***
Ara verdik diye hiç mi bölüm atmayalım yani :) Dayanamadım yine... Vazgeçilmez'e bölüm atarken bir baktım Aventurin'e gelmişim... ;) Araya devam tabii...
***
Kalbim güm güm atıyordu. Çığlık atmak istemiştim ama el öylesine sert tutuyordu ki sadece mırıldanabilmiştim. Bu pozisyonda kaldığımda izlediğim hiçbir Quantico dizisini, hiçbir Wing tsun hareketini uygulayamıyor, hep kitlenip kalıyordum. Bir şekilde hiçbir şey yapamıyorsam bile dudaklarımı arayabilmeli ve eli ısırabilmeliydim, böyle bir plan yapmıştım ya da karnına dirseğimi de geçirebilirdim. Ne yapmalıydım? Ne yapsam beni duyarlardı? O kadar koruma vardı, bu düşman içeri nasıl bu kadar kolay sızabilmişti? Beynimde oluşan sorular bilgisayar verileri gibi gözlerimden akarak ilerlediğinde kulağıma çok yakından gelen melodiyle çırpınmayı bırakıp gözlerimi yumdum. Telefon zili Serkan'a aitti. Çok geçmeden yanılmadığımı belli edecek şekilde kulağıma fısıldadı.
"Birine mi bakmıştınız?"
Gece kulübünde arkamda dururken de bunu söylemişti. Bunu söylemiş ve beni o zaman da bu geceki gibi korkutmuştu. Gerdiğim tüm kaslarımı bırakıp sesli bir nefes verdim. Elini ağzımdan çekip beni kendine çevirdi. Kollarını belime dolamıştı.
"Söylemen gereken şeyler vardı..." dedi onu gıcık etmemin intikamını aldığını belli edercesine. Gözlerimi üstüne dikip dişlerimi birbirine geçirerek dişlerimin arasından tısladım.
"Ruh hastası! Ruh hastasısın, sen!"
Onu itip kollarından kurtulduğumda peşimden gelip kolumdan tutarak beni durdurdu. Gülümserken yanağının yanında küçük bir katlanma oluşmuştu. Normalde bu görüntü hoşuma gitse de şu an sadece sinir ediyordu. Kolumu çektim, yüzüme onunki kadar ruh hastası gibi görünmese de ona benzer bir gülümseme yerleştirmiştim.
"Şimdi ne yapacağım biliyor musun? İçeriye gideceğim ve anneme çok büyük bir kavga ettiğimizi, senden ayrılacağımızı söyleyeceğim. Görürsün, sen! Çek ellerini!"
Serkan bunu yapacağımı anladığında beni birkaç kez daha tutmaya çalışmış ve bunu başaramamıştı. Önüme dikildiğinde daha fazla ilerleyemeyip gözlerimi gözlerine diktim. Ona bakarken çok öfkeliydim ama sonrasında... Birkaç saniye sonrasında öfkem anbean dinmişti. Nasıl oluyordu da bu kadar gıcıkken böyle güzel bakabiliyordu, anlayamıyordum. Elini ön tarafta bir tutam olarak bıraktığım saçlarımda gezdirip onları kulağımın arkasına topladı. Arkadaşça... Bunu arkadaşça yapmıştı. Saçlarıma dokunduğunda beni sakinleştirebiliyordu. Bunu nasıl yapabiliyordu? Ben bile böyle bir zaafımın olduğunu henüz keşfetmiştim. Başımı yana atıp gözlerini izledim. Bir şeyler söylemeye başladı. Şiir gibiydi... Muhtemelen şiirdi.
Yaz ortasındaydı
Ve gece yarısı,
Ve yıldızlar yörüngelerinde
Ölgün ölgün pırıldarken,
Daha parlak ışığında
Kendisi göklerde
Köle gezegenlerin arasında,
Işığı dalgalarda olan soğuk ayın.
Soğuk tebessümüne dikmiştim gözlerimi
Fazlasıyla - fazlasıyla soğuktu benim için
Derken kaçak bir bulut,
Geçti örtü niyetine,
Ve ben sana döndüm,
Mağrur akşam yıldızı.
Senin ışığın daha değerlidir benim için.
Çünkü yüreğime mutluluk verir
Göklerdeki gururun geceleri,
Ve daha çok beğenirim
O alçaktaki daha soğuk ışıktan
Senin uzaktaki ateşini.
