynamadığından emin olduğum langırt masası ve oyun makineleri... Odası ilk bakışta şımarık zengin bir çocuğun sahip olabileceği max dizaynı gibi geliyordu ama Adrien'ı tanıyan biri asla böyle düşünmezdi. Adrien bu zenginlik içinde şımarık büyütülmüş bir çocuk değildi. Ama Chloé öyleydi. Şımarık dediğim zaman aklıma hâlâ Chloé geliyordu. O kendi olduğu gibi yaşamaya devam etse bile hayatından silemeyeceği şeyler vardı. Başlıca olarak babasının şımarık kızı olmak tabii ki...
Beremi düzgünce toplanmış yatağın üstüne koydum. Kabanımı çıkardığım sırada kapının açılış sesini duydum. Başımı kaldırdığımda kıyafet odasından çıkan biricik sevgilimi görmüştüm. Odaya girdiğim zaman ona seslenişimi duymuş olacak ki beni gördüğüne şaşırmadı.
Kabanımı yatağa serdim. "Sürpriz!" dedim neşeli bir şekilde. Bana en parlak gülümsemesini gösterdi. "Hoş geldin güzelim."
"Hoş buldum." Parmak uçlarımda yükseldim ve boynuna sarıldım. Duştan yeni çıkmıştı. Ferah kokusunu soluyordum. Saçları yumuşacıktı. Sanırım fön çekmişti ve ben bunu saçlarını karıştırarak bozdum. Bunu önemsemedi ama aynı şeyi bana yaptı. Önüme düşen saçlarla ona baktım. Güldü boğazından gelen bir sesle.
Saçlarımı önümden çekti ve yüzümü avuçladı. Dudaklarıma sıcacık bir buse kondurdu. "Yanakların ve burnun pespembe."
"Dışarısı çok soğuk!"
"Bugün üşümene izin vermeyeceğim." dedi ve ne demek istediğini belirtircesine vücudunu gösterdi. Açtığı kolları arasına girdim ve yeniden sarıldım ona. Sımsıcaktı. Neden bu kadar iyi hissettiriyordu? Ömrüm onunla geçsin istiyordum. Hep onunla olayım ve her gün ona doyasıya sarılayım.
Aklıma beni oyuna getirerek evlenme teklifi sunar gibi davranışı geldiğinde kendi kendime göz devirdim. Ne kadar da heyecanlanmıştım. Biraz da korkmuştum. Çok karmaşık hissetmiştim o an. Kalbim hiç olmadığı kadar hızlı atmıştı. Bu kediciğin üzerimdeki etkisi bu kadar büyüktü işte.
"Sürprizin çok hoş."
"Aslında konuşmak için geldim." Ellerimi ensesinde birleştirdim ve yüzümü ona kaldırdım. Alnını alnıma yasladı. Elleri belimi ve sırtımı yavaş hareketlerle okşuyordu. Konuşmaya devam etmemi istercesine gözlerime baktı.
"Sana bahsetmiştim, Londra'daki teyzem hakkında. Onun yanına bugün gidiyormuşuz."
Gözleri aralandı hafiften. Ellerinin hareketi durdu ve başını kaldırdı. "Bugün mü?" Şaşkın ifadesine mahcuplukla baktım. "Evet, bugün."
"Saat kaçta?"
"Akşam altıda. Eurostar treniyle gidecekmişiz."
"Peki ne yapacaksın?" Sırtımdaki eli yükseldi. Saçımı kulağımın arkasına sıkıştırdı. "Hemen döneceksin, değil mi?"
"İki gece kalacağız... Adrien, özür dilerim."
Kaşlarının ortası kırıştı. Yeniden konuşacağım sırada saçlarımdaki eli dudaklarıma uzandı. İşaret parmağını sus çizgime bastırdı. Ellerimi omuzlarına kaydırdım.
"Neden özür diliyorsun? Bunu söylemeni gerektirecek bir durum yok."
