Herkese, seee-lam!
Alın, yeni bölüm yeni bölüm dediniz upuzun bir yeni bölüm. Yani bu kitabın standartlarına göre :') Benim standartlarıma göre de, yoruldum ayol :'))) Düzenlemeden atıyorum, hatalarım affola <3
Yoruldum diyorum çiçeğim, niye anlamıyorsun...
Bu bölüm çoğunlukla düz yazı, bazı şeyleri texting olarak yazamıyorum maalesef ve hikayemiz genişliyor ve büyüyor *dolu dolu gözler emojisi*
Neyse, keyifli okumalar! Lütfen hikayenin gidişatı için görüşlerinizi benimle paylaşın, merak ediyorum düşüncelerinizi <3
Babamla geçirdiğim musmutlu, musmutlu olduğu kadar da kaoslu, kaoslu olduğu kadar da musmutlu bir günün ardından az önce kendisini havalimanında yolcu etmiştim. Babamla biz buyduk işte, yan yana geldiğimizde birbirimizi yemeden duramaz ama yine de mutlu olmaktan da kendimizi alamazdık. Annem de hep şey derdi zaten 'Babası kılıklı.'
Ama aksine herkesin de söylediği tek bir şey vardı 'Annesinin kopyası.' Bu doğruydu gerçi. Dışarıdan bakan bir göze göre tabi. Fiziksel olarak anneme benzerdim. Babamın yeşil gözlerine karşı annemin mavi gözlerini almıştım. Şu an aklar düşmüş olsa dahi kahverenginin en koyu tonuna sahip saçlarına ters, anneminkiyle bir sarı saçlarım ve hatta babamın iki metreye yaklaşan, benim 1.65'i anca gördüğüm boyumla annemin aynı zayıf vücut hatları. Yaşı ilerlese bile değişmeyen dev cüssesinin yanında annemin çıt kırıldım fiziği komple bana geçmişti sanki.
Karakter olaraksa, babamın minyatür haliydim. Aynı dik başlılık, aynı inatçı keçilik. Daha sevimli hali tabi, yoksa babam hiç de sevimli bir adam sayılmazdı. Benim gözümdeki hali hariç. Tamam benim gözümde bile bir tık korkunçtu. Sadece bana pek gösteremezdi. Kıyamazdı. E pek tabi bende ona. Ben bir tek ona sahiptim, o da bir tek bana. Kanımda kesinlikle Albay Zafer Bozok'un kanı dolaşıyordu. Kimse inkar edemezdi. Burukça gülümsedim ama güzel düşüncelerim kısa sürdü. Babamdan her ayrılışımda girdiğim saçma triplerdi işte.
Aklıma annemin düşmesiyle yeniden gözlerim yaşardı. Ben on dokuz yaşındayken annemin vefatının ardından uzakta da olsak babamla bağımız daha da kuvvetlenmişti sanki. İkimizin gözlerinde de annemin aramızdan ayrılışından sonra son dört senedeki her buluşmamızın sonunda aynı bakış vardı, sevdiğin birini yeniden kaybetme korkusu. Dikkat et, derdik sessiz bakışlarımızla birbirimize. Hiç dillendirmezsin belki karakter olarak ama, anlardık biz birbirimizi. Babamın bakışları geldi gözümün önüne yine.
Ağlamamın dozajını kaçırdığım için salya sümük bir vaziyette olduğum söylenebilirdi tam şu an. Tabi babama bu halimi göstermemiştim. Zaten uzun zamandır da göstermezdim.
Dağ gibi dik, kaya kadar sert babamın yüzündeki tek gözyaşını hayatımda ilk kez altı yaşımda gördüğümde, küçük Duru'ya ağır gelmişti. Bir daha da yüzüne karşı ağlamamıştım. Ağlayamamıştım. Benim babam hep dik, hep dağ gibi kalmalıydı çünkü. Onu küçük kızı ağlatmamalıydı.
Benim gözyaşlarımın içini burktuğunu, ilk defa kendisini kontrol edemediğini gördüğüm ve idrak edebilecek yaşa geldiğim ilk seferimdi. O tek gözyaşının ardından da her zaman onu gülücüklerle yolcu etmiştim.
Bir sonraki buluşmamıza kadar beni ağlarken değil, hep gülerken hatırlasın istediğim ilk seferimdi. Sanırım ben altı yaşında ilk defa o zaman büyümeye başlamıştım.
Babam askerdi benim. İdrak etmiştim. Gitmeliydi. Fark etmiştim. Sadece o altı yaşındaki kız çocuğunun değil, vatanındaki her çocuğun kahramanıydı. Babamı kimse ile paylaşmayı sevmesem de, bunu kabul edebildim. Benim kahramanım, herkesin de kahramanıydı. Ve ben sadece altı yaşındaydım. Küçük bir çocuk olarak bencil olamaz mıydım?
Gözümdeki yaşları ellerimin tersi ile silerken bir yandan da kendime söyleniyordum. "Yeter sende Duru, ne abarttın." Ceketimin cebindeki peçeteyi çıkartıp güzelce sümkürdüm. Görevinin başına dönüşü artık bu kadar yıkmamalıydı beni. "Yaşamadığın şey sanki, alışmış olmalısın artık." Kendime hatırlatmaya çalışıyordum. "24 yaşındasın artık." Yeniden sümkürdüm. "Geldi ya, yetmez mi işte?" Sümüklü peçetemi yeniden akan gözlerime bastırırken yeniden gözlerim doldu. Bir anda kendimi teselli etmek için kurduğum cümle beni istemsiz daha da çok üzmüştü. "Yetmiyor ki ama... yetmiyor. Ben hiç babama doyamadım ki, nasıl yetsin?"
Bir süre daha öylece zırladım. Çevremdekiler köyümün yandığını falan düşünüyor olma ihtimalleri muhtemeldi. Umursamadım, harbiden köyüm yanmış olabilirdi sonuçta. Yine saçmalamaya başladığımı fark edip derin bir nefes alırken ellerimin arasındaki başımı kaldırdım. Dudaklarımı yalarken gelen mesaj sesiyle irkildim.
Unuttuğum bir şey varmış gibi hissediyordum tüm gün, ya da farkında olmadığım bir şeyler... Bir hata etmişim de etmemişim gibi bir his? O da değil, biri benden yalan söylememi istemiş de ben tüm olayı batırmışım gibi? Yok, o da değil... neydi ki bu his?