Gözlerimi kırpıştırıp derin bir nefes aldım. Bunu konuşmak için yaptığımı söyleyebilirdim ama konuşmak yerine anlamsızca ona bakıyor, arkadaşça şiir okuması karşısında ne diyeceğimi bilemiyordum. Benim yerime o konuştu.
"Edgar Allan Poe – Akşam Yıldızı. Güzel şiirleri var, öneririm." dedi dudaklarını yana doğru kısıp. İçeriden Pınar'ın sesi geldiğinde dikkatimiz dağılmıştı. Başımızı o yöne doğru çevirdik.
"Serkan, İnci! Gelmiyor musunuz?"
Duyduğum şeyle hareketlenip ondan bir an önce ayrılarak eve doğru yürümeye başladım. Umarım kalbimin sesini Serkan'a duyuracak kadar orada kalmamıştım. Adımlarımı hızlandırıp ondan önce içeriye girerek masaya yerleştim.
Tabaklarımıza kaselerin içinde profiteroller yerleştirilmişti. Tatlı kaşığıyla bir parça kesip oturduğum gibi ağzıma atarak kan şekerimi düzeltmek istedim çünkü az önce şekerim inmiş, çıkmış garip bir şeyler yaşanmıştı. Heyecandan içim titriyordu, içimin titrediğini hissediyordum. Bugün olmasa da bir gün Serkan'ın elinde bu sebepten kalabilirdim. Onun yanında heyecanımı bir türlü kontrol edemiyordum, neden böyle oluyordu ki? Kendini kaptırma, İnci! Ne olur kaptırma! diye geçirdim içimden ama belki de her şey için çok geçti. Allahım! Serkan'la yan yanayken bu zamanlar nasıl geçecekti? Nereye kadar dayanabilecektim? Ağzıma bir lokma daha atıp çiğnemeye başladığımda Pınar, yerine oturan Serkan'a bakıp gülümsedi.
"İncicim, Serkan çikolatalı şeyleri çok sevdiğini söylemişti o yüzden Gülizar Hanım'a özellikle senin için yaptırdım. Doğru bir tercih sanırım."
Gülizar Hanım evin çalışanlarının en kıdemlisiydi. Bütün işler ondan soruluyordu. Yemek ve diğer işlerle de o ilgileniyor, duruma göre diğer çalışanlara yol gösteriyordu. Tatlıyı benim için yapmış olması hoşuma gitmişti. Serkan'ın bu detayı belirtmesi ayrıca güzeldi, her şey o kadar güzeldi ki. Çok güzel bir gece, çok güzel bir masa, çok güzel bir aile, Turgay'da çok güzel, her şey çok güzel... Devrelerimden duman çıkmaya başladığında elimi bir yelpazeye çevirip kendime rüzgar yaptım. Ev halkının dikkatini çektiğimde her şeyin çok lezzetli olduğunu, kendimi çok fazla kaptırdığımdan olsa gerek üst üste yediğim için beni sıcaklattığını söylemiştim. Serkan'ı bilmem ama diğerleri söylediklerime inandıklarından önlerine dönmüştü. Serkan'sa o benimle göz göze gelmek istiyor, paniğimin sebebini öğrenmeye çalışıyordu. Bu da arkadaşçaydı, her şeyi arkadaşçaydı. Arkadaşça yapıyordu, işte. Bense ona duygularımı belli ediyor zaten leb demeden leblebiyi anlayan bir adama olur olmadık tepkiler verip yakalanıyordum.
"İnci, hava alalım istersen biraz."
Tatlıyı yerken yanaklarımın pembeleşmeye başladığını hissedebilmiştim ama Serkan bunu nasıl görebilmişti? Yoksa kızarmaya mı başlamıştım? En ufak bir duygu kıpırtısında kendimi ele veriyordum. Açık tenli olmamım en kötü yanı buydu, işte. Yanaklarımın etrafındaki sıcaklığı düşürmek için ellerimi yanaklarıma tutarak onu onaylayıp peşinden bahçeye çıktım. Onunla birlikte bahçe salıncaklarının olduğu yere geçip kendimi ondan önce armut salıncağın içine bırakmıştım. Serkan kaşlarını çatıp beni izlemeye koyuldu. Gözlerini üstüme üstüme dikiyordu. O böyle bakarken kendimi nasıl toparlayabilirdim ki? Dayanamayıp sordu.