"Ama," Konuşmaya devam etmedim çünkü parmağını çekmedi. Ağzımı araladığımda parmağını dişlerimin arasına sıkıştırdı. Büyüyen gözlerimle geri çekildim. Gülümseyerek ondan uzaklaştığım mesafeyi geri kapattı. "Ama ile başladığın cümleler her zaman sinirimi bozuyor."
Kaşlarımı kaldırdım. "Sinirini mi bozuyorum?"
"Bazen," Dudaklarını ıslattı ve bakışlarını düşünür gibi havaya kaldırdı. "Hatırlıyorum da... Sevdiğim kızın Uğur Böceği olduğunu, Marinette'in olmadığını iddia ettiğin zaman..." Bakışlarını indirdi ve bana yeşil gözlerini imayla kısarak baktı. "Hatırlıyor musun böceğim?"
Kirpiklerim ardı ardına kırpıştı. "Bu aklına nereden geldi?"
"Şu anda o zamanda olduğu gibi aynı hissiyatı yaşatıyorsun bana." Dudaklarıma baktı. Ne yapacağımı bilemediğimden elimi yanağına bastırdım ve yüzünü çevirdim. "Bakma öyle!"
Gülerek konuştu: "Ne oldu? Etkilendin mi?"
"Adrien ya!"
"Hatırladın değil mi? Öyle sert öpmüştüm ki seni-"
"Evet evet," Elimle ağzını kapattım. "Biliyorum, hatırlıyorum ama bahsetme."
Elmacık kemikleri yükseldi. Elimin altından sırıttığına emindim. Bahsettiği zamanı sağ olsun çok iyi hatırlamıştım. Bana sinirlendiği zamanı söylüyordu. O zaman dediği gibi yapmıştı ve hatırlamak kanımda uyuşukluğa neden oluyordu.
Avcumun içini öptü ve elimi tutarak yüzünden kaldırdı. "Seni utandıran benim ağzım, yaptığımız şeyler değil." Göz kırptı. Kıpkırmızı olduğumu biliyordum. Alt dudağımı emerek sıkıştırdım ve yutkundum. Yeniden sırıttı. "Haksız mıyım?"
Çok haklı!
"Söz konumuz neden bu? Sana söyleyeceğim şeyi unuttum."
"Sana birçok şey unutturuyorum." Hâlâ aynı sefayı sürdürüyordu. Keyifli olduğu zamanlar hobi olarak benimle uğraşmayı seviyordu. Bunu hobi edinmişti, evet. Artık bir sonraki aşamalarda günlük rutinine çevirecekti. Yine de onu seviyorum. (bu şey gibi değil mi "o 10/10 ama..." akımı djdhsjxksoxkwmx)
Ellerini bacaklarıma indirdi. Dizlerimi kırarak beni kucağına kaldırdığında refleksle boynuna sarıldım. Bacaklarım gerilerek açıldığı için mi bilmiyorum, kasıklarımda dolaşan sızı hafiften yüzümü buruşturmama neden oldu. Beni beyaz çalışma masasına oturttuğunda yüz ifademi toparlayarak yüzüne baktım.
Ellerini iki yanıma koydu ve yaklaştı. Bakışları yumuşaktı. "Aklıma gelmişken, benim de konuşmam gereken bir konu var." dedi bakışlarında olduğu gibi yumuşak tonda konuşarak. "Utanma ama,"
"Neden?" Ellerimi bacaklarımın arasındaki boşluğa koydum.
"Kaçma diye seni masaya oturttum." dediğinde ona belirsizlikle baktım. Derin bir nefes aldı. "Nasıl hissediyorsun?" Bir elini bacağımın üzerine koydu. Başparmağının hareketinde yine şefkatini taşıyordu.
Sorusuyla birlikte yeşil gözlerine baktığımda ne demek istediğini anlamak zor olmadı benim için. Bir anlığına gözlerimi kaçırmak istesem de bana olan sıcak yaklaşımı bunu engelledi. "Mutlu," Dudaklarım bu sözcüğe eşlik etti, hafif bir kıvrım yarattı. "Tamamlanmış,"
"Ben de," Tebessümü iliştirdiği dudaklarını yanağıma bastırdı. "Seninle olmak mükemmeldi." Utancımı en aza indirmek ister gibi fısıldadı sadece.
