Son Yaz

By velarisn

987 78 20

Bakınız sevgili okur, hayat çok tuhaftır. Bir an öncesine dek bu hayattan istediği her şeyi elde etmiş, genç... More

hayatımın kısa olmayan özetine önsöz
başlangıç
plastik yıldızlar
parti kızı
salkım söğüdün dalları
tanıdık yabancılar
kırlangıç yuvası
cam kırıkları
kimse aşktan ölmez
cumartesi akşamı
hızlı değişen geceler
eriğin dalına firuze'nin dostluğuna
zamanın aşkları tatlı telaşları
dillere düşmeli bir aşk
her şey ve hiçbir şey
baskın yapma zanaatı
sanrılar
tavşan kaç tazı kovala
yarışlar ve kazananları
evlilikler üzerine

turuncu balık ile balıkçı

35 4 0
By velarisn


Hümeyra, Kirli Beyaz Kedi


•turuncu balık ile balıkçı•

"Bak, gidiyor işte!"

Günhan işaret parmağıyla bilgisayar ekranına tıklatırken eğilip monitöre baktım.

"Önümüz arkamız, sağımız solumuz fitne yılanlarla dolmuş aşkım," diyordu Günhan tam sağ kulağımın dibinden. "Baksana şuna nasıl sinsi sinsi yürüyor! Hiii! Bak ofisin panjurlarını indirmeyi de akıl etmiş küçük şeytan."

Son bir saatte yaklaşık on kere izlediğim kamera kaydına göre, olaylar gayet net biçimde gelişiyordu. Günhan'ın deyimiyle küçük şeytan, ofisin çok tenha olduğu öğle saatinde kameraların onu çekmesine aldırmadan Günhan'ın odasına elinde koca dosyalarla giriyor, dosyaları masaya bıraktıktan sonra hemen gidip ofisin koridora bakan camlarındaki panjurları indiriyor, bilgisayarın başına geçip yalnızca iki dakika içinde o maili yolluyordu. Ve yine kameralara aldırmadan, çok sakin ve soğukkanlı biçimde odadan çıkıyordu. Aynı gün mesai bitiminde de istifa edip yok oluyordu.

"Firuzem, şimdi biz bu yılanı hemen savcıya veriyoruz, zaten kameralar da film gibi çekmiş. Ben hemen legal ekiple bir toplantı ayarlayacağım ama-"

"Bu kız burada kaç ay çalıştı demiştin?" diye sordum ekrandaki kız ayağımı kaydıran o maili yazarken.

"Sekiz ay canım."

"Nereden geldi?"

"Modellik için başvurmuş aslında. Bizimkileri bilirsin, adamı canından bezdirirler. Birkaç yerden red yemiş, birkaç ufak iş yapmış sonra da ajansa girmiş. Pek de alışılmadık bir hikayesi yok yani."

Gerçekten de öyleydi. Bu iş için yola çıkan çoğu kişi ya ufak tefek işler yaparak günü kurtarırdı ya da daha yolun başındayken bıkar ve bir gün keşfedilmeyi umarak ajansların birinde işe başlarlardı.

Bunu anlıyordum.

Anlamadığım şey, kameranın kendisini çektiğini ve mutlaka yakalanacağını bilerek neden böyle bir şey yaptığıydı.

Kızı tanımıyordum, adını ilk kez şimdi önümde duran personel dosyasından okumuştum, yüzüne aşina bile değildim.

Yani bana çelme atması için hiçbir neden yoktu.

"Kişisel verilerle ilgili bir şeyler demişti sanırım hukuk müşaviri. Oradan güzel bir dava açarız, kallavi bir tazminat-"

"Dosyası bu muydu?" diye ikinci kez kestim sözünü.

Günhan elimi attığım kırmızı kapaklı dosyaya bakıp başını salladı. "Evet."

"Tamam," dedim dosyayı çekip alırken. Doğruldum. "Hukuk birimiyle olan toplantıyı iptal eder misin?"

Şaşkınca gözlerini kırpıştırdı. "Niye ki?"

"Şikayetçi olmayacağım çünkü," dedim Günhan'dan gelecek tepkiyi bildiğim halde. "Bir de şu kamera kayıtlarının kopyası lazım bana. Ne zamana elime ulaşır?"

"Hayatım," dedi Günhan sakin kalmaya çalışarak. Tekerlekli sandalyesini itip ayaklanmıştı. "Şikayetçi olmayacağım ne demek? Bak, kızın ne yaptığı ayan beyan ortada. Odaya girişi mailin gönderilme saatiyle dakikası dakikasına bir. Bir de kaçar gibi istifayı basmış. Elimizde her şey var. Bırak bulsun cezasını canım. Anlıyorum senin kalbin yumuşak ama böyle de olmaz ki!"

Benim kalbim yumuşak değildi, zaten bu yaptığımı da iyi yürekliliğimden yapmıyordum. Aklımda başka bir şey vardı, ayrıca kızdan tazminat almakla da hiç ilgilenmiyordum.

Neden yaptığını bilmem lazımdı. İlgimi sadece bu çekiyordu.

Dosyayı tutmadığım elimle çantama uzanırken "Dediğim gibi Günhan," dedim. "Kimse bir şey yapmasın. Sen sadece şu görüntüleri bana ulaştır. Olur mu?"

"Firuze lütfen bir daha düşün."

Başımı salladım ama çantamı koluma geçirmiş kapıya yönelmiştim bile.

"Konuşuruz," dedim Günhan'a. "Akşam beraberiz nasılsa."

Mecburen başını salladı. "Görüşürüz."

Kapıyı çekip çıktım, Günhan'ın asistanı bana başıyla selam verdi, karşılık verdim. Sonra gözüm camlı ofislerdeki boş bir masaya takıldı. Küçük bir tereddüt anının ardından oraya doğru yürüdüm ve masaya şöyle bir baktım.

"Bir şey mi arıyorsunuz Firuze Hanım?" dedi karşıdaki masada oturan genç kız.

Elimi masadan çekip kıza döndüm. "Burada kimse yok mu?"

Kız bordo çerçeveli gözlüklerini burnundan geriye itip "İlkin vardı," dedi. "Bıraktı ama o işi. Ben yardımcı olayım size."

İlkin.

Burası o kızın masasıydı.

Parmağımın ucuyla masaya vurup "Gerek yok," dedim. "Kolay gelsin."

"Teşekkürler."

Ajansın otoparkından arabamla çıkarken telefonumu kulağıma dayamıştım bile. İlkin Hanım'la bir de ben konuşacaktım bakalım. Derdi neydi, neden o maili atmıştı, kim demişti ona bunu yapmasını...

Çok sorum vardı kısacası.

Telefonu ince bir ses açtı. "Alo?"

"Merhaba," dedim gayet sakin ve soğuk bir şekilde. "Ben Firuze Salkım. İlkin'le konuşmak istiyorum. O sen misin?"

Bir süre ses gelmedi. Sonra "Evet." dedi kız. "Seninle konuşacak neyim var?"

Kaşlarımı kaldırdım. Gayet sakin ve rahattı. Aynı maili atarken olduğu gibi.

"Benimle konuşacak çok şeyin var." dedim. "Ama konuşmam diyorsan elimdeki kamera görüntüleriyle en yakın polis karakoluna gidip hakkında şikayetçi olabilirim, birkaç güne de eline dava tebligatı ulaşır. Şimdi bir daha düşün, benimle konuşacak bir şeyin var mı yok mu?"

Bir süre hiç ses çıkmadı.

"Ben de öyle düşünmüştüm," dedim sahil yoluna direksiyonu kırarken. "Bir saat sonra sana atacağım adrese gel."

Cevabımı beklemeden telefonu kapatıp yana attım. Arabayı Bebek sahilinde sevdiğim bir kafenin otoparkına bırakırken kıza verdiğim sürenin yarısı geçmişti bile. Boğaza bakan bir masaya oturdum, kendime sevdiğim kahveden söyledim ve kızın personel dosyasını bir kez daha okudum.

Bir saati beş dakika geçerken, karşımdaki sandalye çekildi ve daha bu sabah kamera kaydından gördüğüm kız karşıma oturdu.

Omuz hizasında kesilmiş siyah saçları vardı. Hoş bir yüze sahipti. Yeşil, bol bir gömlek vardı üzerinde.

Gayet soğukkanlı ve düz bir ifadeyle bana bakıyordu. Hadi konuş da gideyim der gibiydi.

Sırtımı geriye verip kollarımı göğsümde kavuştururken "Hoşgeldin," dedim. "Ne içersin?"

Kaşlarını çattı. "Bir şey içmeye gelmedim."

"Öyleyse direkt attığın mailden bahsetmeye başlayabilirsin. Dinliyorum."