"Sorun ne? Neden böyle oldun? Yediğin bir şey falan mı dokundu?"
Yutkunarak oturduğum yerde dikleştim. Ona tabii ki neyim olduğunu söylemeyecektim ama aklına yatacak bir bahaneyle onu ikna etmeliydim.
"Çok yedim. Çok yemeyi çok severim ama çok yediğim için çok şey oldu, işte."
Sonuç olarak çok, dedim içimden. Sanırım bu açıklamam mantığına yatmamıştı ama daha fazla zorlamayacağını belli edip başını yana attı. Konuyu dağıtmam lazımdı. Bakışlarımı biraz ilerimizde duran orta sehpanın üstündeki kutuya diktim.
"Oradaki ne? Bana hediye mi aldın?" dedim konuyu olabilecek en saçma şekilde dağıtıp yine kendime vurgu yaparak. Serkan başını o yöne çevirip kutuyu aldı. Gözlerini kısmıştı.
Belli ki bu şey hediye paketiyse bile Serkan almamıştı ve içinde ne olduğunu o da bilmiyordu. Kulağına yaklaştırıp bir süre dinledikten sonra merak ederek kırmızı kurdeleyi açtı. Baştaki hareketi neden yaptığını anlayamasam da bir şey söylemeden usul usul yanına gitmiştim. Serkan çok fazla ciddileştiğinden ben de ona katılarak kaşlarımı çattım. Paketi açmadan önce bana bakıp yüzümü inceledikten sonra kapağı yavaşça araladı. Kutuyu açtığında sesli bir nefes bırakmıştı. Ne bulmayı bekliyordu ki? Orada bir müzik kutusu ve bir de not vardı. Gayet normal bir hediyeydi, işte. Kağıdı çıkardığında üstündeki yazıyı okudum. Tek kelime... Mutluluklar, yazıyordu sadece. Belli ki ev halkından biri bizim aile tanışmamızı kutluyordu, öyle olmalıydı. Hediyeyi her kim hazırladıysa ulu orta bıraktığından büyük bir talihsizliğe uğramış ve esas çifte yakalanmıştı. Serkan yuvarlak kutunun altını üstünü karıştırdıktan sonra müzik kutusunun kapağını kaldırıp düğmesini ittirdi. Çalan şarkı ikimizin de birbirine bakmasına sebep olmuştu.
We don't need no education.
Eğitime ihtiyacımız yok.
We don't need no thought control.
Düşüncelerimizin kontrol edilmesine ihtiyacımız yok.
No dark sarcasm in the classroom.
Kimse sınıfta küçük düşürülmesin.
Teacher, leave those kids alone.
Ögretmen, rahat bırak çocukları,
Hey, Teacher, leave those kids alone!
Hey, öğretmen, çocukları rahat bırak!
All in all it's just another brick in the wall.
Neticede bu duvardaki başka bir tuğladan ibaret.
All in all you're just another brick in the wall.
Neticede duvardaki başka bir tuğladan ibaretsin.
Pink Floyd – Another Brick in The Wall. Bu şarkı öğrencileri duvardaki birer tuğla haline getiren ve tek tip insan yetiştiren eğitim sistemine karşı çıkan; klibiyle ve sözleriyle o zamanlara damga vurmuş bir parçaydı. Tartışmalıydı, isyankardı ve hatta bazı yerlerde yasaklanmıştı. Bu şarkıyla benim aramda nasıl bir bağlantı kurmam lazımdı? Ben öğrencilerine değer veren onları tek tip yetiştirmekten korkarak yeteneklerine göre ilerlemelerini destekleyen rehber görevindeki bir öğretmendim. Herkes Matematik'te ve Türkçe'de başarılı olmak zorunda değildi. Her bireyin kendine özgü yetenekleri vardı ve benim görevim bu yeteneklerini keşfederlerken onlara yardımcı olmaktı. Kendimi biliyordum, nasıl bir öğretmen olduğumu da. Bu şarkı ne alakaydı? Bu kutu ne ima ediyordu? Her ne oluyorsa gerçekten sinir bozucuydu. Müzik bittiğinde kutunun üzerinde gezinen kadın figürü yolun sonuna vararak düşmüş ve peşine de gerçekçi bir çığlık eklenmişti. Kanımın donduğunu hissederek olduğum yerde sabitlendim. Bu bir tehdit miydi, o kadın ben miydim? Tüm bunlar ne anlama geliyordu? Göğsümün sıkıştığını hissettiğimde Serkan'ın kolundan tutunarak ondan destek aldım. Müzik kutusunu salıncağa doğru bırakıp bana baktı. Gözlerimi bulmaya çalışmıştı.