Ne olduğunu çözemeyecek kadar heyecanlıydım tüm gün. Çocuk gibi mutluydum, bayramda sanki. Babam yanındaydı sonuçta, bayramdı tabi. Bugünün tek konusu babamdı benim. Çevremi pek göremiyordum o yüzden. Telefonum yeniden titredi, havaalanının çıkışındaki kaldırım kenarında dikleştim. Nefeslenmek için kendime fırsat tanımamın ardından az da olsa kırık hislerimi bastırdım. Cebimden telefonumu çıkartırken artık gözlerim akmıyordu.
Ali Üsteğmen:
Günün güzel geçti mi güzelim?
Seni bölmek istemiyorum ama bir hediyem var, dayanamadım.
Mesajı gönderen kişinin adını gördüğümde istemsiz gülümsedim. Bir anda tüm o yıkık hislerimin üzerine perde çekilmiş gibi hissettim. Kötü hisler yerine iyilerini bırakıyor, kalbim sıcacık olurken keyfim yavaş yavaş kendini toparlıyordu. Mesajı gördüğümü görünce adının altında yazıyor yazısı göründü.
Ali Üsteğmen:
Babanla olduğunu biliyorum, meşgulsen söyle
Duru:
Az önce kendisini yolcu ettim
Ne hediyesi?
Neden zahmet ettin
Ali Üsteğmen:
Zahmet falan değil
Gerçi tam bir hediye de sayılmaz
Sadece
Tüm gün düşündüm ne adresini biliyorum ne de
Öyle işte
Öyle pek bir şey değil de
Yani aklıma geldi öylece de
Nasıl desem
Sevdiğin şeyleri düşündüm sadece
Hoşuna gider mi bilemiyorum
Yani öyle umuyorum ama
Mesajlarda kıvrandığını görünce istemsiz kıkırdadım. Ne yazdığını bilmiyordu bence şapşal. Daha fazla işkence çekmesini istemedim.
Duru:
Ali
Düşünmen yeter
Kutlaman yeter
Senden ne gelse kabulüm ki ben
Söyle hadi hediyemi :)
Ali Üsteğmen:
Yani söylemekle olmaz
Arasam olur mu görüntülü?
Görüntülü yazısını okur okumaz gerildiğimi hissettim. İki ayı aşkındır konuşuyorduk, yüzlerimizi bir kere dahi görmeden. Ki öyle gariptir ki, ikimizde bunu önemsemiyor gibiydik. İlk zamanlar merak etsem de onun mesleği gereği kendini baskı altında hissetmesini hiç istememiştim. Ben daha fark etmeden Ali'nin kalbine doğru hislerim çoktan yola çıkmışken gözü de kaşı da benim için bir merak unsuru olmaktan çıkmıştı. Her şey doğalında ilerlemişti. İkimizde bunu gerekli görmemiş gibiydik. Bakışlarım titredi, nefesim hızlandı. Gerçekten onu görebilecek miydim?
Duru:
Ama biz
Daha önce hiç birbirimizi görmedik
Mesleğin gereği bunu yapamayacağını sanıyordum
Ali Üsteğmen:
Ama ben seni çoktan görmüşken adaletli olmam gerekmez mi
Ayrıca bu olay meslekten çoktan çıkmadı mı sence Duru
Benim mesleğimin gerekliliği tanımadığım bir numaraya kadar karşıydı
Hayatımın gelip de orta yerine oturmuş birine karşı değil
Mesajlarla ardı ardına duygusal topa tutuluyordum sanki. Hem... bir dakika. Ne yazmıştı o?!
Duru:
Beni çoktan gördün de ne demek?
Ali Üsteğmen:
Deli kız :)
Farkında olmadığını biliyordum
Sabahın köründe beni dumur edip bir de haklı sebeplerinle tüm gün yok oldun
Ardında bıraktığın ne halde, biliyor musun?
Tüm günün anlam veremediğim hissi şu anda bir cevap bulmuştu. Aklıma gelenle hızla mesajlaşmaları yukarı kaydırdım. Fazla çıkmama da gerek kalmamıştı. Hemen oradaydı. Benim fotoğrafım. Ben, yüzüm, kendim oradaydım. Kendi ellerimle iki saniye bile düşünmeden aynaya bakarak çekip attığım fotoğrafım ve açıktaki yüzüm. Kendimi sakladığıma değildi heyecanım, tamamen kontrolüm ve bilincim dışında bir anda başıma gelen bir farkındalıktı sadece. En başından kendimi saklama gibi bir niyetim hiç olmamıştı zaten ama ilk birbirimizi görüşümüzünde bu şekilde olacağını tahmin etmemiştim. En azından bilincim eşiğinde gerçekleşmesi tercihimdi. Elim şaşkınlıkla ağzıma gitti. Sabahki Ali'nin afallayışının sebebi şimdi ortaya çıkmıştı. Nasıl oldu da fark edememiştim? Hazırlanmaya ve babamı görmeye o kadar hevesliydim ki aklım sanırım benimle değildi. İlk defa iki buçuk aydır kiminle konuştuğunu görmüştü ve haklı bir afallamaydı. Ben yüzünü tam göremediğim bir fotoğrafında ne hale gelmiştim, kim bilir o ne hissetmişti? Doğru ya. Gerçekten, ne hissetmişti?
Ali Üsteğmen:
Muhtemelen şu an farkına varıyorsun
Özür dilerim ama bu sefer bencil olacağım Duru
Ben fazlasıyla memnunum bu durumdan
Kötü hissettiysen üzgünüm ama ben gerçekten
Seni gördüğüme o kadar mutluyum ki
Senin doğum günün ama hediye alan benim
Nasıl göründüğün gözümde hiçbir zaman önemli olmadı
Sadece, seni gördüğüm için ben
Mutluyum
Her gece seni düşünerek kurduğum hayallerimin benzetmeleri ya da tahminleri sonunda gerçekliğiyle buluştu
Sadece seninle nasıl desem
Zordu bazen
Seni hiçbir kalıba sokamadım çünkü
Eşsizdin bende
Ne gözümle ne de zihnimle canlandıramıyordum seni
Tarifin yok gibiydi
Hiçbirine yakışmıyordun sanki, ben tekim diyordun
Kızıyordun hatta bana tatlı sesinle
Bende bir daha denemedim zaten
Gözümle değil sesinle daldım rüyalara
Dağ başında elimde silahla bile sen telkin ediyorsun beni
Sesini hatırlıyorum, yetiyordu
Yetmiyormuş meğersem
Tek bir fotoğrafınla anladım
Bencilim o yüzden
Ama bencilce mutlu olmama izin verir misin bu seferlik?