Bacağımdaki eliyle yüzümün bir tarafını kapladı. Göz temasımızı koparmak istemiyordu. "Fiziksel olarak nasılsın?"
"Bunu niye soruyorsun ki?" Sıkkın bir utanç yayıldı vücuduma. Onun da dediği gibi beni utandıran onun açık sözlü olan ağzıydı, başka bir şey değil.
"Çünkü sormalıyım." Güven verircesine gülümsedi. Benden bir cevap bekliyordu. Ona doğruyu söylersem endişelenir miydi?
"B-bir sorun yok."
"Söyleyebilirsin."
"Söyledim işte."
"Hayır, söylemedin." Diğer yanağımı da öptü. Beni rahat tutmaya çalışıyordu. Tanrı aşkına neden böyleydim ki? Cüretkar beni istiyorum!
"Sadece," Ellerimi karnımın altına koydum. "Arada bir ağrı hissediyorum."
Başını salladı hemen. "Bir sorun yok. Bu normalmiş."
"S-sen nereden biliyorsun?"
"Araştırdım," dedi ve hemen ekledi: "bu sabah. Senin için bunu yapmam gerekti."
Yüzümü omzu ve boynu arasındaki boşluğa gömdüm. Ne yaptım demişti o? Benim için araştırma mı yapmıştı?
"Başka bir şeyin var mı? Bana söylemelisin." dedi ama ben sustum. Tamam, utancı geride bırakmalıydım. Bunu o başarıyordu. Bunu konuşmak normaldi. Evet, normaldi. Sadece derin bir nefes almalı ve onun istediği cevapları vermeliydim.
İçimde kendimle olan motive konuşmamla birlikte derin bir nefes aldım. Başımı omuz boşluğundan kaldırmadım yine de. "Kasıklarım da biraz..."
"Tamam, bunun için sana krem alacağım."
"Hayır, bunu yapmayacaksın."
"Yapacağım."
"Gerek yok. O kadar büyük bir şey değil. Aylık dönemim daha zor geçiyor." İkna etme çabama anlam veremesem de söylüyordum işte.
"Bunu söylediğin iyi oldu." Kollarını bedenime sardı. "Senin için yapıyorum Marinette."
"Ben senin için ne yapabilirim?" dediğimde güldü. Yüzümü kaldırdım. Gülümseyen yüzünü bana indirdi. "Ne yapabilirsin?" diye sordu bir kez daha tekrar ederek.
Dudak büktüm. "Ben araştırmadım."
"Çünkü aynı şey değil." Gülümsemeye devam ediyordu. Dudaklarımı birbirine bastırdım ve yeniden yüzümü sakladım. Bir eli saçlarıma karıştı. "Sarılsan yeter."
Hemen kollarım bedenini sarmaladı. "Bunu ölene dek yapabilirim."
"Öyle deme güzelliğim. Sen hep var ol."
"Senin için hep olacağım. Sen de benim için,"
"Hep seninle yaşayacağım. Sarılırız her zaman."
"Bunu az önce hayal etmiştim."
"Kalbimin sana bağlı olduğunu gösteriyor." dediğinde beni gülümsetmeyi başardı. Yüzümü kaldırdım ve yanaklarını uzunca öptüm. Ben onu öperken o da beni öpmeye çalıştığı için aramızda ufak bir eğlence döndü. En sonunda yüzünü avuçlayıp öpücüklerimi bırakabildim.
"İyisin, değil mi?" Tamamen emin olmak istiyordu ve ona iyiyim demem onun için yeterli olmuyordu. Üzerime titremesi hoşuma gidiyordu ama bana camdan yapılmışım gibi hissettiriyordu.
"Hayatımda hiç bu kadar iyi olmamıştım."
"Beni ikna etmek için söylüyorsun." dedi kaşlarını kaldırarak.
"Ne yani, yalan mı söylüyorum?"
"Onu demiyorum."