"Ben de kal, ben de kal! Sakin ol, yanındayım. Sorun yok. Kötü bir şaka sadece. Kimin yaptığını bulacağız, tamam mı? Ama içeridekilere hiçbir şey belli etmememiz gerekiyor. İnci, duydun mu beni? İçeridekilere hiçbir şey belli etmeyeceğiz." dedi her zamanki sakinliğiyle.
Sonrasında "Atakan!" diye bağırdı, Serkan onu onayladığımda. Seslenmesiyle yanına otuzlarında siyah giyimli bir adam gelmişti. Timuçin'e haber verin, yanıma gelsin."
Adama emrini verdikten sonra bana bakıp yüzümü avuçlarının arasına aldı. Ona odaklanmamı sağlamıştı. Gözlerimin dolmak üzere olduğunu hissedebiliyordum.
"İnci, kimseye belli edemeyiz, tamam mı? Paketi buraya kimin koyduğunu bilmiyoruz. Bunu koyan kişi hâlâ burada olabilir o yüzden Pınar'ı ve Aylin'i yanına al, çocukları aşağı indirmelerini söyle. Anladın mı, İnci? Çocukları aşağıya indirmemiz gerekiyor. Kimseye bir şey belli etmeyeceğiz..."
Başımı salladım. Söylediklerini duyuyor ve anlıyordum ama yerimden henüz kıpırdayamamıştım. Serkan beni bıraktığında yanımıza gelen Timuçin bize bakıp neler olduğunu anlamaya çalıştı.
"Bir sorun mu var?"
Bu replik ilk defa doğru yerde kullanılmış ve adını tarihe altın harflerle kazımıştı. Ortada büyük bir sorun vardı. Kimin bıraktığı belli olmayan bir kutu, bu kutunun nerede olduğu bilinmeyen bir sahibi ve kutudan çıkan tehdidin muhatabı bir de İnci vardı. Ve İnci yerinden kıpırdayamamıştı. Serkan kutunun buraya nasıl gelmiş olabileceği konusunda Timuçin'le istişare etmiş ve devamında kameralara bakılmasını söylemişti. Timuçin evin içinde gezinebilecek cesareti olan birinin bu kadar basit bir hata yapmayacağını söyleyerek yine de parmak izlerini inceleyebilmek için kutuya kimsenin dokunmamasını sözlerinin peşine ekledi. Bunu yaptığında Serkan gözlerini yumup ciddileşmişti.
"Timuçin... Bu pakette müzik kutusu yerine bomba da olabilirdi, daha öncesinde arabamıza konulmuşluğu var, biliyorsun değil mi? Bu gece ölebilirdik ve ben seni buraya birlikte ölelim diye çağırmadım. Bir şeyler yap ve önlemini al!" dedi. Sesi sakinlikten çıkıp gittikçe şiddetlenmişti.
"Gerekirse, bu gece burada olan bütün korumaları kov ama önlemini al!" dedi tane tane net bir şekilde. Timuçin tanışma günü için eve fazladan koruma yönlendirdiklerini ve en tecrübelilerin, en güvenilirlerin burada olduğunu söyleyerek bunun yanlış bir karar olabileceğini durgun bir sesle anlattı. Serkan'sa böyle koruyacaklarsa hiç korumasınlar daha iyi, demişti ama sonunda sorumluluğu adama bırakıp inadından vazgeçmişti. Timuçin ise sorumluluğu üstüne alsa da kararından o kadar emin değildi. Bu gece her zamankinden daha fazla düşünceli görünüyordu. Kutunun buraya nasıl geldiğini kestirememişti. Bir işler dönüyordu ve belki de bu, düşman dedikleri kişinin düşündüklerinden çok daha güçlü olduğunu gösteriyordu. Belki de aileden biri olduğunu düşündüğü için gecenin karanlığına bu kadar dalıp gitmişti, bilemiyordum. Ufuk... Kutuyu Ufuk koymuş olabilirdi. Bu onun için çok kolay bir hamleydi. Sohbet ettikleri sırada masadaki herkes etrafa yayıldığından bir anlığına ortadan kaybolmuş ve sonrasında biz Serkan'la bahçede konuşurken onu buraya yerleştirmiş olabilirdi. Yaren... O da olabilirdi. Sevimli biriydi ve üst kata çıktığından beri ortada görünmemişti. Veya üvey kardeş de olabilirdi, Kaan'da, Miray da diğerleri de... Gülizar Hanım bile olabilirdi. Sonuçta dedektif hikayelerinde katil hep uşak çıkardı, değil mi? Ellerimi kendime sarıp tedirginliğimin geçmesini istediğimde Serkan sağ kolunu bana sarıp Timuçin'e direktif verdi.