Kalbim okuduğum her mesajında daha da şaha kalkıyordu sanki. Bu yüzden aşık oluyordum işte bu adama. Yoksa, zaten çoktan gemilerim yanmış mıydı ki benim? Az önce hüzünle dolan gözlerim şimdi ise mutlulukla doluyordu. Hala ince düşünüyordu, yeterdi ama.
'Aşığım lan!' Diye bağırsa ya suratıma. 'Benim olacaksın kadın! Emrediyorum!' Deseydi ya. Yetti ama bu kibarlık. 'Emredersiniz Komutanım!' Diye kükresem ya ona- pekala. Saçmalamaya başladım yine. Sevince hanzo mu oluyordum yoksa ben? Ne bileyim, daha önce hiç kimseye karşı böyle hissetmedim ki ben. Yabancı hislerim, kendim bile tanıyamıyorum hislerimi. Biri espirisini yapsa ağzının ortasına yapıştıracağım bu düşüncelerde nereden geliyordu aklıma böyle?
Saçlarımı savurdum iki omzumdan. Sesimi kendine getirebilmek için garip sesler çıkarttım. Amaçsız bir kaç saniyenin ardından elim görüntülü arama kısmına gitti hiç düşünmeden. Bana da yetmiyordu, şu an şu dakika şu saniye öyle hissediyordum. Çoktan doğum günü hediyem benim için hazırdı zaten. Ali'ydi. Ali benim hediyemdi.
İlk telefonun ekranında kendimi gördüm. Hafif rüzgardan dağılmış saçlarım az önceki çabamın hiçbir işe yaramadığını ortaya çıkartıyordu. Unursamadım. Ağlamaktan kızarmış burnumla beraber beyaz tenimse hem az önceki duygusallığının hem de sabaha göre kendini belli eden soğuk havanın izlerini yansıtıyordu. Onu da umursamadım. Gözlerime kaydı bakışlarım. Kızarmış mavi gözlerim tatlıydı ama... Pekala burayı kesinlikle umursadım. Doğal makyaj yapmış olsam dahi sarışın olmanın eksilerinden biri olan sarı kirpiklerimi ortaya çıkarabilmek için sürdüğüm ekstra siyah maskaram tamamen akmıştı. Her yerdeydi.
Şakasız.
HER YERDEYDİ.
MASKARAMIN TAM OLARAK BURNUMUN UCUNDA VE DUDAĞIMIN ÜSTÜNDE ORADAN DA ŞAKAĞIMDA NE İŞİ VARDI?
Ali'nin görüntüsü ekrana gelene kadar boşta kalan diğer elim ile istemsiz yüzümü kapatmaya çalıştım. Ali ekranındaydı ama ne yazık ki bakamıyordum! Tüm yüzümü kapatmaya çabam işe yaramadığını anladığımda ellerim sanki bir bant gibi gözlerime çıktı. O sıra ise ekrandan sarhoşu olduğum ses yükseldi. Bir de adımı o sesten duyuyordum... adım, ne kadar da güzeldi benim öyle...
"Duru?"
Lakin gerçekliğe çabuk döndüm. Rezil bir haldeydim. Rezil ve kepaze bir haldeydim tam şu an ve gönlümü kaptırdığım adamla ilk yüz yüze gelişimiz olacaktı! Allah'ım neden Ali'yle yazılmış tüm kaderimdeki ilklerde benim rezilliklerim vardı?! Neden sevmiyorsun sen bu kulunu?! Hiç mi acımıyor-
"Güzelim? Ne yapıyorsun sen öyle?"
Dudaklarım ağlak halimle titrerken büzüldü. Zaten ağlamalar fazlasıyla müsait bir anımdı. Duygusaldım şu an, duygusal koca bir toptum hatta. "Aliiii." Diye titreten ve çocuk gibi çıktığına emin olduğum sesimle yakınırken burnumu çektim.
"Duru'm? Neyin var güzelim? Neden ağlıyorsun sen?"
Sesi endişeli geliyordu. Ve biraz da telaşlı. Ve muhtemelen yüzü tam ekranımdaydı. Ve ben yüzümü kapattığım elim yüzünden göremiyordum.
"Sen gerçekten! Nasıl bir zamanlama bu Allah'ım?! Neden ilklerimizde hep sana rezil olmak zorundayım ki ben?!"
"Güzelim..." sesi oldukça sakin ve anlayışlı geliyordu. Lakin yaşadığım duygu durumum hoş değildi. Düşünemiyordum. Duygularım kafa topu gibi sektirilmişti az önce. İlk babam, sonra annem, sonra çocukluğum ve şimdi de Ali! Bir de kendi hislerim tabi. Duygu karmaşası yaşıyordum. İMDAT!
"Güzel falan değilim ben!" Ani çıkışımla biraz duruldum. "Yani şu an hiç, hiç ama hiç güzel değilim, tamam mı? Güzelim falan deme bana."
Bir kıkırdı doldurdu kulaklarımı. Dudaklarım yeniden büzüldü.
"Babanı uğurladın diye mi ağladın sen? Havalimanında olduğunu görebiliyorum."
Başım onaylar gibi aşağı yukarı salladım.
"Seninde yüzünden."
"Benimde mi yüzümden?" Çocukça çıkan sesime o da sanki bir çocukla konuşuyormuş edasıyla eşlik ediyordu. Resmen rezilliğime rezillik katıyordum ama umursamadım. Duygusaldım şu an. Elleşmeyin bana.
Yeniden cevap vermeden kafamı onaylar gibi salladım.
"Ne yapmışım yine eşek ben?"
Bunu duyduğumda kaşlarım çatıldı.
"Eşşek falan değilsin sen! Ne diye kendine eşek diyorsun?"
Yeniden güldü. Sanırım bu gülüşün bağımlısı olacaktım. Ya da çoktan olmuştum bile. Kahretsin, gülen yüzünü görmek istiyorum.
"Duru, güzelim benim. Bir eşeği getirseler önüme, al üç aydır konuştuğun Duru bu deseler, yine Duru'ma güzelim derim ben."