Gözlerini ağır ağır kırpıştırarak bana baktı. Sanki suçlu olan benmişim gibi davranıyordu. Açıkçası başka bir tutum bekliyordum ondan. Üste çıkan halini beklememiştim.

"Açacağın davadan hiç korkmuyorum." dedi en sonunda.

"Henüz dava açacağımı söylemedim. Ama korkmaman çok tuhaf doğrusu." Önümde duran dosyaya tırnağımla vurdum. "Burada modellik yapmak istediğin yazıyor. Olmamış. Sonra ajansa girmişsin, sekiz ay çalışmışsın. Eğer aileden zengin değilsen, ki olmadığın belli, o tazminatı ödemen zor. Yani güvendiğin birisi var. Benim tercihim, ağzını açıp paşa paşa konuşman. Ama yok, hamimi ele vermem diyorsan, sana epey sıkıntılı bir süreç yaşatabilirim."

Küçümsercesine güldü. Kaşlarıyla dosyayı işaret etti. "Onu okudun diye tanıdın mı beni?"

"Senin hakkında ilgilendiğim her şey burada." dedim nazik ama diken gibi batan bir gülümsemeyle. "Fazlasıyla hiç ilgilenmiyorum. Konuya dönelim. Mail."

"Ben attım," dedi çalışılmış olduğu çok belli olan bir eminlikle. "Kimse demedi-"

"Kes," dedim tatlılıkla. "Buraya senin akılsızca planlanmış yalanlarını dinlemeye gelmedim. O koruduğun her kimse, seni kullanmış belli ki. Kim olduğunu söyle."

Bana delecekmiş gibi baktığı bir saniyeden sonra "İnanması çok mu zor?" dedi sertçe. "Senin gibiler ana baba torpiliyle hiç haketmedikleri yerlere gelirken benim gibi birisinin bunu yapması niye imkansız olsun? Hayatında hiçbir şey için didinmemişsindir sen. Annen eski manken baban fotoğrafçı. İki sızlansan istediğin podyumda yürürsün nasılsa. Kimsenin seni gerçekten beğenmediğini bile bile yürürsün hem de. Niye? Cavit Salkım'ın kızısın diye!"

Sözü bittikten sonra kısa bir sessizlik oldu. Gülümseyerek başımı salladım ve "Demek vasatın altındaki modellik kariyerin için beni suçluyorsun." dedim. "Haklısın, ben de olsam öyle yapardım. Eminim dikiş tutturamayan çoğu kız, mesaileri bitip de akşam eve geldiklerinde benim gibilere lanet ediyorlardır. Ama içlerinden sadece sen bu aptalca riski aldın. Şimdi, bana arkanda kimin olduğunu söyler misin, yoksa hayatının geri kalanında moda sektöründe çaycı bile olamamanı garantileyeyim mi?"

Bana küstahça gülümsedi, masanın üzerinden eğilerek yaklaştı. "Bir gün, senin torpille sahip olduğun her şeye, hatta daha iyilerine sahip olacağım. Ama sen yerinde sayacaksın. Niye biliyor musun?"

Derince bir iç çekerken gözlerimi tavana diktim.

"Çünkü o çok sevgili anneciğin çekildi arkandan," dedi kız alayla. "Artık anne torpili yok. Ve yakın zamanda ne öğrendim, biliyor musun Firuze? Babacığınla aranız da pek iyi değilmiş zaten. Yani seni o podyumlarda yürüten annenmiş. O da yok işte şimdi. Artık geri kalan herkes gibi çalışmak zorundasın sanırım. Biliyorum, sana yabancı bir kelime ama-"

"Annem yani," diye baygınca kestim zırvalamalarını. "Düşündüğümden daha basit çıktın. Annemin maşası olmak pek de parlak bir kariyer başlangıcı sayılmaz."

"Torpil de sayılmazdı." dedi tek omzunu silkip geri yaslanırken. "Herkes anne torpiliyle geldi diyordu ajansta arkandan."

Rahatça gülüp başımı iki yana salladım. "Anlamıyorsun değil mi? Sence arkamdan ne dediklerini bilmiyor muyum? Benim gibilerin arkasından hep konuşurlar. Çünkü hepsi, ama hepsi, asla benim yerimde olamayacaklarını bilirler. Ama sen belli ki farklısın hepsinden. Arkamdan konuşmak yerine arkamdan iş çevirmişsin. Benim yerimde olabilmek için. Annem bunu mu vadetti sana? Benim yerimi. Çok ucuza gitmişsin."

"Ucuz olduğunu kabul ediyorsun yani."

"Tatlım," dedim salaklığına acır gibi. "Seni sadece aramızdaki çekişmeye meze etmiş. Hiçbir şey vereceği de yok. En fazla birkaç hafta içinde kurtulacak senden. Kullanılıp atılacaksın." Masadaki peçetelerden birini önüne fırlatırcasına bıraktım. "Peçete gibi."

Kız bir bana bir de peçeteye baktı, sonra ona attığım peçeteyi atıp katladı, çantasına koydu.

"Seni alt ettiğim gün göz yaşlarını sil diye vereceğim sana bunu," dedi sakince. "Unutma."

"Annemin kurmalı oyuncağı olmaktan başka bir şey olamazsın sen," dedim dudaklarımı büküp. "Eğer aklın varsa-"

"Tavsiyeni kendine sakla," diye kesti sözümü. "Benim yerimde olabilirmişsin gibi de konuşma."

"Senin yerinde olacağımı tabii ki düşünmüyorum," dedim kulağa aşağılayıcı gelen bir nezaketle. "Ben birisini takıntı haline getirip arkasından basit bir iş çevirdikten sonra yaptığımla yaşayıp gitmezdim." Masada duran çantamı alıp koluma taktım ve ayağa kalktım. Artık kıza tepeden bakıyordum.

"Ne yapardım biliyor musun?" dedim gözlerine bakarak. "Terapi alırdım."

Bir şey demesini beklemeden arkamı dönüp güneş gözlüklerimi kafamdan gözlerime indirdim ve mekandan ayrıldım.

Annemdi.

Eh, çok da şaşırdığımı söyleyemeyecektim.

Ona son kitlediğim ihaleden sonra yerinde sakince otursa şaşardım zaten. Böyle ufak tefek tacizler pek şaşırtıcı değildi. Yalnızca benimle uğraşmak için kızın birini kullanmasına şaşırmıştım, pek annemlik bir şey değildi bu.

Arabayı Başak'ın da stajını yaptığı büroya sürerken kızın dediklerini unutmuştum bile.

İçeri girip lobiyi geçtim. Başak buralarda bir yerde olmalıydı ama öncesinde Kuzucuk'u görmem gerekiyordu. Randevumuz vardı. Odasının olduğu kata camdan bir asansörle çıktım. Sekreter  kızlarda birisi beni karşılayıp içecek bir şey alıp almayacağımı sordu. Hayır dedim, Kuzucuk müsait miydi?

Evet, Batuhan Bey müsaitti.

İç hattın telefonu çaldı, Firuze Hanım'ın geldiği söylendi ve kıza teşekkür edip içeriye girdim.

Kuzucuk beni arkası İstanbul'a tepeden bakan bir masada bekliyordu. İçeri girince tekerlekli deri koltuğunu itip ayağa kalktı.

"Hoşgeldin Firuze."

"Merhaba," dedim gidip elini sıkarken. İş yerinde olduğumuza göre yakın geçmişte onu suya attırdığım gerçeğini görmezden geliyorduk. Deri koltuklardan birine oturup bacak bacak üstüne atarken "Acil bir randevu olduğu için kusura bakma," dedim. "Eminim yoğunsundur."

"Sorun yok," dedi. "Ne görüşmek istiyordun benimle?"

"Bunu," dedim elimdeki telefonu önüne koyup. Batuhan telefon ekranında oynayan kamera kaydına dikkat kesilirken "Geçen hafta teknedeyken uzun zamandır çalıştığım bir tasarımcı aradı." dedim. "Benim hesabımdan ona bir mail gelmiş. İşle ilgili bir şey ama maili ben atmadım. Kimseye de atmasını söylemedim."

Kaşları çatıldı. "Bu kız mı atmış?"

Başımı salladım. "Sana gelmeden önce konuştum. İnkar etmiyor. Hatta gayet sahiplenici yaptığı şeye karşı."

"Neden peki? Sordun mu?"

"Annemin işi," dedim. Batuhan hala kaydı izliyordu. "Azmettirmiş yani. Bu işi dosdoğru ona bağlayabilir miyiz?"

Telefonu bana geri itti ve "Kızı aradan çekecek misin?" diye sordu şüpheyle.

Omuz silktim. "Onunla derdim yok. Neyi neden yaptığı da çok önemli değil. Derdim annem."

