Ses tellerim boğazıma yaslı olan bıçağı umursamadan kuvvetli bir yaygara koparmak istedi fakat kendimi frenlemeyi başardım. En ufak bir hareketimle tenime saplanacakmış gibi hissettiren bıçak öyle tehditkârdı ki... Şu birkaç haftada o kadar çok şey görmüş olabilirdim ama bu açık ara en fazla geleniydi. Bunca zamandır evinde yaşadığım adam bir büyücüydü ve gözlerinden parlak bir ışık saçarak karşısındaki adamı ekarte etmişti.
Başını yana yasladı ve çehresine bu durumdan memnun olduğunu işaret eden bir gülümseme yerleşti. Tenimi anında buz kesen bu gülümseme, arkamdaki adamda da aynı etkiyi yaratmış olmalı ki bıçak elinden kayarak yere düştü ve boynumu tahriş eden o noktada ufak bir sızı duydum. Adam geriye kaçarken Aytun, bize doğru bir adım attı ve elini uzatarak bileğimden sıkıca tuttu. Beni arkasına çekip duraksamadan güçlü adımlarla devam etti.
Karşısındaki adam alenen titrerken, "Ben..." diye konuşmaya çalıştı. Aytun'dan korkuyordu. Gözlerim yerdeki adama kaydı. Kıpırdanmaya başladığını görünce ölmediğini anlamak, ürkütücü bir rahatlık hissi verdi.
"Efendim, yapmayın..."
"Kim gönderdi seni? Hangi piç?"
Aytun'un yüzünü göremiyordum ama ifadesinin korkutucu olduğunu anlamak için dâhi olmaya gerek yoktu. Aksi takdirde karşısındaki adam bu halde olmazdı.
"Bilmiyorum. Para verdi, eve gir dedi. Yüzünü göremedim. Pelerini vardı."
Aytun, başını iki yana salladı. "Sana inanmıyorum."
O an yerde yatan adam, sert zeminden hızla kalktı ve Aytun'a doğru ilerlemeye başladı. Kendime düşünme payı bırakmadan yanımda duran orta boydaki heykeli hızla alıp yüzünün yanına çarptığımda adam sendeledi. Dengesini kaybetmesini fırsat bilip ayağımla diz kapağına sertçe vurduğumda tekrar yere düştü. Çıkan sesle Aytun, adama yandan umursamaz bir bakış attı. O sırada adam, yerden kalkıp kapıya doğru koşturmaya başladı. Dudaklarımdan bir çığlık çıkarken Aytun başını geriye attı ve koşan adamın arkasından boş gözlerle baktı. "Geri zekâlı," diye tıslarken onun kendine bakmamasından faydalanan diğer adam, "Konuşamam. Beni öldürürler," dedi ve arkasındaki kırık olan camdan dışarı atladı. Korkuyla irkilirken Aytun gözlerini devirdi ve elindeki hançeri masaya bırakarak üzerime geldi.
"İki dakika yalnız bırakmaya gelmiyorsun, değil mi? Doğru söyle, belayı çekmek için özel bir şey mi yapıyorsun?" Kolumun yaralanmadığı kısımdan tutup, camlarla bezeli koltuğa çekiştirdi yorgun vücudumu. Sesimi çıkaramadım çünkü hipnotize edilmiş gibi ona bakmaktan başka bir şey yapamıyordum. O büyü yapmıştı ve uzun süre bu gerçeğin etkisinden çıkamayacak gibiydim.
"Gerçi benimki de soru. Bu bela çekiciliğiyle dünya değiştirmiş kızsın sen." Koltuğun üzerindeki camları eliyle temizledi ve bir kukla gibi oynattığı bedenimi oraya oturttu. Televizyonun altındaki dolaptan bir kutu çıkardı ve yere dizlerinin üzerine çöktü. Bir makas çıkarırken taytımın en altından başlayarak dizlerimin bir karış üzerine kadar kesmeye başladı. İtiraz edecek gücüm yoktu. Öyle ki konuşmayı bile unutmuş gibiydim.
"Sen..." dedim, o makası yere bırakırken. Eli bir an duraksadı ama bunu hemen kamufle etmek ister gibi bir parça pamuk aldı. "Konuşmayacak mısın?"
Gözleri bana döndü. "Eğer cümlenin devamını getirirsen belki. Söylemekten çekinme."
Tüm cesaretimi toplayıp aklımdan geçeni dile getirdim. "Büyü yaptın. Büyücü müsün?"
Pamuğa beyaz renkli bir sıvı döktü ve parmaklarıyla yaydı. "Evet."
"Simge?"