"Aylin'le Pınar'a söyle, çocukları aşağıya indirsinler. Beraber gitsinler ve birbirlerinden ayrılmasınlar."
Buradan gidemeyeceğimi anlamış ve beni sıkı sıkı sarmıştı. Başlangıçta çok fazla korksam da gariptir kolunu bana sardığında kendimi... Bir anda güvende hissetmiştim. Güvenli bir limanda gibi. Kahvesi çekilmiş, yeşili baskın gözleri gibi... Aniden olmuştu, aradaki geçişi hissetmemiştim. Bir tür zaman atlaması gibi bir şeydi benim için. Başımı kaldırıp ona baktığımda parfümü dağılmayı bir kenara bırakın artarak, ılık ılık yüzüme esiyordu. Yoksa bu güzel koku nefesinin sıcaklığıyla mı birleşiyordu? Sigara içen biri nasıl sigara kokmadan durabilirdi? Onu pansiyonun arkasında sigara içerken görmeseydim, içtiğine inanmayabilirdim çünkü boğazının altından yansıyan baharatlı koku bana aksini iddia edercesine bağırıyordu. Gözlerimi ne ara kapadım, başımı ne ara ona yaklaştırdım bilmiyordum. Gözlerimi araladığımda ona sarıldığımı fark etmiştim. Korkumdan mı yapıyordum yoksa güvenli limana sığınıp orada kalmak mı istiyordum bunu çözememiştim. Serkan ona sarıldığımda sağ koluyla beni kendine yaklaştırmış ve yanımıza gelen Ongun ve Devran'a da bir şeyler söylemişti. Olayı sakinlikle yönetirken güçlü görünüyordu. Güçlü ve tecrübeli. Acaba hayatında kaç kez böyle şeylerle karşılaşmıştı? Kaç kez tehdit yönetmesi gerekmişti? Kaç kez birilerini onlara belli etmeden koruması gerekmişti? Arabalarına daha önce bomba konulduğunu az önce o, kendisi söylemişti. Turgay... Turgay benim doğum günümün olduğu gece silahlı saldırı sonrası "Hatta şu arabaya bomba koymuş olsalar, ya! Ne güzel olur! Patlayıp gitsek, dünya tümden kurtulmuş olur bizden. Oh, mis!" dediğinde belki de ciddiydi. Belki de bu olayı kastetmişti. O zaman tehditlerin sayısı ve şiddeti düşündüğümden çok daha fazlaydı. Sinan koşturarak evin yanından dolaşarak geldiğinde korkup içime sindim. Bir kötü olayı daha kaldırabilecek durumda değildim.
"Abi, bir durum var."
Serkan diğer korumaların kapıya dizilmesini söyleyip Sinan'ı yanımıza çağırdı. Sinan adına mutluydum, burada olduğuna göre kovulmamıştı. O gün Ayşıl'la olan duyguları açma sohbetini yarıda bırakarak batırmıştı ama kovulmamıştı. Bu iyiye işaretti. Ayşıl'la ilgili konuyu da... Onu daha müsait bir zamanda halledecektim. Sinan bir Serkan'a bir bana baktığında konunun benimle ilgili olabileceğini anlayarak gözlerimi kıstım. Serkan'a sarılabildiğim kadar sarılıyor, bir yandan da saçma bir şekilde bu anın tadını çıkarıyordum. Yani bana biraz fırsattan istifade gibi geliyordu ama siz bilirsiniz.
"Abi, nasıl söylesem bilemedim..."