"Ben de iyiyim diyorum." dedim, yüzüme bakmaya devam etti.
"Doktor-"
"Adrien..."
"Ama Mari-"
Hemen işaret parmağımı sus çizgisine bastırdım. "Ama ile başladığın cümlelere sinir oluyorum, Agreste." dedim ve sinsi bir hareketle gülümsedim. Gözlerini kıstı. Parmağımı ısırmaya çalıştığında gülerek geri çekildim.
"Bak sen... Beni kendi lafımla da sustururmuş." Ellerimi bel boşluklarıma koyup yaklaşınca ne yapacağını hemen anladım. Bacaklarımı kendime çekip bana ulaşmasını engellemeye çalışsam da parmakları çoktan beni gıdıklamaya başlamıştı. Ellerimi bileklerine koydum bedenimdeki huylanmayla gülerken.
"Adrien, dur!"
"Ne diyordun?"
"Dur lütfen! Ayy karnıma ağrı girdi." dediğim gibi elleri geri çekildi. Bu hareketi beni gıdıklamasından daha da güldürdü.
Gülmeyi sürdürdüğümü fark edince derin bir nefes verdi. "Cadı, korkutma beni."
"Korkma o zaman." dedim gülüşlerimin arasından. Elleri uzandı, beni yaslandığım yerden çekti. Yavaşça masadan aldı beni, yere ayak bastım.
"İyi olduğundan artık eminim."
"Sonunda!"
"Yine de vakit ne olursa olsun rahatsız hissettiğin an direkt bana söyleyeceksin. Londra'da olman seninle olmayacağım anlamına gelmiyor." dediği zaman gülen ifademin yerini şaşkınlık aldı.
"Benimle mi geleceksin? Gelemezsin ki Adrien, Paris'i kim koruyacak?"
"Biliyorum ama sen de benim elimde olsa seninle geleceğimi biliyorsun." Benimle gelmeyeceğini anladığımda kurduğu cümlenin sıcaklığı saniyeler sonrasında kalbimi sardı. Bunu gördüğü zaman ifademe uyum sağlayarak şapşalca gülümsedi benimle.
"Mucize kutusunu sana emanet etmem gerekiyor." Başını anlayışla salladı. "Saklayabileceğimiz bir yer var mı?"
"Kasaya koyabiliriz diyeceğim ama içinde kamera var."
"Göze batmayan bir yer olabilir." Etrafa bakındım. "Kütüphaneye saklayabiliriz."
"Olur." dedikten hemen sonra telefonun melodisi odada yayılmaya başladı. Yatağın ortasında duran telefonuna baktı.
"Ben yukarıya çıkıyorum o zaman. Sen de telefona bak." Ben dönemeçli merdivene ilerlerken Adrien telefonu açmıştı. Telefondaki kimse onunla İngilizce konuşuyordu. Aksanını dinlemek çok hoşuma gidiyordu. Bu yüzden o telefonla konuşuncaya kadar kulağım ondaydı.
Kütüphanesi temizdi ama biraz düzensizdi de. Kalın ve ince kitapları yan yana görmek onları düzelme isteği uyandırmıştı. Kütüphanenin alt rafına koyabilirdik mucize kutusunu. Bu yüzden dizlerimin üzerine çöktüm ve kare şeklindeki rafta bulunan birkaç kitabı kucağıma aldım. Deri kaplı ajandaya benzer defterin arasından birkaç katlanmış kâğıt parçası düştü. Kâğıtları aldım ve defterin arasına sıkıştırmak için birkaç sayfayı araladım.
Gözüme çarpan isim duraksamama neden oldu.
Bulutlar gökyüzünü ağlatıyor. Yağmurun kendisi de sesi de seni hatırlatıyor bana. Hayır, hatırlamıyorum, yağmurda hep seni görüyorum. Hatırlamam için aklımdan çıkman gerek; mümkün mü hiç? Sen hep aklımdasın Marinette. 12/04/21
Dışarıdayım bugün. Annemi özledim. Onun çiçeklerini sulamak istiyorum ama yağmur yağıyor. Yine de çıktım dışarı. Yağmur çiçekleri suladığı gibi ıslatmadı beni, canlanmadım, olmadı. Yağmuru hissettiğimde beni terk ettiğin zaman gözlerimin önüne geliyor. Kulaklarımda çınlıyor sesin, "Daha iyi birini bulacaksın." deyişin... 13/04/21
Devamı yoktu. Vardı ama yazamamıştı. Bir sonraki gün kalemini yeniden eline almış, bana olan mektuplarına devam etmişti.