"Onun da derdi sensin anlaşılan. Neden annen böyle bir şey yapsın?"

Gülümsedim. Ya annemle aramdakileri bilmeze yatacak kadar kibar birisiydi ya da ihtimal vermiyordu.

İkincisine inanıyordum.

"Annemle aramın pamuk şeker kıvamında olmadığına tanık oldun," dedim annemin doğum günündeki minik iş birliğimizi kast ederek. "Yani, ayağımı kaydırmak için epey nedeni var."

"Kızın yalan söyleme ihtimali yok mu yani?"

"Tabii ki var. Ama ben annemi tanıyorum. İnan bana, kulağımı çekmek için kızın birini gözü kapalı harcayabilir. Benim sana sormak istediğim şey, bunu anneme karşı kullanıp kullanamayacağım."

Kaşlarını kaldırdı.

"Hukuki olarak tabii." diye ekledim hemen. Yüzündeki şüpheci ifade silinmese de azaldı.

"Zor," dedi en sonunda. "Kız itiraf etti diyorsun, anneni ifşa etmeyecektir. Annen çıkıp ben yaptım demeyeceği sürece-"

"Dedirtebilirim." dedim şaibeli sayılabilecek bir hevesle.

"Tehdit bir seçenek değil Firuze." dedi Batuhan uyarırcasına ve anında hevesim kaçtı. Suratımı astım. "Yüzünden anladığım kadarıyla bu mümkün değil."

Yani. Beraber beş çayı yaptığımız esnada çayına bisküvisini batırırken itiraf edecek değildi ya.

"Hayır," dedim iç çekerek. Ayaklandım. "O zaman vaktini boşuna aldım."

"Lafı olmaz." dedi beni geçirmek için kalkarken. "Bu arada, Firuze..."

"Evet?"

"Yanlış anlamazsan, neden ajansındaki hukuk birimine değil de bana geldin?"

Güzel bir soruydu. Soğukça gülümsedim.

"Çünkü annemin ufak gammazları her yerde olabilir," dedim ona. "Ayrıca sözü geçer. Moda sektöründe en azından. Bir daha ayağımı kaydırmak isterse kolaylıkla yapabilir. O yüzden sana geldim. Gerçi... Sen de pek güvenilir sayılmazsın. Değil mi?"

Yakalandığını biliyordu, inkar etmedi.

"Aral'a küçük iş birliğimizin içeriğini anlatman etik dışıydı," dedim suçlayıcı olmaktan uzak bir sesle. "Bunun için seni suçlamıyorum. İstediğini alma konusunda iyi birisi. Ama yine de, bugün konuştuklarımızın aramızda kalacağını bilmem gerek. Kalacak mı?"

"Kesinlikle." dedi tereddüt etmeden.

Başımı salladım. "Güzel. Görüşürüz o zaman." Son anda aklıma gelen bir şeyle ona döndüm. "Bu arada, Başak'ı bugün erken çıkarsam olur mu?"

Saat zaten üçe gelmişti. Başını salladı. "Olur."

Çalışanını işinden alıkoymayacakmışım gibi "Harika," dedim. "Güle güle."

"Görüşürüz."

Odasından çıkıp sekreter kıza hafifçe gülümsedim ve asansöre binip Başak'ın olduğu kata indim.

Buraya daha önce hiç gelmemiştim ama Başak'ın ayırt edilebilir bir tipi vardı. Koklayarak bile bulurdum, garip olurdu ama bulurdum.

"Birisine mi bakıyorsunuz?" dedi girişteki masada oturan genç adam.

"Evet," dedim hemen. "Başak buralarda mı?"

Gözlerini kısıp gülümsedi. "Esmer, kara gözlü kız mı?"

Benim boncuk göz, aynen öyle.

"Evet."

"Çıktı o," dedi çocuk kibar kibar. "Birkaç saat oluyor. Geri gelecek ama. İsterseniz bir kahve söyleyeyim size, burada bekleyin."

Tam olur deyip bir sandalyeye çökecekken arkamdaki asansör cilvekar bir ding sesiyle açıldı ve çok tanıdık bir kıkırtı duydum. "Ay gerçekten mi?" diyordu benim boncuk göz hevesle.

Ve yine, ne yazık ki çok iyi tanıdığım bir ses "Gerçekten." diyordu.

O anda elimde Musa Peygamber'in Kızıl Deniz'i ikiye bölen asası olsaydı kendimi ikiye bölerdim. Maalesef ki, ortadan ikiye yarılmadım. Hayır. Daha kötü bir şey oldu.

Başak beni fark etti.

"Aa! Firu!"

Evet ben, Firu. Nam-ı diğer hüsranlar kraliçesi.

"Hayatım," dedim yüzümü onlara dönerken. "Sana gelmiştim ben de..."

Sana geldim ama kimleri buldum, ohoo...

"Merhaba," dedim Aral'a da suratsız suratsız. "Batuhan'a mı geldin?"

Aral Mert benim aksime gayet keyfi yerinde bir vaziyette "Hayır," dedi. "Başak'la yemek yedik."

Başak'la derken? Benim boncukla mı?

Ona gelmişti yani.

Peki. Ne sebeple?

Alıkça göz kırpıştırmamak çok zordu. "Öyle mi?" dedim Başak'a gülümseyerek.

Boncuğum hevesle kocaman gülümseyip başını salladı. "Evet! Çok uzun hikaye ama Aral Mert geçen hafta Batuhan Bey'e geldiğinde tesadüfen karşılaştık. Asansördeki olay için hiç teşekkür edememiştim, bir kahve içmek istedim. O gün mümkün olmadı, ancak bugüne..." Hevesi bir anda kırılırken "Çok bekledin mi Firuze?" dedi bana. "Arasaydın keşke, erken dönerdik."

"Yok," dedim. Aral'a bakmamaya çalışıyordum. "Yeni geldim ben de."

"Keşke sabah konuşsaydık. Üçümüz çıkardık, değil mi?"

Aynen Başak. Sen, ben, Aral, bir de benim yıllardır küllenmeyen aşkım.

Garson, bize dört kişilik bir masa... Evet, dört kişilik.

"Sen gidiyorsun herhalde." dedim Aral'a. Dediğim anda da pişman oldum çünkü Başak'ın yüzü düşmüştü.

Aral'la göz göze geldik, ne yapmaya çalışıyorsun sen dercesine gözlerini kıstı.

Tersçe bakıp kaşlarımı kaldırdım.

"Aslında Aral Mert bırakacaktı beni," dedi Başak sessiz sessiz. Tadı kaçmıştı. "Bu arada her seferinde Aral Mert demek biraz uzun sürüyor, Aral diyebilir miyim?"

Hayır.

"İstediğini kullanabilirsin." dedi Aral her zamanki efendiliğiyle.

Ben de istediğim yere bayılabilir miydim? Sadece meraktan sorulmuş bir soru...

"Harika." diye cıvıldadı Başak. "Bu arada, akşam müşterilerimizden birisi teşekkür resepsiyonu gibi bir şey yapacak." Hem bana hem Aral'a tatlılıkla gülümsedi. "Ben doğal davetliyim. Siz de gelir misiniz?"

"Ben Günhan'layım akşam," dedim hemen. Allahım. Sağlam bir bahanem olduğu için eve gidince şükür namazı kılacaktım. "Çok isterdim."

Evet Firuze, kesin isterdin. Küllenmemiş aşkına da bir sor bakalım o da istiyor mu?

"Yaa," dedi üzgünce. Sonra Aral'a döndü. Gözleri parlıyordu. "Sen peki Aral?"

"Akşama ufak bir işim olabilir," dedi Aral Mert. "Erken biterse gelirim."

Gelirdi tabii. Hovarda herif.

Başak el çırptı. Sonra da başını omzuna eğip "Mutlaka bekleyeceğim." dedi Aral'a.

Bu bakışı biliyordum. Karşısındaki kişinin bu bakışlara rağmen Başak'a hayır demesi için kalpsiz olması gerekirdi.

Aral kalpsiz değildi ki.

"Her şey için de teşekkür ederim. Firuze'yi biraz daha ayakta bekletirsem akşama kadar söylenir."

"Rica ederim," dedi Aral kibarca. "Görüşmek üzere."

Başak hevesli bir suratla karşılık verirken ben kollarımı göğsümde kavuşturup suratımı asmamaya çalıştım. Aral'ın içinde olduğu asansör bir üst kata çıkar çıkmaz Başak bana döndü.

"Ay inanmıyorum sana Firuze ya!"

Evet, ben de bazen inanmıyordum.

Çantasını koluna takıp ellerini de beline koydu. Yanından geçip diğer asansörü çağırdım. Aral muhtemelen kuzucuğun yanına çıkmıştı. Biz de onunla tekrar karşılaşmadan toz olsak iyi olurdu.