Dediği şeyle utansamda dudaklarım iki yanıma kıvrıldı. Başımı tövbe çeker gibi sola dönerken "Eşek de olduk." Diye söylendim.
"Hadi," dedi bu sefer bariz hissettiğim titreyen sesiyle. "Aç o güzel eşek gözlerini." Heyecanlı olduğu barizdi. Hissedebiliyordum. "Mahrum etme beni." Yurkunduğunu duydum, yutkundum. "Hem sende merak etmiyor musun beni?" Sesi sona doğru kısılmıştı. Son noktamdı zaten. Ellerim yavaşça gözlerimden indi. Gözlerimi birkaç defa kırpıştırmam gerekti, kısa süre de olsa karanlığa alışmıştım sonuçta. Birde gözyaşımdan dolayı hala görüşüm net değildi ama günbatımını andıran renklerinin hemen önünde ekranımda bir silüet olduğu bariz belliydi. Boşta kalan elimle dolu gözlerimi silerken derin bir iç çekiş sesi ve ardından da sert yutkunmasını duymuştum.
Görüşüm netleştiğindeyse, manzaram, nasıl desem, harikaydı? Nefes almayı unutmuş olabilir miydim? Zira bu afetül devran da kimdi? Benim Ali'm miydi? O beni nasıl hayal etmişti bilmiyorum ama benim hayallerimdeki Ali kesinlikle bu karşımdaki varlıkü devranu afet değildi. Bu da kimdi? Benim kınalı Ali'mde neredeydi?
Her zaman için kibar ve naif karakteri gereği onu daha farklı canlandırmıştım zihnimde. Daha narin bir dış görünüş mü demeliyim? Bilemedim aslında. Ama gördüklerimin tam aksiydi resmen.
İlk gördüğüm kahverengi ama açık alanda oluşundan güneşin direkt gözlerine vurmasıyla öyle güzel bir renk almıştı ki o kahve gözler, onun bakışı titrediği gibi benimkileri de titretmişti. Ardından şekilli kaşlarına baktım. Keskin hatlı ya da gür değildi, olması gerektiği gibiydi. Beyaz olduğunu tahmin ettiğim ama muhtemelen geçen yaz sıcağın altında fazla kalmasından dolayı kavrulmuş bir ten rengi vardı. Burnu şekildi ve düzgündü. Elmacık kemikleri çıkık, tıraşlı yüzünde sakal yoktu. Sert çene hatları vardı. Dışarıdan bakana bu adam benim minnoşum desem götümde bomba patlatırdı.
Belirgin üst dudak çizgisiyle birleşmiş yine keskin hatlı dudaklarına baktım. Kalemle mi çizmişlerdi bu adamı? Allah'ım bu nerenin keskinliğiydi? Üst dudağı alt dudağına göre daha inceyken dolgun görüntüsünü bozmuyordu. Sağ şakağından başlayıp kaşına kadar gelen keskin bir yara izi vardı. Lakin güzelliğini bozmak yerine keskinliğine keskinlik katıyordu. Aman yakışıklılığına karizma, yüreğimeyse bir yara... yar yar yar- saçmalıyordum yine heyecandan.
Bakışlarım dudaklarındayken nereye baktığımı anlamış gibi aralandı dudakları, kesik bir nefes çekti içine. Ardından adem elması inip kalktı ve en sonunda da dudaklarını yaladı. Bu son noktamdı, hemen bu hipnozdan kurtulabilmek için bakışlarım yine gözlerine çıktı. Babama benzeyen koyu kahve saçlarının perçemleri alnına düşmüştü. Bana attığı fotoğrafındaki modelin aynısı ama daha kısasıydı. Muhtemelen kestirmişti. Böyle kullanmayı sevdiğini düşündüm. Sonuçta subayların saç kuralları yoktu. Bir süre nefesimiz kesilmiş gibi öylece birbirinizi izledik. Onunda beni süzdüğünü biliyordum. Bakışları öylesine yumuşaktı ve öyle hisliydi ki o zaman ne burnuma ne de dudağıma bulaşan maskaranın bir önemi kalmıştı. Pandaya benziyor oluşum bile umrumda değildi. Çünkü Ali'nin bakışları sanki bir tarihi esermişim de onu büyülemişim gibi hissettiriyordu.
Öyle bir histi ki, tam olarak tarifi yoktu. İçli bir nefes çektim içime. Boynunda görünen asker künyesinin zincirini izledim bir süre. İki zincir vardı. Yüzü kendi gibi beni sarhoş etmişti çünkü. Biraz toparlanmam gerekiyordu. Ne kadar böyle sessizce birbirimizi izledik bilemiyorum. Zaman kavramım durmuş gibi hissediyordum. Sanki uzun yıllardır birbirimizi görmemiş ve yüzlerimize hasret kalmış gibiydik. Her bir noktamızı ezberlemek ve zihnimize kazıyabilmek için baktık, baktık ve baktık.
"O kadar..." duyulamayacak kadar fısıltı gibi çıkmıştı sesi ama duymuştum. Sessizce aldığı derin nefesi izledim. "Güzelsin ki..." dudaklarım iki yanıma hafifçe kıvranırken konuştuğunun bile farkında olmadığına emindim.
Duymuş olduğumu anlayınca dudaklarını yaladı. Ardından alt dudağını dişlerken başını sağa sola çevirdi. Bana bakmamaya çalıştığı aşikardı. Bu haline yine gülümsedim. Bu seferki gülüşüm daha derindi, daha içtendi. Gözlerini kırpıştırdı birkaç kere, boğazında olmayan gıcığı temizledi. Burnunu çekti bir iki sefer, ardı ardına yutkundu. En sonunda da ekrana, yani bana döndü. Döndüğü gibi yüzümdeki sırıtışla kıkırdadım. Kıvranması hoşuma gitmişti.
Sesimle gözlerini kapattı. "Gülme şöyle, kendime gelmem lazım."
"Peki benim gülüşümün konu ile ne alakası var?" Tek kaşımı zorla havaya kaldırırken benden yani ekrandan kaçan koca oğlana bakıyordum. Kesinlikle görüntüsüyle bana karşı olan tutumu benzemiyordu. Yine başkasının yanında bu fevkalade herife tatlı bebeğim desem ıslak sopa ile döverlerdi beni.
"Dikkatim dağılıyor, biliyorsun Duru. Kafamı toplamam lazım. Nefes almam lazım, nefes!"