Sinan ağzındakini geveliyor, Serkan'a bariz bir şekilde zaman kaybettiriyordu. Direkt söylemesini istediğinde adam günah benden gitti, dercesine başını yana eğmişti.
"Ece Hanım... Kapının önünde... Sizi görmek istiyormuş... Biraz sarhoş..." dedi Sinan. Sözlerini bitirdiğinde Serkan'a sarılmayı bırakıp ondan yavaşça uzaklaştım.
Ece'yi hatırlamıştım ve Arya'yla Bianca'yı da. Demek kız onunla hâlâ görüşebilecek yüzü bulabiliyordu ve aynı şeyi diğerlerinin yapmadığı da meçhuldü. Serkan ondan uzaklaşmamla yüzümü izleyip konuya az çok hakim olduğumu hissederek kaşlarını çattı. Bir süre bekledikten sonra morali bozulduğundan Sinan'ı yanımda bırakarak bir şey söylemeden bahçeden uzaklaştı. Acaba Ece'nin yanına mı gidiyordu? Ona sarılmayı bıraktığım ilk anda hemen başkalarına mı koşuyordu? Ben onun yüzünden burada tehdit alıyordum ama o, başkalarının yanına gitmeyi tercih ediyordu. Hani beni yarı yolda bırakmayacaktı? Şu an tam olarak yarı yol dedikleri noktadaydı. Kollarımı bağlayıp suratımı astığımda Sinan başını öne eğip kaçamak bakışlar attı. Başımı iki yana savurduğumda konuşmaya başlamıştı.
"Seninle konuşmam yasak, yenge. Serkan Abi'den fena fırça yedim. Devran Abi'yle, Timuçin Abi zor aldı elinden. Bir daha seninle konuşursam kimse kurtaramaz beni."
Serkan, Sinan'la konuşmamı mı yasaklamıştı? Hangi cüretle? Birbirimizin birileriyle konuşmasını yasaklayabiliyorsak o zaman onun da Ece'yle konuşması yasaktı. Gıcık!
"Saçmalama, Sinan! O karışamaz kiminle konuşup konuşmayacağıma. Hem şu anda konuşmayacağım derken bile konuşuyorsun benimle."
Sinan dudaklarını birbirine bastırıp "Hay dilimi eşek arısı soksun!" demişti. Sonrasında battı balık yan gider de demiş olsa gerek konuşmaya devam etmişti.
"Ne yapalım artık. Yapacak bir şey yok, konuştuk bir kere."
Ciddileşerek öne doğru bir adım atıp gözlerimi Sinan'ın üstüne diktim. Bunu yaptığımda korumayı korkutmuş ve şaşırmasına neden olmuştum. İşaret parmağımı yukarıya doğru kaldırıp gel, dercesine parmağımı çengel yaptım. Sinan amacımın ne olduğunu anlayamayarak tırsa tırsa etrafını gözetleyip sonrasında yanıma yaklaştı. Aramızdaki mesafe kimsenin duyamayacağı kadar kapandığında sessizce sordum.
"Güzel mi?"
Başını neyi sorduğumu anlayamayarak iki yana savurdu. Haklıydı. Bu soru pek çok anlama gelebilirdi. Havalar güzel mi, durumlar güzel mi, Ayşıl'la aran güzel mi, Ece güzel mi? Üstüne bastıra bastıra tekrar sorarken kaşım ve gözümle onun geldiği yönü işaret ederek Ece'yi sorduğumu belli ettim.
"Güzel mi?"
Sinan sorumun sebebini anladığında gelen rahatlamayla beraber gözünü yumup yüzüne muzip bir gülümseme koydu. Belki de bu soruyu sormak kendimi özgüvensiz gösteriyordu ama Sinan'ın bana yaptırdıklarını düşünecek olursak bunu aklından geçirmeden önce durup bir düşünmeliydi. Bu kadar iyilik sonrası bana bunu söyleyebilecek son kişiydi.
"Yok, yenge. Güzel falan değil, makyajdan hep; sen daha güzelsin. O içmiş zaten, ağzı burnu kaymış, böyle rimeli akmış pis pis... Ben olsam Serkan Abi'min karşına çıkmam öyle. Adamın etrafında taş gibi hatunlar dolanıyor holdingte."