"Ya nasıl surat astın adama!" diyordu Başak şaşkınca. "Kan davası var sanki aranızda."

Kan davası değilse bile Aral'ı ciddi şekilde travmatize ettiğim günler olmuştu. Hepsi aşkımdandı tabii. Bir de mizaç olarak haşin birisi olmamdan.

"Yok bir şey." dedim asansöre binerken. Başak hemen ardımdan geldi. "Nasıl yok bir şey? Bir azarlamadığın kaldı. Çok ayıp oldu."

"Bir şey olmaz," dedim rahat rahat. "Alışık o. Anlaşamıyoruz, hep öyleydi."

Başak kaşlarını çatıp başını iki yana salladı. "Firuze bu yalnızca anlaşamamak değil."

Derin bir nefes aldım. Akıllı bir kızdı, karşısındaki ben olmasaydım şüphelenirdi belki ama Başak benim bir erkeğe hiç öyle sıkı sıkı bağlandığımı görmemişti ki.

İhtimal vermiyordu.

Benim ilişkilerim günübirlik olurdu çünkü. Birisine gerçekten aşık olmam söz konusu değildi.

"Aral benim bilmediğim kötü bir şey mi yaptı?" diye üsteledi. Otoparktaydık artık. Topuklularımın sesi yankı yapıyordu, benim aksime düz taban giymiş olan Başak arkamdan pıtır pıtır koşturdu. "Bak Firuze, öyleyse söyle bana olur mu? Hemen keserim muhabbeti."

Ofladım. Durmuştum, zaten arabaya da gelmiştik. Elimi alnıma çarpıp Başak'a döndüm. "Hayır, hayır ya... Ondan değil Aral hayatında tanışabileceğin en düzgün adam olabilir."

Şaşkınca hıhladı. "Bak sen. İlk kez ağzından övgü çıktı."

"Bir şey yapmadı," dedim ona göz devirip. "Daha çok, ben bir şey yaptım. Küçükken anlaşamamızın sebebi bendim biraz, uğraşırdım işte onunla. O günlerden kalma bir anlaşamama hali yani. Senlik bir şey yok."

Başak bu sözlerle belirgin biçimde rahatladı çünkü gerçekten de aramızdaki tatsızlığın sebebinin Aral olduğunu düşünmüştü. "İyi," diye mırıldandı. "Yani, adamın çocukluğuna musallat olman iyi değil tabii ki ama... Çok sevdim onu, harika birisi. Zeki, hatta yaptığım tüm şakaları anladı biliyor musun? Çoğu erkek anlamaz."

Başımı önüme eğip çantamdaki anahtarı arıyormuş gibi yaptım. Dinlemek istemiyordum, çünkü bunlar benim zaten bildiğim şeylerdi. Aral zekiydi, ağzı laf yapardı, deli gibi yakışıklıydı da. Bir de bunlar yetmezmiş gibi nazikti.

Ful paketti yani.

Anahtarı yere düşürdüm.

Benden önce Başak eğildi. Elime verirken anlatmaya devam ediyordu. "Kahve içmeye diye çıktık ama mükemmel bir yere götürdü beni. Arkadaşlarıyla bile tanıştım biliyor musun?"

Boş bulunup "Alkanlar'ın tayfa mı?" diye sordum.

"Hayır başka."

Başka.

Ben tanımıyordum. Aral'ın benim dahil olmadığım bir hayatı daha vardı sonuçta.

İçim sızladı. Ben geçmişi temsil ediyordum. Mudanya'yı. Çocukluğumuzu. Alerjisi olmasına rağmen benim için tırmandığı erik ağacını.

Ama kesmişlerdi zaten o ağacı.

Yani artık geçmiş de duman olmuştu, ben de.

Başak dahildi artık o hayata. Aral'a dair benim bile bilmediğim bir şey biliyordu, bunu fark etmek bende olduğum yere çökme isteği uyandırdı.

"Çok tatlıydılar," diyordu gözleri ışıldayarak. "Bensu harika bir kahve yaptı bize, hatta bir ara seninle de içmemiz lazım. Hii, Firuze! Tanıştırayım mı seni-"

"Hayır." dedim hızlıca. Arabayı açtım, sürücü koltuğuna geçtim. Başak yanıma oturdu, bana döndü. "Yaa, hemen hayır deme Firuze ya! Çok tatlıydılar. Özellikle de-"

"Başak lütfen." dedim sessizce. Başak tadımın kaçtığını fark etti, yüzü hızla düştü. "Özür dilerim. Darladım değil mi? Evet darladım."

Hiç kafam kaldıracak gibi olmasa da radyoyu açtım ve Başak'ın dizine yumuşakça vurdum. "Saçmalama. Hadi, telefonunu bağla da müzik aç. Ahu'yu da ara, alalım yoldan."

"Provası bitmemiştir ki..."

"Olsun ara sen yine de."

Başak dediğimi yapıp Ahu'yu aradı. Dediği gibi hala provadaydı. Açmadı. Ben de Aral konusunun bir daha açılmaması için Başak'ı işle ilgili sorulara boğdum. Akşam trafiğine takıldık, sonra ben Günhan'la olan buluşmama yetişmek için Başak'ı eve bırakıp hızla evime sürdüm. Gerçi daha saatler vardı ama Başak her ağzını açtığında kafamdan aşağı buz dökülmüş gibi kasılıyordum.

Aral'ın hayatında başka kadınlar hep olmuştu, farkındaydım.

Bu kahvenin sadece bir kahve olabileceğinin de farkındaydım. Hiçbir anlamı olmayabilirdi.

Aral nazikti. Başak kahve içmek isterse hayır demezdi. Onu benim bile tanımadığım arkadaşlarıyla da tanıştırabilirdi, işine geri de bırakabilirdi.

Tüm bunları nezaketinden yapmış olabilirdi, evet. Bu bir ihtimaldi.

Ama aksi de bir ihtimaldi ve beni kolaylıkla öldürebilirdi. Çünkü bu seferki Başak'tı.

Herhangi birisi değil, Başak. En yakın iki arkadaşımdan birisi. Ve itiraf etmeliydim ki, Aral derken dudaklarının aldığı şekil bile beni korkutmaya yetiyordu. Ondan değil, kendimden korkuyordum. Daha doğrusu, onu kıskanmaktan.

Kolumu bacağımı sökebilecek kadar sert bir duş aldım. Sonra üzerime kısa bir etek ile dar bir bluz giyindim. Hava biraz esintili olduğu için sivri topuklu deri çizmelerimi giyindim, hafif de bir makyaj yapıp evden fırladım.

Arabayı almamıştım. Yürüyecektim. Ahu burada olsaydı cık cıklar ve aşkından kendini sokaklara mı vuruyorsun Firuze derdi. İyi ki değildi. Çünkü öyleydi, kendimi sokaklara vurmuştum.

Günhan ile bir suşi restoranında buluşacaktık. Yakınımdaydı, yarım saat kadar yürüdüm. Beni rezerve edilmiş masamızda bekliyordu, el salladı. Gülümseyip yanlarına yürüdüm.

Asistanı Özge yıllardır onunlaydı, severdim. İşini iyi bilen uyumlu bir kızdı.

"Nasılsın Özgeciğim?" derken kalkmasına izin vermeden sarıldım.

"İyiyim Firuze Hanım, siz?"

"İyim teşekkür ederim. Sipariş verdiniz mi?"

"Seni bekledik hayatım, otursana."

İkisinin karşısındaki sandalyeye geçip çantamı masaya bıraktım. Günhan yerine sığamıyor gibi kıpır kıpırdı.

"Neyin var senin? Kurtlandın mı nedir?"

Elini salladı. "Dur, acele etme. Sürprizim var sana, büyük. En son tatlıyla beraber söyleyeceğim."

"İyi bir sürpriz mi?"

"Ay kötüsünden Allah korusun, harika bir sürpriz!"

Coşkusuzca "Hadi bakalım." dedim.

Siparişlerimizi verdik. Yemek yerken önümüzdeki yıl için planlanan bir katalog çekimini tartışıyorduk. Özge her zamanki gibi konuşulanları tabletine not alıyordu.

Yemeğimiz bitti, tatlıları söyledik ve ben tam sürprizi unutmuşken Günhan ellerini çenesinin altında toparlayıp "Özge, bırak tatlım not almayı," dedi. "Sabah sana gönderdiğim dosyayı aç, koy Firuze'nin önüne."

Özge derhal dediğini yaparken ben de Günhan'a kaşlarımı kaldırdım. "Gizemden ödün vermiyorsun."

"Asla." dedi gururla.

Özge tabletini bana uzattı. Aldım.

Önümde hiç beklemediğim bir şey duruyordu.