"O da. Annemizden geçen bir özellik."
Aklıma doluşan anıyla konuştum. Bir şeyler şimdi mantıklı gelmeye başlıyordu. "Bilekliğimdeki büyüyü bu sayede fark ettin. Sen de onlardan biri olduğun için..." Sustum ve beni teyit etmesini bekledim. Elindeki pamuğu dizimin kanayan yerine sertçe bastırdığında duyduğum acı karşısında inlememek için kendimi son anda durdurdum.
"Ben kara büyücü değilim. Bugüne kadar hiç yapmadım ve emin ol yapsaydım bunu ayırt edebilirdin."
"Nasıl edeceğim?" dedim dişlerimin arasından. Pamuğu gezdirdiği yara çok acıyordu. Daha önce defalarca kanatmıştım dizlerimi ama hiçbiri temizlenirken böylesine yakmamıştı.
"Onların yüzleri, ne kadar karanlıkta olduklarını belli edercesine farklıdır. Onlardan birini görünce ne demek istediğimi anlayacaksın."
Acı artık iyice can yakıcı bir hal alırken, "Bu da ne böyle? Çok acıtıyor," dedim geriye kaçmaya çalışırken ama eli bacağımın üzerine hızla kondu ve "Rahat dur. Camı neyle kırdıklarını bilmiyorum, zehirli olabilir. Bu da Elbi'nin yaptığı bir iksir. Zehir varsa temizleyecek ve yaranı birkaç saat içinde yok edecek," dedi.
"Taşla kırdılar camı. Zehirli olamaz," dediğimde bana ters bir bakış attı.
"Taşı sen mi attın, nereden biliyorsun? O yüzden dayanmak zorundasın. Zaten acelemiz var bir de kaprislerinle uğraştırma beni."
"Acelemiz mi var?"
Soruma cevap vermeden bacağımı temizlemeyi bitirdi ve koluma geçti. Cam kırıklarını el yordamıyla hızlıca çıkarıp bir kenara attı ve bu sefer orayı temizledi. El çabukluğuna ve sözlerinin sertliğine rağmen dokunuşları öylesine şefkat doluydu ki kendimi porselen bebek gibi hissetmiştim. "Kaçan adamlar onları gönderene, evde tek olduğumuzu söyleyecek ve az sonra onlardan daha fazlası gelecek. Bu yüzden gideceğiz."
Gözlerimi kırpıştırıp ona bakarken dış kapının açılma sesi ve ardından Simge'nin sesi duyuldu. "Ayliz? Aytun?"
"Salondayız."
Simge, salona girdiğinde yüzünde beliren şaşkınlık, beni görmesiyle yerini korkuya bıraktı. "Ne oldu burada?" derken haykırmıştı.
"Birileri eve saldırdı ve gittiler."
"Kimdi?"
"Tanımıyorum ama başlarındaki kişi hakkında birkaç fikrim var."
"Ne yapacağız? Ayliz varken burada kalamayız. Hem şu salonun haline bak."
"Farkındayım. Bu yüzden bir çanta hazırla. Sen doğruca valizini al, okula giderken daha buraya gelmezsin. Ayliz için de kışlıklardan al ve yol için üzerine kalın bir şeyler giydir. Yarın Ruhlar Şehri'ne gideceğiz."
Benim burada olduğumu unutmuş ya da umursamıyormuş gibi konuşurlarken kaşlarımı çattım. Ruhlar Şehri de neydi?
"Orası neresi?" dediğimde, Simge beni yeni fark etmiş gibi döndü.
"Her büyücünün ruhu insanlardan farklı olarak daha zapt edilemezdir. Hele ki kara büyücülerin... Sana daha önce kara büyücülerin kendilerine ait olan bölgede yaşadıklarını söylemiştim. Bölgede onlarla beraber bazı değişik türler de mevcut. Ama bizim niye oraya gittiğimizi anlamış değilim."
"Hepimiz değil; Ayliz ve ben. Sen gelmeyeceksin."
"Tamam, düzeltiyorum. Niye oraya gidiyorsunuz o halde?"
"Çünkü bu dünyadan olmadığını söyleyen kadın oradaki hastanede yatıyor ve hâlâ hayatta."
Başım olağanüstü bir hızla Aytun'a dönerken, "Gerçekten mi?" dedim. Kadının yaşadığına çok sevinmiştim. Ondan her şeyi öğrenebilir, hatta evime nasıl gideceğimi de bulabilirdim belki.
"Evet. Simge, gerekli şeyleri al ve hemen valizi hazırlayın. Bu gece Menes'de kalacağız, sen de oradan gidersin."