Son çıkışı bana değildi. Tavrının farkındaydım. Yeniden kıkırdayacaktım ki kendimi tuttum bu sefer. Ondan daha gayretli olduğum bir gerçekti. Pekala nefesimi kesmiş olabilirdi ama o zaten beni bir kere gördüğü halde karşısında rezil çıkmışken kendine gelemeyişi onunla uğraşma isteği doğuruyordu. Bu yüzden tutmamaya karar verdim. Güldüm yine.
"Duru." Dedi uyarı dolu bir sesle. Derince gülümsedim. "N'oldu Ali Bey? Eşek gözlerimi merak ediyordunuz lakin karşınızdayım, bakmıyorsunuz?"
Yandaki bakışlarıyla güldü. Tek eliyle gözlerini ovaladı ardından yüzünü sıvazladı. Yutkundum, pekala bende çok iyi sayılmazdım. Bu harekete de düşülmez yani ama sanırım ben direkt Ali'ye düşüyordum. Bu sefer farkında olmadan mırıldanan bendim.
"Ali." İsmi döküldü dudaklarımdan. Yüzümdeki sırıtış silindi. Hissetmiş gibi bakışları ekrana döndü. Gözlerinde değildi bakışlarım. Her yerindeydi, her hareketinde. Nefes alışında bile. "Çok, güzelsin..."
Tamamen kameraya döndü. Durdu birkaç saniye. Bize bu akşam kendimize gelmek haramdı. Gülümsedi ilk, sesini duyduğumda ilk tahmin ettiğim gibi gülüşü ona fazlasıyla yakışıyordu. İçimi titretiyordu. Samimi gülüşü alayla kıvrıldığını gördüm bu sefer.
"Güzel miyim? Yakışıklı, karizmatik? Daha çok böyle hitaplar duymaya alışkınım ama?"
Bakışlarım gülüşünden gözlerine çıktı ama ben gülmüyordum. Oldukça samimiydim söylediğimden. Başımı olumsuz anlamda iki yana salladım yavaşça. "Güzelsin, sen."
Yüzündeki alaylı ifade ciddi olduğumu fark ettiğinde silindi. "Güzelim, ben?" Diye sordu tekrarlayarak beni. Başımı olumlu anlamda yine yavaşça salladım. Aklıma en başından tanışma anılarımızla tüm konuşmalarımız doldu birden. Yine tüm samimiyetimle doldu gözlerim. Gülümsedim en içten halimle. Güzeldi, o. Güzel bir adamdı.
"Güzelliğin bir cinsiyeti yok bende. Ve sen, gerçekten çok güzelsin Ali."
Dolan gözlerimin akmasına izin vermedim. Bu itirafımda çok fazla anlam vardı. Anlamış mıydı ki? Hissetmiş miydi?
Karşımda ne 27 yaşında koca cüssesiyle ve de son derece yakışıklı yüzüyle biri vardı ne de bir komutan o anda. Hissetmiş olmalıydı. Anlamıştı yine beni. Küçük bir çocuk olmuştu sanki. Onunda gözlerinin dolduğunu hissettim. Dudağı burukça ama mutlu olduğunu hissettiğim şekilde tek yana kıvrılıp indi yeniden kıvrılıp yeniden indi. Titredi dudakları, nefesi. Bakışlarını kaçırdı yeniden.
"Bu kadar güzel bakma bana, ağlatacaksın koskoca herifi." Şakaya vurmuştu. Ali hiç kaçmazdı ama ilk defa kaçıyordu. Hakkında öğrendiğim yeni bir bilgi daha. Sanırım onu hiç utandırmamıştım. Güzel bir hismiş. Beni sürekli neden utandırdığını anlamıştım şimdi. Devam etti kaçışına. "İki metre adamım ben. Bacaklarım titriyor bak, düşeceğim."
Güldüm buna. "Düşersen gülerim."
"Düştüm zaten?" Dedi tek kaşı havayken sonunda ekrana dönmüştü.
Onu taklit ettim acemice. Hiçbir zaman tek seferde kaşını havalıca kaldıranlardan olamamıştım onun aksine. "Göremedik ama?"
"Duru ben..." derin bir nefes aldı. "Hiç iyi değilim tamam mı? Bu.." yeniden derin bir nefes aldı. "Bu böyle olmamalıydı."
Kıkırdadım. "Ne, ne nasıl olmalıydı ki?"
"Planlarım vardı benim. Düşüren ben olacaktım. Sabahın intikamını almalıydım ben. Beni ne halde bıraktın haberin var mı? Bütün gün prova yaptım, bütün gün ekranım açık gezdim tamam mı? Üç kere duş aldım, sekiz kere saçımı düzelttim, dağınıklıktan nefret ederim. Gardrobum her yerde..." derin ve bıkkınlıkla nefes aldı. Sonra kendi kendine kahkaha attı. "Duru sen bana ne yaptın?" Ekrana döndüğünde başını iki yana salladı. Eli saçlarında gezinirken bende güldüm.
"Ve sonra ağlamaktan rezil kepazeye dönmüş bir suratla bugün hunharca dışarının dozunu dumanını yemiş Duru'nun karşında sen düştün öyle mi?" Küçük ekranda kaçındığım kendimden kendime baktığımda bende kahkaha attım. "Ali, pandaya benziyorum!"
Ekrana sevimlice sırıttı. "Düşün, ne haldeyim." Derken hala sırıtıyordu.
Kıkırdadım. Sohbetimizin samimiyete dönüşmesi işime gelmişti. Tam cevap verecektim ki arkadan yaşlı bir amcanın sesi duyuldu telefonda. Oldukça aksanlı bir sesti. "Komutan evladım! Hele gelecen mi, aç kaldı enikler!"
Enikler de ne demekti? Kaşlarım çatılırken Ali'nin "Geliyorum Rasim Ağa!" Diye seslenişi geldi kulağıma. Ekrana daha dikkatli bakarken "Enikler?" Diye sormadan edemedim. Ardından da önümdeki banklardan birine doğru ilerlemeye başladım.
Başını salladı usul usul. "Enikler." Diye tekrar etti beni. Anlamamıştım.
"Ali, eniklerin ne demek olduğunu bildiğimi düşünüyorsan yanılıyorsun."
Benim gibi o da ilerlemeye başlamıştı. "Enikler yavrum, senin."