"Bu ne?"

"Bu, tatlım," dedi Günhan harfleri ballandıra ballandıra. "Senin altın vuruşun. Marka yüzleri olmanı istiyorlar! Ferah kardeşler! O iki ikon, efsaneler! Seni seçtiler!"

Özge heyecandan kendinden geçmiş bir halde "Nur ve Latife Ferah," dedi. "Size teklif getirdiler Firuze Hanım! Ferah Mücevherleri'ne marka yüzü olmanızı istiyorlar!"

Tablet elimden düşecek gibi oldu.

Midem kamaşıyordu, az önce yediğim her şeyin yukarı tırmandığını hissediyordum.

"Ellinci yıla özel bir kreasyon çıkarıyorlar. Çok büyük bir iş. Bir buçuk yıldır kulislerde dönüyordu zaten dedikodusu. Sadece kimin taşıyacağını bilmiyorduk. Teklif Çiğdem Şikal'a gitti diyorlardı, sonra bir Arzu Onay, Pelinsu Akit, Hazan Kayalar falan dediler. Biliyorsun Hazan da hamileydi o ara ama boyu kısa zaten o kızın. Berin Saatçi olacak diyorlardı bir ara. Berin'in dizisi çıktı gerçi sonra, o iş tutunca Selinay Karakaya'ya sardılar. Neyse güzelim, baya bir dedikodu oldu yani! Ama tek bir ipucu bile sızdırmadılar. Zaten Nur Ferah'tan bilgi sızdırsan ertesi gün kendini Tarlabaşı'nda butik açarken bulursun. Öyle fena bir kadın yani! Devil Wears Prada'daki Miranda yanında melek kalır, o biçim. Amaaa, o teklif döndü dolaştı, benim güzeller güzeli-"

Sözünün ortasında masadan fırladım.

Çantamı kapıp koşa koşa çıktım mekandan. Özge de Günhan da arkamdan bağırıyordu ama öyle bir kaçtım ki oradan, gören ayaklarımda kanat var sanırdı.

Boğazım düğüm düğümdü.

Koşarken daha günler önce burkulan ayağım acıdı ama umursamadım. Kendimi bir banka atıp titreyen ellerle çantamdan telefonumu çıkardım.

Şimdi anlıyordum. Aral beni oraya mülakata götürmüştü. Nur tüm gece susup beni izlemişti çünkü koleksiyonuna uygun olup olmadığımı anlamaya çalışıyordu. O masadaki herkes de biliyordu bunu, ben hariç.

Planlanmış bir şeydi. Oltadaki yem ayakkabımdı, Aral balıkçıydı, ben de turuncu balık.

Aral'ı aradım, telefonu kapalıydı.

Gözlerimdeki yaşlar kopamadan parmağımla aldım. Ellerim o kadar kötü titriyordu ki...

Başak onu resepsiyona davet etmişti, Aral orada olabilirdi.

Başak'ı aradım. Çaldı ama açılmadı.

Son çare olarak Batuhan'ı aradım.

O açtı.

"Alo?"

"Selam," dedim titrememesi için çok uğraştığım bir sesle. "Kusura bakma rahatsız ediyorum. Müsait misin?"

Arkasından sesler geliyordu ama Batuhan "Tabii," dedi. "Bir şey mi oldu? Sesin kötü."

Yutkundum. "Bana- Şey lazım... Aral. O yanında mı?"

"Hayır değil ama Firuze gerçekten çok kötü geliyor sesin. Arkandan da araba sesi geliyor. Ters bir şey varsa gelip alayım seni. Neredesin?"

"Hayır, iyiyim teşekkürler. Kusura bakma rahatsız ettim. Ben-"

"Aa, Batu verir misin şunu ya!" dedi çok iyi tanıdığım kaprisli bir ses. Ahu. "Kaçırma şu telefonu. Hah, alo Firu?"

Sesini duyduğum anda hissettiğim rahatlama hissi beni boşalttı.

"Ahu..." derken açık açık ağlıyordum artık. Batuhan'la ne işi olduğunu hiç soramayacaktım şimdi.

"Kafasını koparacağım o Mert'in. O mu ağlattı seni?"

"Hayır..." dedim titrek bir sesle. Hıçkırdım.

"Nasıl hayır? Bir bok yemiş belli ki, Batu da zaten sen aradığında bir gerildi. Ne oluyor bakayım? Niye ağlıyorsun sen bebeğim?"

"Siz nerdesiniz ki?" diye sordum kaşlarımı çatıp.

Nereden geliyordu bu yakınlık? Ahu'yu son bıraktığımda bizim kuzucuğu kuzu çevirme yapacaktı.

Kuzu çevirmeyi hangi düzlemde ve nasıl şartlar altında yaptığını merak etmiştim açıkçası.

"Ağva'dayız." dedi Ahu.

"Hani resepsiyon vardı bu akşam?"

"Batu gitmedi, bırak şimdi sen. Anlat bakayım bana ne olduğunu."

"Ahu, ben kafayı kırdım galiba ya..." diye sızlandım. "Valla bak, hiç iyi değilim."

"Konum at bana, hemen geliyorum."

"Ağva'dan Cihangir'e gelemezsin, saçmalama."

"Cihangir'desin yani."

"Ya bir dur. Cihangir'i sokak sokak arayacak mısın?"

"Yok hayatım, birkaç tanıdık kapkaççı var benim Bağcılar'dan. Onlar zaten Cihangir'in yarısını soymuştur. Senin eşgali veririm, derhal paketlerler. Salak mısın Firuze, konum atacaksın tabii ki!"

"Yok," diye mırıldandım. "Bana Batuhan'ı verir misin?"

"Veremem efendim. Ağlıyorsun ya!"

"Gerginlikten," dedim. "Seni duyunca gevşedim, ondan oldu. Sen ver Batuhan'ı. Söz anlatacağım her şeyi. Ama şimdi olmaz, benim ne yapıp edip Aral'a ulaşmam gerek."

"Bak hala Aral diyor!"

"Ahu, ver istersen bana." dedi kuzucuğun sesi arkadan. "Hadi yavrum."

Yavrun mu?

"Konuşacağız bunu sonra Ahu." dedim. Sonra telefon el değiştirdi ve yine kuzucuğun sesini duydum.

"Firuze," dedi. "Gerçekten hemen gelebilirim. Konum atsan yeter."

"Gerçekten gerek yok teşekkürler. Aral-"

"O şu anda ortak bir arkadaşımızın yanında. Arkadaşların daha doğrusu, oradadır. İstersen konumunu atabilirim."

"Çok iyi olur."

"Tamam. Son kararın mı?"

"Evet."

"Peki o zaman," dedi. "Atıyorum."

"Sağol."

Konumu attı. Derhal bir taksi çevirdim yoldan. Karşıya geçecek taksi bulmak zordu aslında ama adam halime mi acıdı bilmiyorum, aldı beni. Yoldayken çantamdan el aynamı ve ıslak mendilimi çıkarıp yüzümü düzelttim, rujumu yeniledim ve ağladığıma dair ne varsa yok ettim.

Taksi Anadoluhisarı'nda sahil kıyısında bir kafenin önünde durdu. Parasını ödeyip indim. Kafenin ışıkları yanmıyordu, kapalı gibiydi ama kapıyı ittirince açıldı.

Sesler duyuyordum. Konuşma ve kahkaha sesleri.

Sesi takip ettim. Topuklularım ahşap zeminde tıkırdıyordu ama kimse beni duymadı.

Arka bahçe gibi bir yerdi çıktığım yer. Az ötede kocaman bir masa vardı, masanın üzerinde pembe balonlar ve arkasında da üç dört yaşlarında bir kız çocuğu. Etrafındaki kalabalığa şımarıkça gülümsemekle meşguldü.

Kafasının üzerinde salınan dört şeklindeki balona bakılırsa dördüncü yaş günü kutlanıyordu.

Beni ilk o fark etti.

Çocuk suratını buruşturunca arkası bana dönük kalabalıktan karnı burnunda hamile bir kadın başını çevirip geri baktı ve beni gördü. Kadının yüzü değişince diğerleri de baktı.

Bir adam vardı, hamile kadının yanında duruyordu, eli omzundaydı. Bir kadın daha vardı, siyah saçları örülüydü. Onun yanında bir adam duruyordu, kıza çok benzediğini fark ettim o an. İkizi gibiydi.

Sonra Aral vardı.

En köşede duruyordu. Çocuğa en yakın duran oydu.

Üzerinde kısa kollu ve bol keten bir gömlek vardı, beni gördüğü an yüz hatları gevşemişti.

"Firuze?" dedi kaşlarını kaldırarak.

Cevap vermedim. Yabancılardan birisi çok kısık sesle de olsa "Firuze mi?" diye sordu.