Ben senin yerine kimseyi koymam, koyamam. Ama saldırırsa düşman yeniden Paris'e, işte o gün biliyorum ki yanımda biri olacak. Bugün gittim Fu'ya, bahsetti: Başka birini seçeceğim, dedi. Mucizeyi kullanılabilir duruma getirse bile hâlâ hasarlı ve bu durum seçilen kahraman için tehlikeli.
Çok düşünüyorum. Sensiz savaşmak, sensiz Paris'i kurtarmak nasıl hissettirecek? Düşününce bile ağlamak istiyorum. 14/04/21
Sayfa bitti, ben devamı varmış gibi köşeye attığı tarihi defalarca kez okudum. Benimle olmadığı günler. Bana yazdığı mektuplar. Bir nisan ayında hatıralarla yaşanan şubat ayrılığı.
Gözlerimden yaşlar devrildi defterin üstüne. Kendi göz yaşımdan irkildim, hemen kapattım defteri. Ellerimde daha fazla tutmaya da devam edemedim, bir rafın arasına sıkıştırdım. Ayağa kalkmadım. Sırtımı korkuluklara yasladım ve bacaklarımı kendime çektim. Çok kötü. Çok kötü hissediyordum. Kalbim ağrıyordu, acıyordu. Boğazımı biri sıkıyordu sanki. Gözyaşlarım sonsuzluk için açılan yolu takip ederken bana geçmişin acısını hatırlatıyordu.
Bir yılı nasıl olur da öylece geride bırakabilmiştik? Şu an ne güzeldik. Gülümsüyorduk, mutluyduk. Ama bu bir yıl öncesinde bir daha gerçekleşmeyecek yaşamdı bizim için. O kadar kesindik ki bir kez daha bir olmayacağımıza; Adrien, kendisini yaşayan bir ölü kılmıştı.
Onun için o zamanlarda iki kaybı vardı. Nasıl hissetmişti asla bilemiyordum ama boyutunu tahmin edebiliyordum. Bunu ben hafızamın silinmesine rıza olmadan önce de çok düşünmüştüm. O ne hâle gelecekti? Nasıl devam edecekti? Kahramanlığını bırakır mıydı? Hepsi benim için cevapsız kalmıştı çünkü sonrası için bizim geçmişimize sahip değildim. Şimdi biliyordum bizi. Nerede olduğumuzu biliyordum ve yine emindik kendimizden, birlikte yaşayacaktık.
Acımasızca ondan ayrılırken bana yalvarışlarını nasıl görmezden gelmiştim? Yine de kader bağıydı, bizimkisinde de ayrılık vardı.
O, telefonla konuşmaya devam ederken kendimi banyoya attım. Ağlamamak için kendimi sıkıyordum. Bu da boğazımda dayanılmaz bir acı bırakıyordu. Yüzüme defalarca kez su çarptım. Yüzümü kuruladım ama yaşlar yeniden ıslattı. O gülen yüzünün altına, acısına alışmaya çalışan bir erkek çocuğu dikmiştim ben. Aylarca hüznün içinde onu yalnızlığa bırakmıştım. Çatılarda beni hissederek uyumaya çalışırken ben huzur içinde yatağımdaydım. Onu sürüklediğim nokta dipsiz bir çukura dönüşmüştü ve ben can parçamı kimsesiz kılmıştım.
Kimsesiz.