"Ne?" Az önce fazla mı yükleme yapmıştım ben bu çocuğa?
"Bekle, göstereceğim." Dedi. Ardından da kamerayı çevirdi. Manzaramın gitmesine üzülsem de merak duygum ağır basmıştı. Tarlalık bir araziydi. Güneş batmaya yakın olsa da etraf hala aydınlıktı. Sonra ise az ileride geniş bir arazinin tellerle çevrilip içinde sayısız kulübe olduğunu gördüm. İki kısımdan oluşuyordu. Ortada iki tarafı birbirinden ayıran koca bir duvar vardı. Sessizce Ali'nin ilerlemesini izledim. Fazlada uzun sürmemişti zaten yaklaşması. Arada ekrandan gördüğüm attığı adımları tahmin edecek olursam da boyum kadar adım atıyordu. Sonra ise durdu. Durduğu gibi de kamerayı botlarına çevirdi.
"Hazır mısın?" Diye sordu.
İyice merak etmemle yerimde huzursuzca kıpırdandım. "Neye?"
"Doğum günü hediyene."
Heyecanla gülümsedim. Ne yani, hediyem zaten o değil miydi?
Ne cevap vereceğimi bilemediğimden sadece "Ali." Diyebildim. Hep böyle oluyordum zaten. Hep ismini söylerken buluyorum kendimi. İsmini söylemek çok hoşuma gidiyordu.
"İsmimi söyleyişini öyle seviyorum ki..." diye içli bir ses doldu kulaklarıma. Sanırım onunda hoşuna gidiyordu. Daha çok gülümserken birden kamera yukarıya kalktı. Ahşap bir tabelaya bakıyordu. Üstünde bir şey yazıyordu ama tam seçemiyordum. O sıra amcanın sesi yeniden duyuldu. Az öncekinden daha sert çıkıyordu artık.
"Komu- Ali Aras, enikler didim! Enikler aç dimim!"
Bir anda ardı ardına topa tutulmuştum. Ali'nin ikinci bir ismi olduğuna mı şaşırsaydım yoksa karşımda artık netleşen görüntüde gördüğüm tabelanın üzerinde 'Duru ... Hayvan Barınağı' yazmasına mı şaşırsaydım bilemiyordum. Elim ağzıma gitti.
"Bu da... ne?"
Ali'nin eli kadraja girdiğinde işaret parmağı ile boşluğu gösterdi. "Oraya soyadın gelecek."
Ardından "Tamam Rasim Ağa, sen başla beslemeye! Barınağın isim sahibi barınağını görmesin mi?!" Diye amcaya seslenişini duydum. Benim elim ise hala ağzımdaydı. Yaşadığım şokla konuşamıyordum bile.
"Ali." Diyebildim yine sadece. "Sen... ne? Bu da ne?"
Kamerayı çevirerek utangaç bir şekilde gülümsedi.
"Resmi bir yer değil, yani... henüz. Bu arazinin sahibi Rasim Ağa. Enikler diye bağıran dayı. Burası nasıl desem, şu an görev yaptığım bölge iyi insanlar olsa da biraz yobaz bir kesim. Genel geçim kaynağı köylünün tarım ve hayvancılık. Başı boş hayvanlarda köylü için genel problem. Rasim Ağa ile tesadüftür ki seninle tanışmamıza yakın zaman içinde bir olayda denk geldik. Kendisi de senin gibi, hayvanları pek sever. Bakma Ağa dediğimize, yufka yürekli tonton bir adam. Neyse, işte bir gün başıboş köpeklerden biri bir çiftçinin yeni ekin çıkarttığı araziyi talan etmiş, yine aynı köpek bir köylününde tavuk kümesine ağır tahribat vermiş. Ne köylüye kızabiliyorum ne de hayvana. Hayvan aç, can derdinde e köylü de boğaz, geçim. Köy ortasında kargaşa çıkmıştı. Bizde görev icabı oradan geçiyorduk benim timle. Köylü almış silahları çıkmışlar ava, o sırada Rasim Ağa kahvehanede bunlar tutuşmuşlar kavgaya. Rasim Ağa 'Allah'tan gelen canı anca Allah alır' diye bağırıyor, köylüyse 'bugün horozlarımı yiyen aç köpek yarın çocuklarıma da saldırır, vahşi bunlar' diye bağırıyor. Rasim Ağa 'doyursan, bir tas koysa hepiniz böyle olmaz' diyor ötekiler de 'ben kendi önüme, soframa bir kuru soğanı zor koyuyorum, çocuklarım en son tok karınla ne zaman yattı bilmiyorum da itin derdine mi düşeyim' diye bağırıyor. E alevlendi bi' şekil kavga silahlar falanda ateşlenmeye başladığında biz müdahale ettik tabi. Orta yol bulduk. Rasim Ağa'ya 'madem ağasın sen çözüm bul' dediler. O sıra aldım bende karşıma, ne yapabiliriz diye konuştuk biraz. İki tarafı da memnun etmek lazım. İlçenin barınakları dolu, kimse kabul edemiyor. En sonunda da o kadar arazin var Ağa, ayır kullanmadığını bize, biz elimizden geldiğince yapalım bi' şeyler dedim bizim çocuklarla. Öyle doğdu işte burası. Büyüdü de büyüdü sonra, o silahlı köylü bile geldi yardım etti bize. Osman amca. Onunla da arayı buldurduk çok şükür. Küslükte kalmadı arada. Tüm köylü yardım etti sonra barınağın inşaasında. Dedim sana hiçbiri kötü insan değil, cahillik sadece. Şimdiyse ilçenin barınağı yetmediği için burayı duyan hayvanları buraya getiriyor. Şansa bugünde belediyeden aramışlar, öğlen gibi Rasim Ağa aradı. Atladım geldim bende, tanımlayabilmek için isim istiyorlarmış. Resmileşecek yakın zamanda yani. Rasim Ağa'da 'fikir senden çıktı, senin adın olacak' diye tutturunca..." Dudakları yaladı. Tatlı bir tebessüm etti bana.
"Dedim ben orta yol bulmak için attım bu meseleyi, yok dedi senin adın olacak, ya dedim Rasim Ağa istemiyorum yok dedi yine senin adın olacak. Kabul etmediğim için sinirlenince iyi dedi senin sevdiğin bir isim olsun o zaman yoksa 'Ali Aras Hayvanının Evi' yaparım diye tehdit edince..." bu sırada gözlerim dolu doluydu. Dediğine kahkaha atınca o da gülümsedi.