Hemen ona baktım. Örgülü kızdı.

Hamile kadın bana doğru paytakça hareketlenmeye kalktı ama yanındaki adam kolunu tuttu. "Bensu, bir saniye canım."

Bensu.

Başak'ın sabah bahsettiği kadın buydu demek ki. Buraya mı getirmişti onu?

En mantıklı soruyu çocuk sordu. "Kim bu?"

"Aral?" dedi hamile kadın da sorarcasına. "Arkadaşın sanırım."

Onun için kim olduğumu ben bile bilmediğim için ağzımı açmadım ama Aral bana doğru gelirken kadının sorusunu duymazdan gelmiş ve "Ne yapıyorsun burada Firuze?" diye sormuştu.

Doğum günü partisine gelmediğim çok açıktı. Ortama uygun değildim. Herkes rahat şeyler giyinmişti, bense timsah derisi sivri topuklu çizmeler ile mini etek giyiyordum. Hediyem de yoktu.

"Konuşmamız gerekiyor," dedim ona kupkuru bir sesle. "Acil. Kusura bakmayın birden geldiğim için. Batuhan attı adresi."

"Aa, Batu da mı geliyor?" diye bağırdı çocuk, zaten konuşmaya hevesli olan bir tek o vardı.

"Anneciğim konuştuk ama bunu." dedi hamile kadın. Yani Bensu. "Batu'nun işi var bu akşam."

Aynen işi var. Yavrusuyla.

Kadın bana döndü. "Firuze, değil mi? Çok memnun oldum, Bensu ben."

Yanıma doğru paytak paytak gelip elini uzattı. Sıktım. "Memnun oldum, kusura bakma Bensu."

"Ay ne kusuru, Aral'ın arkadaşı benim de arkadaşımdır değil mi? Siz de dik dik bakmayın, merhaba deyin kıza."

"Ben hiç rahatsız etmesem-"

"Firuze eski bir tanıdığım." dedi Aral o anda.

Ve içimde bir şeylerin kırıldığını hissettim.

Eski bir tanıdık mıydım ben? Arkadaş bile değil. Öylesine birisi.

Ama Aral ilk kavgasını benim için etmişti mesela. Lisedeydik, yakamdan bir türlü düşmeyen bir çocuk vardı. Bir gün okul çıkışında spor salonundaki yüzme havuzuna itmişti beni. Sırf aptal bir gençlik dizinde gördüğü için. Aral o ara yüzme takımının kaptanıydı yani okul çıkışlarında orada olurdu genelde.

Kafamı sudan çıkardığımda çocuğu yere yapışık halde görmüştüm. Aral'ın ilk kavgasıydı.

"Evet," dedim dümdüz bir sesle. "Eskiden tanışıyoruz."

"Ne kadar eskiden?" diye çok kritik bir soru sordu örgülü kızın yanındaki. "Adem ben bu arada. Asya bu da. İkizim."

"Memnun oldum." diye mırıldandım. Soruyu cevaplama işini Aral'a bırakıyordum.

"Çocukluktan," dedi Aral da. "Bensu ile Han evli. Kızları, Miray."

Miray ellerini beline koyup dudaklarını büzdü. Kızmıştı. Ayağını tepesinde durduğu sandalyeye vurdu. "Mumlarımı üflüyordum ama!"

Çok yanlış zamanda gelmiştim.

"Özür dilerim," dedim çocuğa gülümsemeye çalışıp. "Aral konuşabilir miyiz?"

"O olmadan üflemem yalnız," dedi çocuk bilmiş bilmiş. "Zaten senin hediyen de yok, niye geldin ki?"

"Aaa! Çok ayıp anneciğim, ne dedim ben sana? Özür dile bakayım Firuze Ablan'dan."

"Hiç gerek yok," dedim Bensu'ya. "Gerçekten davetsiz geldim."

Kocası, yani Han "Katılsana bize," dedi. "Madem Aral'ın çocukluktan arkadaşısın..."

Gülesim geldi. Arkadaşı değildim, tanıdığıydım.

Aradaki fark önemliydi.

"Hiç rahatsız etmeyeyim, özel bir şey belli ki."

"Lütfen," dedi adam kibarca. "Çok memnun oluruz."

Aral'a baktım.

"Konuşacağımız şey o kadar da acil değildir herhalde," dedi bana. "Bir dilim pasta yiyebiliriz, değil mi?"

Artık reddetmek kabalık olacaktı, hem de dört yaşında bir çocukla doğum gününde kavga edemezdim.

"Peki." dedim mecburen.

Çocuk göz devirip "Aralcığım gelir misin yanıma?" dedi şımarıkça. "Elimi tutuyordun en son."

"Tutuyordum," dedi Aral derhal yanına giderken. "Hadi üfle."

"Dilek de tutayım mı?"

Bensu bana gülümseyip "Hasta Aral'a," dedi sessizce. "Bak şimdi, izle."

Evet, Aral Mert'in küçük kızların kalbini çalmak gibi bir huyu vardı. Altı yaşındaki Firuze de ilk görüşte avlanmıştı mesela.

"Tut tabii ki."

"Ne tutayım?" dedi çocuk küçük kızlara özgü o hevesle.

"Ne istersen."

Çocuk koskocaman gülümsedi. "O zaman seni tutuyorum."

"Söyleme ama." dedi Aral hemen. "Tekrar tut."

Çocuk onun oyununa ayak uydurdu ve yanaklarını şişirerek nefesini topladı. Aral'la bakıştılar. Başını hızlıca salladı. Sanırım bu dileğimi tuttum demek oluyordu. "Üfle." dedi Aral da ona.

Miray ufak ciğerlerinden beklenmeyecek bir kuvvetle üfledi, sonra da alkışlara hiç aldırmadan kollarını Aral'a uzatıp "Gel." diye buyurdu. Aral emri hiç ikiletmedi. Miray ağaca sarılan maymun gibi Aral'a tırmanırken kendisini alkışlayan küçük kalabalığa elini salladı.

Babası pastayı keserken ikizler yavaş yavaş bana doğru geldiler. Kol kola girmişlerdi. "Demek adın Firuze." dedi Asya. Çekik gözleri vardı, siyah kalemle çevrelenmişti. İkisinde de gotik bir hava vardı. Tarzları de öyleydi zaten.

Sorguya çekiliyormuş gibi hissetsem de geri adım atmadım. "Evet. Asya'ydı değil mi?"

"Evet," dedi kız gözlerini kısıp beni süzerken. "Memnun oldum Firuze."

"Ben de."

"Bizimkiyle çocukluktan tanışıyormuşsunuz."

Bu seferki Adem'di. Başımı salladım. "Öyle."

"İlkokuldayken altına işedi mi hiç?"

Ne diyeceğimi bilemediğim için kalakaldığım iki saniyeden sonra "Hayır," dedim şaşkın şaşkın. "Niye ki?"

"Şöyle rezil bir anı var mı bize satabileceğin?"

"Yok."

"Hadi hadi, iyi düşün. Hiç mi yok?"

"Siz ne yapıyorsunuz orada?" dedi Bensu şüpheyle. Karnını tutmadığı eliyle ikizleri çağırdı. "Ablukaya mı aldınız kızı?"

"Tanışıyorduk." dedi Asya rahatça. "Aral hiç demiyorsun bize böyle güzel arkadaşların olduğunu."

Aral kucağındaki çocuğa rağmen ona ters bir bakış attı.

Han elinde pastayla bana gelirken cık cıkladı. "Misafir görünce maymunluğa vuruyorsunuz işi."

Asya pastaya uzandı ama Bensu eline vurup "Firuze'ye o," dedi. "Sıranı bekle bakayım."

"Teşekkür ederim." dedim Han'dan pastayı alırken. Burada dikilmiş Barbie baskılı pasta yediğime inanamıyordum.

Tabağa baktım.

Rızkıma Barbie'nin kafasını yemek düşmüştü.

Fena halde sırıtkan Barbie'ye bakmamaya çalıştığım esnada telefonum titremeye başladı.

Kim olduğunu bilmiyordum, muhtemelen Günhan'dı. Yoldayken de on kere falan aramıştı beni ama yine de elime geçen şansa sıkı sıkı sarılıp elimi çantama attım.

"Pardon."

İkizler beni ellerinden kaçırmanın verdiği keyifsizlikle surat astı.

Ben de pastayı bir kıyıya koyup telefonumu çıkardım.

Günhan değildi. Başak'tı.

Biraz uzağa çekildim. Beni duyamazlardı ama görebilirlerdi.

"Alo?"

"Firu, ne yaptın, gelebiliyor musun?"

Akşam Günhan'la işim kısa sürerse uğrarım demiştim ona, bu yüzden aramıştı.

"Yok hayatım, işim uzadı benim."