Elimle ağzımı kapattım hıçkırmamak için. Soğuk su yüzümü yaktı. Beyazı kırmızı ince damarların örgüsüne sarılmış gözlerimi ovuşturdum. Banyodan en azından düzgün nefes almaya devam ederek çıktım. Ağır hareketlerle sürgülü kapıyı kapattım. Saçlarımı bilerek yüzümün önüne gelecek şekilde saldım. Adrien telefon konuşmasını bitirmişti. Yatağın ortasında bacakları dışarıda kalacak şekilde uzanıyordu.
Adımlarımı ben yönlendirmedim, onun yanında olmak istedim sadece. Yanına yattım. İki yana açtığı kolunun birinin üstüne başımı yasladım. Bacaklarımı kendime cektim, cenin pozisyonunu aldım. Küçülttüm kendimi. Düşüncelerimin esirine, can parçama sığınarak anlatmaya başladım:
"Aedonya kutsal ruh olarak geçiyor kitapta. Biliyorsun, onunla aramda bir bağ var. Bu sayede benimle iletişim kurabiliyor, kurdu da. Bunu birkaç hafta öncesinde yaptı. Gözlerimin önüne saniyelik görüntüler geldi ama anlamdıramayacağım kadar karmaşıktı. Sonra bu görüntü bir yapboz gibi birleşmeye başladı. Bu sabah da rüyamda gördüm. Aslında bir rüya değildi. O an o zamanın içindeymişim, yolculuk yapmışım gibiydi."
Onun sorduğu ilk şey "Sen ağladın mı?" oldu ama buna cevap vermeden konuşmaya devam ettim.
"Sevgilisini kolları arasında yaralı bir şekilde tutuyordu. Bilmiyorum, belki de ölüydü. Kan vardı ve nehre uzanıyordu. Aedonya ağlıyordu. Sesi kısıktı ve güçlü değildi. Sonra ona birkaç sözcük fısıldadı, sonsuzluğumu bul dedi. Ona bağını mühürledi ve Bianoste uyandı. Aedonya bana döndü ve dedi ki: O, senin can parçan olacak."
Elim kazağını avuçladı. Yüzümü daha da sakladım. "Seni kastediyor."
Sırt üstü yatmayı bıraktı, vücudunu benden tarafa çevirdi. Yüzümü saklayan siyah saçlarımı yavaşça parmaklarının ucuyla geriye taradı. Gözlerim kazağını sıkan elime bakıyordu. Ona bakmamı istedi parmaklarının tersiyle elmacık kemiklerimi okşayarak, yapmadım.
"Sana yardım ettiğini biliyorsun." dedi, hafiften yutkundum. Bu sefer göz altımı başparmağıyla okşadı ama bakamazdım. Bakarsam anlardı. Zaten anlamıştı ama gözlerimi görsün istemedim.
"Bana niçin en başta bahsetmedin?"
"Çünkü," Sesim çatallı çıktı. "emin olamadım. Bu sabah görüntünün ne olduğunu anladım. Emin olduğumda sana kendimi daha iyi anlatabileceğimi düşündüm.
"Ben seni hep anlarım. Saklamasaydın içinde. Huzursuz oldun mu?"
"Hayır, tam tersi, destekli hissettim." Kazağını sıkan parmaklarım gevşedi. Kirpiklerim titredi. Onun yüzüne bakmak istedim ama yine de yapmadım. "Sana en başında söylemeliydim. Aramızda bir şey saklamıyoruz ama ben sakladım." Özür dilememe fırsat vermeden elmacık kemiğimi okşayan parmağı dudaklarıma yol çizdi. Sustum.
"Haklısın, birbirimizden hiçbir şey saklamamalıyız." Bunu o kadar kısık sesle söyledi ki yakınında olmasam duyamazdım. "Bakmayacak mısın bana?" Yüzünü yüzüme yaklaştırdığı zaman başımı daha da eğdim. "Neden ağladın? Aedonya öyle dediği için mi?"
"I-ıh..."
"Kulağa güzel bir şeyden bahsediyor gibi geliyor."
"Ondan değil."