"'Benden daha çok hayvanları seven biri var, özellikle de kedileri' dedim. 'Ona ithaf etsek olur mu?' diye sordum. 'Hem' dedim... 'bugün doğum günü.' Elindeki evrağı kalemle önüne attı 'ben bilmem, istersen ananın adını koy, oraya ne yazarsan o olacak. Ağalığımı tutturdun inatçı herif' diyince de..." utangaç bir çocuk gibi olmuştu karşımda. Ona hayran olmamak elde değildi.
"Yani, ne çiçek gönderebilirim sana ne de ne kadar istesem de yanına şu an çıkıp gelip doğum gününü kutlayabilirim... Benimde aklıma geldi öyle, nedense mutlu olabileceğini düşündüm. Hem buranın misafirlerinden biri de Bal. Belki hatırlarsın, sana attığım turuncu bir kedi vardı. İşte burası onun evi. Ne bileyim, öyle işte... İyi... etmiş miyim ki?"
Bu sefer gözyaşlarımı tutamıyorum işte. O... nasıl... derin bir nefes aldım. Yüzümdeki gülümseme bir saniye olsun silinmiyordu. Sabaha kadar anlatsın sabaha kadar dinlerdim. Gözlerimi kırpıştırdım kendime gelebilmek için.
"Bu... bu hayatımda aldığım en güzel hediyeydi Ali."
Dediğimle utangaç bir şekilde gülümseyip eli ensesine gitti. Gözlerini kaçırırken Rasim Ağa'nın sesi bir kez daha duyuldu. Enikler, diye bağırıyordu ve bu beni güldürmüştü. Ağlarken gülüyordum resmen. Evet, artık eniklerin ne olduğunu biliyordum. Enikler benim yeni evlatlarımdı. "Ali... ben çok teşekkür ederim. Ne diyeceğimi bilmiyorum. Ben, daha önce bu tarz bir hediye hiç almadım. Bu çok anlamlı benim için... ve değerli. Çok değerli."
Tam cevap verecekti ki Rasim Ağa'nın sesi yeniden duyuldu. 'Güneş batıyor, ışığa sinekler geliyor beslememiz lazım' diye söylenirken Ali gözlerini devirdi. "İçeriyi göstermek istiyordum daha sana ama, Rasim Ağa'ya yardıma gitmezsem birazdan maşalayacak beni."
Kahkaha attım. "Hadi," dedim içten bir tonla. Gözyaşlarımı fark etmemesi içim sildim hemen. "Git bak Eniklerime, aç kalmadın yavrularım. Yavrularımız."
Dediğimle duraksadı. Adımları yavaşladı. Küçük bir çocuk gibi ekrana baktı. "Yavrularımız?" Sorar gözlerle pür dikkat bana bakıyordu.
"Yavrularımız ya, evlerinin adı benden gelse de onları orada birleştiren sensin. O yüzden, yavrularımız."
Gülüşü tüm yüzüne yayıldı. İçi içine sığmıyor gibiydi, benimki gibi. Yeniden adımladı. "O zaman yavrularımızla seni daha sonra tanıştırsam olur, değil mi? Şimdi yavrularımızı beslemem lazım. Aç kalmasın yavrularımız." Gülmeme engel olamıyordum. Yavrularımız demem hoşuna gitmiş gibiydi.
"Peki, Ali Aras." Dedim imayla. Gülüşü bir an sekteye uğrayınca duraksadım. Gülüşü solsun diye söylememiştim ki. Sadece ikinci ismini öğrendiğimi belirtmek istemiştim. "Ah," diye alnını kaşıdı. "Şey, saklamadım! Öyle bir şey değil. Yani söylemeyişim onunla alakalı değil. İlk söylemedim tabi, tanımıyordum çünkü seni. Ondan yani. Hem öyle güzel Ali diyorsun ki... Aras'ı kullanıyor olmam Ali'nin benim ismim olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Sonra da söyleme gereği-"
Telaşlanması ilk tatlı gelmişti ama ne demişti o? Telaşlanma sebebi buydu demek ki.
"Normalde Aras'ı mı kullanıyorsun sen?"
Adımları tamamen durdu. Pot kırdığını anlamasıyla bir şeyler mırıldandı. Utancından ekrana bakamıyor gibiydi. O kadar ciddi bir mesele de değildi ki? Niye büyütüyordu. Yine de Aras'ı kullanırken bana bunu belirtmemesi bir tık üzmüştü beni. Sanırım zaten böyle düşüneceğimi düşünüyordu.
"Ben..." derin bir nefes alıp kameraya baktı. "Evet, aslında Aras'ı kullanıyorum. Ali, babamın adı. Hatırası olsun diye bana koymuşlar. Ben doğmadan şehit olmuş... Bende kullanmam normalde. İlk tanıştığımız zamanlarda biliyorsun kendimi açık etmek istemiyordum. Ondan Ali demiştim. Sonra ilk defa seninle telefonda konuşmuştuk, hatırlıyor musun? Bilmem fark ettin mi ama... sen bana hiç 'alo' demedin Duru. Efendim demedin... benimle konuştuğun hiçbir vakit telefonu böyle açmadın..." Yutkundu, burukça gülümsedi. "Hep Ali dedin. Öyle de güzel dedin ki... içim gitti. Aras değil, Ali oldum sonra. Herkese Aras, sana Ali." Yutkundum.
"Babamın yadigarı, bir ismim bir de boynumdaki asker künyesi var işte. Ondan kıymetlidir ikisi de bende. Belki de kıyamadım Ali ismine, öylesine kullanılmasına. Ya da annemi üzmesine, bilemiyorum. Alışkanlık belki de... Sonra da sen..." derin bir nefes daha aldı. "Ali diyişini çok seviyorum. Ses tonunu, tonlamanı. Bana seslenirken hep ismimle hitap etmeme. Sen hep, Ali de bana."
İsminin altında bu kadar derin bir anlam olduğunu bilmiyordum. Cevap verebilmem birkaç saniyemi almıştı ama bana birkaç saat gibi gelmişti.
"Derim, Ali."
Gülümsedi, gülümsedim. Hüzün çökmüş gibi hissettim, kendini kötü hissetsin istemedim.