Hayal kırıklığıyla iç çekti. "Off..."

Arkasından konuşma ve müzik sesleri geliyordu. "Gelebilsen keşke."

"Tadın mı yok senin?" diye sordum gözümü toprak zemine dikerken.

"Yoo..." diye mırıldandı. Ama sesinden anlamıştım, yalan söylüyordu. Basbayağı morali bozuktu.

"Ne oldu bakayım, anlat bana."

Hiç diretmedi, Başak öyleydi zaten. Tutamazdı içinde. Keşke ben de öyle olsaydım.

İçimde tuta tuta turşu kavanozuna dönüşmüştüm.

"Ya Firuze, çok sıkıldım ben. Öyle böyle değil."

"E çık. Çıkamaz mısın?"

"Yok, öyle sıkılmadım. Bir şeye canım sıkıldı."

"Neye? Biri bir şey mi yaptı?"

"Hayır." dedi sessizce. Ağlıyor muydu o?

"Bana bak," dedim sertçe. "Anlat şunu doğru düzgün, korkutma."

Burnunu çekti. "Kötü bir şey yok, korkma."

"E o zaman?"

"Aral geleceğim demişti," dedi Başak sessizce. Utanıyordu, çünkü normalde böyle bir şey için ağlamazdı o. "İşim biterse gelirim ne demek Firu? Ha? Gelebilirim demek, değil mi?"

Metreler uzağımda kucağındaki çocukla duran Aral'a baktım.

O kadar belliydi ki ne duyacağım, o kadar iyi biliyordum ki ben başıma geleceği... O yüzden sabah Başak ile onu görür görmez başımdan aşağıya kaynar sular dökülmüştü. Ben biliyordum, çünkü hissetmiştim. Çünkü ben bu hikayeyi çok okumuştum. Aynı filmi çok izlemiştim.

"Öylesine demiştir Başak," diye fısıldadım. "Ciddiye alma."

"Ama daha önce geleceğim dediğinde hep gelmişti!"

Bir yere tutunma ihtiyacı hissettim.

"Daha önce derken?" dedim bıçak yemişim gibi bir sesle.

Neyi ağzından kaçırdığını fark etmesi birkaç saniye aldı.

"Şey olmuştu..."

Ne? Ne olmuştu?

"Senin İstanbul'a ilk döndüğün zamanlarda karşılaştık. Benim Batuhan Bey'le randevum vardı, arabam bozuldu. İstanbul'a beraber geldik."

"Bu sabah onunla ilk kez karşılaşmışsınız gibi konuştun." dedim kupkuru bir sesle. "Neden?"

"Ya Firuze özür dilerim! Saklamayacaktım ben en başta. Ama sonra... Sen yoktun, gitmiştin. Ahu zaten pek hoşlanmıyor ondan. Senin durum belli, kılsın adama. Yargılarsınız diye korktum. Ne yalan söyleyeyim, biraz da hoşuma gitti sır tutmak."

"Neden?" diye sordum. Dengemi kaybetmek üzereydim.

Neden Başak olmak zorundaydı?

"Güzeldi çünkü," dedi utanarak. Şu anda pespembe kesildiğine emindim. "Sonra-"

"Sonrası da mı var?"

"Bir kez daha karşılaştık."

Hiçbir şey diyemedim.

"Çok yüzeyseldi ama bu seferki. Bizim bir müvekkilimiz var. Nur Ferah. Batuhan Bey'in o kadınla bir görüşmesi vardı, Aral da oradaydı. Toplantıda yani. Nur Hanım'ın sağ kolu zaten o, olmasa tuhaf olurdu."

Aral'ın Nur'un sağ kolu olduğunu bile Başak'tan öğreniyordum.

O anda, durduğum kıyıdan Aral'a bakarken aslında ona ne kadar yabancı olduğumun farkına vardım.

"Öyle mi?" diye fısıldadım.

Araya yıllar girer, diyordu izlediğim filmin birindeki başrol. Sen aynı yerde kalırsın belki ama artık aynı kişi değilsindir.

Aral'ı hala benim tanıdığım nazik ama mesafeli çocuk sanmıştım ben. Değildi.

Hala nazikti, hala mesafeliydi ama değildi işte.

"Ne bileyim Firuze... Gelir demiştim bu akşam."

"Gelmez."

"Ne?"

"Bir ara istersen diyorum. Ama gelmez, gelse gelirdi bu vakte kadar. Sen de sıkma canını, el oğlu günün sonunda."

"Öyle de..." Sustu.

O susunca benim boğazım daralır gibi oldu. "Öyle de, ne?"

Başak ofladı. "Bilmiyorum."

"Hoşlanıyor musun?" dedim sessizce.

Boğazımda bir ilmek vardı. Başak sustukça sıkılaşıyordu. "Cevap ver." dedim.

"Evet," dedi kısık bir sesle. "Öyle galiba."

"Aşıksın."

"Evet."

Gözlerimi kapattım.

Başak hala bir şeyler diyordu ama duymuyordum. Evetten sonrası önemli değildi.

Tek bir şey, dedim içimden. Sadece tek bir şeyi her şeyden çok istedim. Ve yolun sonunda buraya mı çıktım?

"Daha bu sabah dedin, çok düzgün birisi. Ahu..." Sesi boğuklaştı.

"Tamam." derken buldum kendimi.

"Keşke burada olsaydın." dedi Başak da.

İçinden ağlayarak kahkahalar atmak geçemesine rağmen "Keşke." diye fısıldadım.

Keşke başka olsaydı her şey.

"Kapatıyorum, çok müsait değilim şimdi." dedim Başak'a. Çünkü Aral nihayet kucağındaki çocuğu babasına vermiş bana doğru hareketlenmişti.

"Tamam." dedi. "Görüşürüz."

Telefonu kapatıp çantama attım. Aral kanı çekilmiş yüzüme baktı, kaşlarını çattı. "Ne oldu? Kötü bir şey mi var?"

Felaket. Ama sadece benim için.

"Hayır," dedim çatlak bir sesle. "Seninle konuşmam gerekenler var."

"Evet, demiştin. Çıkabiliriz."

Başımı salladım. Bensu'ya başımla selam verip gülümsemeye çalıştım. "Pasta için teşekkür ederim."

"Ne demek," dedi bana doğru hareketlenip. Göbeğinden dolayı onun gelmesi biraz zor olacağından ben iki uzun adım atıp yanına gittim. Elimi sıktı. "Çok memnun olduk. Tekrar gel, olur mu?"

"Aynen tekrar gel, biz daha tanıyamadık seni." dedi Adem. İkizi de başını sallayıp "Gel," diye yineledi. "Daha soracaklarımızı soramadık."

Han ikisine kaşlarını çattı, sonra bana döndü. "Memnun olduk Firuze. Daha geniş bir zamanda tekrar görüşelim." Aral'a baktı. "Orası sende artık, getirirsin."

Neşesizce gülümsedim.

"Geliriz." dedi Aral bana bakıp. Yüzüm dümdüzdü ama o biliyordu. Nasıl anladığını bilmiyordum ama Aral un ufak olduğumu görüyordu.

Koluma dokundu, son kez oradakilere başımla selam verdim ve Aral ile ikimiz kafenin içine geri girip karanlıkta ilerledik. Aral beni üst kata çıkardı. Cam kıyısında durduk, ışıklar hala yanmıyordu ama dışardan gelen sokak lambasının ışığı ikimiz için de yeterliydi. Aral karşımdaki masaya kalçasını yaslayıp kollarını göğsünde kavuşturdu ve çatık kaşlarla bana baktı.

"Teklif gelmiş anlaşılan."

Gözlerimi kısaca kapatıp yutkundum.

İnkar etmiyordu, zaten ben de edeceğini düşünmemiştim.

"Geldi." dedim çatlak bir sesle.

"Tebrikler." dedi Aral gayet sakin bir şekilde.

Alayla güldüm. "Teşekkür ederim ama asıl sana tebrikler."

Hafifçe kaşları kalktı. "Sebep?"

Derin bir nefes alırken geriye doğru ufacık bir adım attım. "Senin zaferin, değil mi? Hazal'a karşı. Ne kazandın?"

"Sana güvenebilirim dedin bana."

Güldüm. "Hayır."

"Yalan mıydı?" diye sordu Aral sessizce.

"Değildi." dedim gülümseyerek. Gözlerimin dolduğunu hissediyordum. "Ama... Ben onu sana demedim. Alerjisi olmasına rağmen benim için erik toplayan çocuğa dedim."

Onu ilk gördüğümde hiç değişmemiş demiştim içimden. O kadar yanılıyordum ki... Belki de en başından beri böyleydi. Ben eskiye takılıp kaldığım için görememiştim.