"Baksana güzelim bana." Parmaklarını çenemin altına koydu. Ona yenildim ve bakışlarımı kaldırdım. Yeşil gözleri saplandı sızlayan gözlerime. Kirpiklerim ardı ardına kırpıştı. Yüzümü boyun girintisine soktum. Suçluluk duyuyordum. Adrien'a bana ulaşmayacak mektuplar yazmasından suçluluk duyuyordum. O kalemi tuttuğu için, bir kâğıt parçasına içindekileri dökebildiği için kendimden nefret ettim. Hâlbuki benim suçum muydu? Değildi ama öyle hissettiriyordu. Onu ardımda bıraktığım için böyleydi.
"Sormamalı mıyım?"
"Sorarsan bir kez ağlayacağım."
"Ağlarsan sana eşlik edebilirim. Birlikte ağlaşırız." Sözcüğü gülümsetti beni. Bunu fark ettiği için burnundan bir nefes vererek güldü. Kollarını bedenime sardı, kucağına çekti beni. Biliyormuş gibi yaşların kuruttuğu yanaklarımı öptü. Sanki dört yaşında bir kız çocuğuydum ve o da benim biricik babamdı. Beni öpücüklerine boğuyor, şımartmaya çalışıyordu ama ben utangaç bir çocuktum; tek yaptığım biriciğime gülümsemekti.
"Adrien," dediğimde dudaklarını çenemden çekti. Yorgun bir bakıştan ziyade canlı bir duruş sergilemeye çalıştım.
"Bebeğim," diyerek yanıt verdi. Üzgün olmayayım diye elinden geleni yapıyordu. Bu çabasını gördüğüm zaman bir kez daha âşık oluyordum ona. Beni ne güzel seviyordu canım adam.
"Sen benim can parçamsın."
Aedonya silik bir tebessüme sahip oldu. Omzunun üstünden bakarken bize, beyaz elbisesini savurarak arkasına döndü. Artık kanatları yoktu.
"Öyleyim."
Tanıdık kahve gözlerin aksine kehribar bakışlar yansıdı dalgalı ve puslu perdeme. Simsiyah kanatlara sahipti, iki yanına asaletiyle açmıştı. Bana bir ifadede bulunmadı, sadece baktı. O; Aedonya'nın ruhuyla beslenmiş kişi, mucize kutusunun ikinci gardiyanı Bianoste'ti.
🐞🐾
14. bölümün sonundan selam ama bu bölümün devamı var '-'
İkinci part yapmaktan hoşlanmıyorum. Bölümü uzun da tutmak istemiyorum. Yine kaptırdım kendimi, anlatacağım şeyleri uzata uzata yazdım. Durduramıyorum kendimi :p
Bu yüzden bölümü tamamlamadan yayımlamış bulundum.
Zihnim çok dolu ve ben artık bundan bunaldım. Benim için iyi haber çünkü kitabı yarıladık.
Yeeeyy 🎊
Aedonya aklınızı karıştırıyor, biliyorum ama onun gizemini okuyucunun tahmin yürüteceği şekilde yazmam gerekli. Yoksa işin heyecanı kalmaz. Meraklı okuyucular yaratmak istiyorum :)
Adrien'ın mektuplarını hatırlayan varsa gerçekten tebrik ediyorum. Geri Dönüş'e yazdığım özel bölümün sonundaydı.
Özel bölüm demişken söylemeden de geçemeyeceğim. Benim en çok ağladığım bölümdü o. Psikoloji üzerine yazdığım ilk bölümdü ve çok etkilenmiştim. Psikoloji yazmayı seviyorum ama arada fazla kaçıyor hehe 👉🏻👈🏻
Bu bölümü uykumdan mahrum tamamladığım için kendimi tebrik ediyorum çünkü hayatımda bir numara olan şey uyku. Sizi sevdiğimi buradan anlayın ;)
Bir sonraki bölüm hararetli geçecek. Bu bölümün tam tersi soft olduğunu düşünüyorum.
Çiftimizi okumayı seviyor musunuz? Ben onları yazmayı çoook seviyorum <33
Fazla konuştum değil mi? O yüzden ben gidiyooree :*
OY VERMEYİ UNUTMAYIN! Sizi seviyorum 🤍