"Ee peki Ali Bey," kendimi toparlamak adına derin bir nefes aldım. Daha çok gülümsedim. "siz böyle her tanımadığınıza değerli isminizi mi bahşedersiniz?"
Güldü, güldüm.
"Öyle değil," dudaklarını yaladı. "Yani başta öyle değil, sonra da... durdurmadım işte."
Bugün gülmekten başka hiçbir şey yapmıyordum. Başım kıkırtımla ve biraz utanmamla beraber öne eğildi ve kalktı.
"Ee peki Ali Bey, tam adınızı öğrenmem mümkün müdür? Malum, resmiyette hiç tanışmadık."
Başını salladı hafifçe. Dudaklarını yalayıp boğazını temizledi. Asker selamı verdi.
"Ali Aras Alakurt."
Aynı şekil bende kendime çeki düzen verdim. Boğazımı temizleyip babamdan gördüğüm kadarıyla onu taklit ettim. Sonra ise yine gülümsedim. Gülmeden duramıyordum bugün.
"Memnun oldum, Alakurt."
"Ali." Dedi.
"Efendim?" Dedim.
"Ali, de." Aklıma gelen ilk Duru ve Ali olarak konuşmamıza atıfta buldunduğunu anladığımda kıkırdadım.
"Yani, tabi sen nasıl rahat edeceksin orası ayrı." Diye taklit ettim onu. Bu konuşmayı ezberlediğime, hatta zihnimde nasıl yer ettiğini fark ettiğimde şaşırdım kendime.
Kıkırdadı. "Tek ismiyle hitap eden ben olursam kendimi kötü hissederim." Dedi. Kelimesi kelimesine içimde tekrar etmiştim bu cevabı zaten. Sanırım Ali'nin içimi ısıttığı ilk mesajıydı.
"Peki... Ali. Kendine iyi bak."
"Sende... Duru."
Ve Rasim Ağa "Enikler!" Diyerek tüm duygusal anımızı bölmüştü. İkimizde kahkaha attık. Gülmekten, gülümsemekten yanaklarım acımıştı artık. Panda görüntümle uyuşmuyordu. Keskinlikle hayatının en anlamlı doğum günlerinden birini yaşıyordum bugün. Eniklerimle beraber. Gerçek bir doğum günü, anlıyor musun?
"Peki, artık kapatmam gerek sanırım."
"Öyle görünüyor." Dedim kıkırtılarımın arasından. "Malum, enikler aç."
Gözlerini devirdi. "Enikler aç falan değil. Yani tamam açlardır biraz ama.. Rasim Ağanın abarttığı kadar değil. Sadece hava kararıyor ve sivrisinekler tarafından ısırılmak istemiyor."
Gözlerimi kaçırarak güldüm sadece.
"Kapatıyorum."
Başımla onlarladım. "Kapat bakalım."
"Ama istemiyorum."
"Ama kapatmalısın."
"Ama-" diye devam ediyordu ki lafını kestim. Bu döngüyü biliyordum. Ben kapatmazsam bu telefon kapanmazdı.
"Ama yavrularımız aç ve birimizin onları beslemesi gerekiyor. Maalesef şu an ben bunu yapamam."
"Yavrularımız." Diye mırıldanıp çocuk gibi sırıttı yine. İçimi eriten bir sırıtmaydı. Ya da komple ben erimiştim zaten.
"Kapatıyorum." Dememle parmağım kırmızı tuşa ilerlerken acele ediyordum. Malum bu tatlı görüntüye daha fazla maruz kalırsam bende kapatamayacak gibiydim.
"Ah, bekle!"
Birden Ali'nin yükselmesiyle durdum. Gözlerim şaşkınlıkla kırpıştı.
"Boşluk." Dedi. Aynen boşluk. Tamam... Ne? Ne boşluğu? Neye tamam?
"Ne?"
"Tabela."
"Hı?"
"Aman soyadın işte. Tabeladaki boşluk. Bugün evrağa tam şekilde yazamasam Ali Aras Hayvanının Evi olacak çünkü resmiyette burası da. Korkunç bir isim."
Tövbe çekerek güldüm.
"Bozok."
Ali duyamamış gibi kaşları çatıldı.
"Ney ok, ney ok?"
Duyamadığını düşünüp bu sefer daha net bir sesle "Bozok." Dedim. "Duru Bozok."
Ali'nin gülüşü yüzünden silinirken irislerinin büyüdüğünü gördüm. Anlamsız bakışlarımla gözlerimi kırpıştırdım. Ne olmuştu ki şimdi?
"Ali? İyi misin? Ne oldu?"
"Bozok." Dedi. Yutkundu. "Duru Bozok." Dedi, yeniden yutkundu.
"Evet? Bir şey mi oldu?"
Beni duymuyor gibiydi. Kaşları çatıldıkça endişelenmeye başlıyordum. "Albay baba." Dedi. Yutkundu. "Bozok." Dedi tekrar. "İstanbul'da önemli bir işim var." Sanki parçaları birleştirmeye çalışıyor gibiydi. "Günübirlik gidip döneceğim." Ama neyin parçaları? Kendi kendine bir şeyler mırıldanıyordu. Benimde ciddiyetle kaşlarım çatıldı. Sonra ise çözmüş gibi "Siktir." Dedi.
"Ali, beni geriyorsun."
"Lütfen Deli Bozo- aman, Zafer Bozok'la bir bağlantın olmadığını söyle bana."
Babamın ismini duymamla afalladım.
"Sen, babamı tanıyor musun?"
"Sen, komutanımı tanıyor musun?"
Kaşlarım çatıldı. Bu sefer "Siktir." Diyen bendim.
"Bu ne biçim bir tesadüf?" Ali'nin şaşkınlığı ile benimki eş değerdi.
"Ali." Diyebildim, yine ve sadece.
Ali yutkundu.
"Allah'ım, şehit olamadan öleceğim."
~
Nihahahaaaah, kötü kadın gülüşü. Ali, öleceksin! 😈
Geçmiş bölümlerden Duru'dan bir hatırlatma:
"Güvenmemek değil bu... Zaten babam özür dilerim ama psikopat bir adam, "
"Babama da söyleyemem bunu, söylersem yaşatmaz Akif'i, biliyorum."
"Mağara dayısı."
Zafer Komutan, nasıl desem...
Deli Bozok?
Üzgünüm Ali, üzgünüm evladım, çocuğum...