Aral'ın yüzünden hiçbir şey geçmedi. Düzdü. Bakışları bana kendimi kollarımla sıkıp yok etmek istetiyordu.

Çok tuhaftı, çünkü Aral bana hiç böyle hissettirmemişti. Çaresiz.

"Yanılgın için üzgünüm." dedi en sonunda.

Başımı salladım. Ben de üzgündüm.

"Yalnızca, tek bir şeyi merak ediyorum." dedim usulca. Sesim titremiyordu ama ben titriyordum. "Bunun annemle uzaktan yakından alakası var mı?"

"Cevabını değiştirecek mi?"

Hayır diyeceğimin farkındaydı. Tabii ki evet demeyecektim. Oraya görücüye çıkarılmış antika gibi götürülmüştüm ve masadaki herkes aslında ne olduğunu bilirken ben bilmiyordum.

"Değiştirmeyecek," dedim ona dimdik bir sesle. "Var mı?"

"Hayır." dedi tam gözlerimin içine bakarak. "Bu tekliften sadece o masadakilerin haberi var."

Kendimi tutamayıp güldüm. Aral isterik gülüşümden etkilenmeden "Cevabını da yalnızca onlar bilecek," diye devam etti. "Kabul edersen-"

"Sus." dedim.

Sustu.

Hoşlanıyor musun ondan?

Evet, öyle galiba...

Başak altı yaşındaki Firuze'nin onu görür görmez tutulduğunu bilse geri çekilirdi. Emindim buna.

Ne için geri çekilirdi? Beni yıllardır görmeyen Aral için. Sevmiyordu işte adam beni. Olmayınca olmuyordu, ne yaparsam yapayım.

Bana yalnızca iş için yakınlaşıyordu, yalnızca lazım olduğum için peşimden geliyordu. Ve ben tükenmiştim. Artık Aral ile kendimi yan yana bile koyamıyordum.

Öte yandan Başak'la bir şansları olabilirdi. Gerçekten olabilirdi. Bunu biliyordum çünkü benim dışımda herkesin bir şansı olmuştu bu hayatta. Başak iyi birisiydi. Kalbi temiz olan son birkaç insandan birisiydi hatta. Aral onu hak edebilecek bir erkekti. Benziyorlardı.

Eğer ufacık da olsa bir şansları varsa önlerinde duran kız olmayı midem kaldırmazdı.

Yutkundum. Yıllar önce yapmalıydım belki de bunu. Ama şimdi benim de bir şansım vardı. Bitirebilirdim.

"Güzelmiş burası," dedim. Çok sakindim, çünkü bu an, elimi titretebileceğim bir an değildi. "Başak da sevdi mi?"

Sevdiğini biliyordum, çünkü tatlı insanlardı aşağıdakiler. Başak da öyleydi. İçlerine çok kolay girerdi.

Ben eskiden tanıdığım nazik gri gözlü çocuğun hayaletiyle kovalamaca oynarken Başak şimdi karşımda duran genç adamın hayatına ucundan kıyısından da olsa girmişti. Bunun için onu suçlamıyordum.

Kimseyi suçlamıyordum.

Bazen ortada suçlu olmuyordu işte. Ne yaparsın.

Neden bu konuyu açtığımı anlamasa da "Evet." dedi Aral. Gözlerini kısmıştı, dikkatle bana bakıyordu.

Başımı salladım. Doğrusu buydu. Mantıklı olacaktım. Hayatımda ilk kez.

"Bence bir daha görmeyelim birbirimizi," diye fısıldadım. "Hatta karşılaşmayalım da. Daha iyi olacak."

Bunu beklemiyordu. Bunu yüzünden okudum. Bir saniye sürdü ama beklenmedik bir şey duyan birisinin ifadesini nerde görsem tanırdım.

Bana işkence gibi gelen iki saniye geçti. Sonra "Nasıl istersen." dedi Aral.

Yorgunca gülümsedim. Nasıl istersem. Hayatımda kulağa daha anlamsız gelen bir şey daha duymamıştım.

Her şey nasıl istersem öyle olsaydı sen şimdi benim olurdun Aral. Başak bana o sözleri söylemezdi. Ben o masaya kandırılarak götürülmezdim.

Şimdi böyle olmazdık.

"İyi geceler." dedim. Gözlerine bakmıyordum.

"İyi geceler Firuze." dedi Aral sessizce.

Arkamı döndüm. Doğru olanı yapıyordum. Beni yürümeye ikna eden tek şey bunu bilmekti.

Aşağıya indim. Aral arkamdaydı. Bir kat üstte. Ama hayatımız boyunca hiç bu kadar uzak olmamıştık. Ne yan evdeki ulaşılmaz çocukken ne Londra'dayken.

Caddeye indim, önce yürüdüm biraz. Uzaklaştım. Sonra bir taksi durdurdum. Bindim ve "Karşıya geçeceğiz." dedim. Hayal meyaldi kelimeler.

Takisici bir şey dedi. Duymadım.

Radyodaki kadın hüzünlü bir şarkı söylüyordu.

Annemi istiyordum.

Bana ne yaptığı önemli değildi. İşimi mi baltalamıştı? Önemsizdi. Babaannemin küpeleri? Önemsizdi. Ev? Önemsizdi.

Canım yanmıştı ve annemi istiyordum işte. Ne yaşandıysa affedilirdi, unuturdum ben.

Telefonumu çıkardım, rehbere girdim. Ellerim titriyordu. En son on sekiz yaşındayken böyle özlemiştim annemi. Tarık Amca'yla evlendiği haftaydı. Ben evdeydim ama annem gitmişti.

Reşitsin Firuze, demişti. Burası artık senin evin, ben eşimle olmalıyım. Anlıyorsun değil mi kızım?

Anlıyorum anne demiştim. Ama tüm gece anneciğim diye ağlamıştım arkasından.

"Anneciğim." diye fısıldadım.

"Kızım iyi misin sen?" dedi taksici amca. "Çekeyim mi sağa?"

Kulağıma telefonu yaslarken başımı iki yana salladım. Gözlerim doluydu ama taksici amca daha bir şey demedi.

Annem açacaktı şimdi. Başından savmaya kalkabilirdi ama hemen özür dileyecektim. Anneciğim, diyecektim. Seni çok özledim. Yaptığım her şey için özür dilerim.

Ama hat düşmedi bile.

Engellenmiştim.

Telesekreter konuşmaya başladığında kapattım, telefonu çantama attım. Arayacak başka kimsem yoktu zaten. Bir tek annem vardı o da sesimi duymak istemiyordu.

Hıçkırarak ağlamaya başladım.

"Kardeşim iki günlük dünya be," dedi taksici amca. "Ölümlü dünyada ağlanır mı?" Cıkladı. "Sağa da çekemem artık, köprüye girdik."

Nasılsın kızım, diyordu radyodan gelen puslu kadın sesi. Anlat bana hikayeni, kimler üzdü gözlerini...

"Radyo..." diyebildim hıçkırarak.

Sen neler neler çektin ben biliyorum, dokunsam ağlarsın hissediyorum...

"Ne?"

Hüzün zamanı geçti, dedi kadın hıçkırıklarım katmerlenirken. Onlar eskidendi. Bitti.

Bitti.

Aral gitti, ben kaldım. Ben gittim, o kaldı.

Her şey bitti.

"Kapatır mısınız?"

Hemen kapattı. Sonra kolonya uzattı bana, sırf reddedecek halim olmadığı için aldım. Araba köprüyü geçene kadar taksici amcanın tesellilerini dinledim. En son tantuni yersem hiçbir şeyciğimin kalmayacağını söylüyordu ki, indim taksiden.

Evime gitmedim o gece.

İstanbul'da da durmadım. Havalimanına sürdüm. Son dakika biletlerinden bir uçak bileti aldım kendime. Telefonumu kapattım, çantama attım.

Sonra da uçağa binip gittim.

Continue Reading

You'll Also Like

2.1M 73.9K 75
Yaşamını hapishanede tutsak olarak geçirmiş bir adamın ona aşık olması ne kadar büyük bir sorun olabilirdi? (...) Ner...
4.6M 343K 58
"Bu kitap babası tarafından sevilmeyen ve hiç bir zaman sevilmeyeceğini düşünen kızlara ithafen yazılmıştır..." (Haziran-Temmuz ayları arasında kitap...
170K 1.5K 11
Aile baskısı olan bir genç ne kadar cesaretli olabilir? Hayallerini yaşamak sadece rüya mı? Belki de elinden tutacak bir ele ihtiyacı vardır. O el s...
117K 10.5K 18
Uyku ile uyanıklık arasında gezindiğim o ince çizgide yatağın bana ait olmayan kısmı çöktü yavaşça. Ardımdaki beden sanki üşümemi istemez gibi yorgan...