Yüzümü buruşturduğumda Sinan boğazındaki gıcığı temizleyip hazır ola geçerek benden uzaklaştı. Sanırım kime neyi söylediğini yeni kavramıştı. Gözlerimi üstüne diktiğimde gözlerini kaçırması karşısında sesli bir nefes verdim. Adam haklıydı. Serkan'ın holdinginde de çevresinde de çok fazla kadın vardı. Hepsi güzel ve bakımlıydı. Anlayacağınız çok fazla rakibim vardı ama bu bir rekabet ortamı olmamalıydı. İlişki böyle bir şey değildi. Güvene dayalıydı ve adamın gözü sadece sevdiği kadında olmalıydı. Bu kural her erkekte olması gerektiği gibi Serkan içinde geçerliydi. Tabii gerçekten sevdiği kadınla gerçekten bir ilişki yaşadığında... Eminim o da sevdiğinde gözünü etrafa çevirmezdi, bence ilişki kurallarına bağlı, sadakatli birisiydi. Sadece sahte sevgililik işin içine girince hatlar karışıyordu kadar...Çaresizce gözlerimi bahçe kapısına dikip gelen kişiye baktım. Ufuk oradaydı. Birkaç adım sonra yanıma ulaşmıştı. Sinan geriye çıkarak bizi gözünün önünde tutup ama dinlemeyecek şekilde mesafeyi artırdı. Kurda kuzu teslim ediyordu, haberi yoktu. Ufuk endişeli bir halde koluma dokundu.
"İnci Hanım, iyi misiniz? Serkan olanları anlattı."
Bana diğerlerinin aksine yenge yerine hanım diyor, işini resmi yürütüyordu; garipti. Düşman olma potansiyelini benimle bağ kurmadığı için yüksek tutuyor, Ayazdağların bağlantıları içinde belki de en kolay harcanabilecek kişi olarak beni görüyordu. Kendimi yana çekerek koluma temasından kendimi kurtardım. Bunu yapmış olmam yüzünü düşürmüştü. Acaba bunu yaparak düşmanımızı kızdırmış olabilir miydim? Sırf bu yüzden yeni, belki de daha tehlikeli bir hamle yapabilir miydi? İçimi bir tedirginlik kapladığında Serkan'ın geldiğini görerek bu düşüncemden hemen oracıkta vazgeçtim. Düşmanımızın sıradaki hamlesi ne olursa olsun, Serkan beni korurdu. Ece'yi kovar, gerekirse kuzenini tepeler ama beni korurdu çünkü ben onun... Sahte sevgilisiydim. Ah, ne unvan ama! Bana bile inandırıcı gelmedi. Bir türlü moda giremiyor, sahte sevgililik olayında hep takılı kalıyordum ve bu beni çok yoruyordu. Kaşlarımı dikleştirip aklımdaki düşüncelerden sıyrılarak ana odaklanmaya çalıştım. Serkan yanımıza geldiğinde olanları neden ilk olarak Ufuk'a anlattığını düşünerek tekrardan kafamda bir şeyler kurmaya başlamıştım. Belki o da ondan şüpheleniyordu ve tepkisini ölçmek istemişti. Olamaz mıydı?
"Kameralardan bir şey çıkmadı." dedi Serkan. Eğer kuzeninden şüphelenseydi yem atmak adına farklı şeyler söyleyebilirdi, diye geçirdim içimden. Kuzenin kaşları çatılmış, bakışları müzik kutusuna kaymıştı. Salıncağa yaklaşıp kutuyu eline aldı. Serkan uzaklara daldığından onun dokunmamasını söylemek için yetişememiş, kuzeninin parmak izlerini de kutuya eklemişti. Zaten üstünde olan parmak izlerine bahane bulmak için eline almış olabilir mi? İçimden geçen kötü niyetli hisleri dışımdan da belli etmiş olacağım ki Serkan elini belime yerleştirerek beni içeriye yönlendirdi. Ben içeri girerken Ufuk şarkıyı baştan başlatmıştı. Belki de Serkan kötü niyetli hislerimden değil de şarkı açıldığında kötü hissetmemem için bunu yapmıştı. Salona geçtiğimizde içeridekilerin yüzü de en az benimki kadar asıktı. Annemler gitmek için hazırlanmıştı. Neden ayaklandıklarını anlayamayarak gözlerimi kıstım. Annemin sesi ağlamaklıydı. Ben burada yokken tam olarak ne yaşanmıştı?