Aytun, ikizinden gelecek yanıtı beklemeden salonu terk ettiğinde Simge, kaşlarını kaldırdı. "Hangi kadınmış bu?"
Ona olayın kısa bir özetini geçtiğimde Simge oldukça şaşırmıştı fakat bir yorumda bulunmamıştı. Odaya geçtiğimizde Simge, el çabukluğuyla bana ufak bir valiz hazırlamaya koyuldu. Geneli kışlıklardan oluşan kıyafetlere hızlı bir geçiş yapmak tuhaf geliyordu. Sonuçta daha bu sabah deli gibi bir sıcakla boğuşuyorduk.
"Her şey tamam olduğuna göre gidebiliriz," diyen Simge, valizleri kapının önüne bıraktı ve ardından bana döndü. Yüzünde kocaman bir gülümseme varken yanıma geldi.
"Bugünden gitmeye karar verdim. Aytun ile de konuştum. Sizinle beraber çıkacağım ama doğruca okula gideceğim."
"Bu kadar erken mi?" dedim garipseyerek.
"Evet, derslerim başlayacak. Seni böyle tek başına bırakmak istemezdim ama Aytun ile güvende olacaksın. Bu yüzden içim rahat."
Suratımı asarken sıkıntıyla ofladım. "Aytun, eline fırsat geçtiği an beni öldürür. Sen ise güvende olmamdan bahsediyorsun."
Simge, neşeyle kıkırdarken, "Yapmaz," dedi. "Sana iyi davranacaktır diyemiyorum çünkü onu tanıyorum. Kabul ediyorum, biraz kaba ama emin ol, onunla hiç olmadığın kadar güvendesin. Aytun zordur, karmaşıktır, Ayliz, ama kimse onu çözmeye yeltenmedi. Çözmeye çalışmak yerine değiştirmeye çabaladılar. Belki tam tersi olsaydı-" derken sözünü kestim.
"Bana neden bunu anlatıyorsun?" Aytun'un iç dünyasını neden bana açtığını merak etmiştim. Merak etmediğimden değildi, zira karmaşık tavırları onu ilgi çekici yapıyordu fakat Simge'nin durduk yere onu anlatması tuhaftı.
Dudaklarında cansız bir gülümsemenin hayaleti belirsizliğini sürdürdü. "Hiç. Yalnızca... Aytun, seni ne pahasına olursa olsun koruyacak, ne söz verdiyse yerine getirecektir. Bundan emin olabilirsin."
***
Simge, söylediği gibi evden çıktığımızda okula gitmek için bizim yanımızdan ayrılmıştı. Aytun'un arabasında, Menes'in evine giderken aniden eliyle koltuğumun yan tarafını işaret etti. "Şuradaki kimliği al ve çantana koy. Bir terslik olursa ya da biri sorarsa bunu gösterirsin," dediğinde bahsettiği yerden beyaz kartı çıkardım. Üzerinde adım ve soyadım yazıyordu. Geldiğim yer olarak Astrapol ülkesi yazıyordu. Başka bir bilgi yoktu.
"Teşekkür ederim," deyip çantama koyarken gözlerini yoldan ayırıp bana baktı.
Alnına düşen saçlarını eliyle arkaya gelişigüzel taradığında, "Teşekkür gerektirecek bir şey yapmadım. Sadece yasağını kendi koyduğum sahte kimliği ben yaptırdım. Bu kadar," dedi iğneleyici bir şekilde ama üzerime almadım. Çünkü bu tavrının bana olmadığını, kendine söylediğini bilecek kadar tanımıştım onu.
Masum görünmeye özen göstererek ince bir tınıyla söylendim. "En azından artık bu işlerin nasıl yürüdüğünü öğrenmiş oldun, sonuçta işin içine sen de girdin. Artık daha dikkatli olursun, sahte kimlik olaylarını daha rahat çözersin."
"Benimle dalga mı geçiyorsun?"
"Hiç de bile. Sadece içini rahatlatmak istedim."
Aytun, cevap vermeye tenezzül etmeden sabır diler gibi başını iki yana salladığında, omuz silkerek ilgimi yeniden yola verdim.
Uzun sayılabilecek bir yolculuk yaptıktan sonra geceyi arkadaşı Menes'in evinde geçirmiştik. Onu görememiştim çünkü bir işi olduğundan şehir dışında olduğunu öğrenmiştim Aytun'dan. Onun misafir odasında gözümü kırpmadan yatmış, başıma gelenleri ve sabah olduğunda yanına gideceğimiz kadını düşünmüştüm.
Dizlerimdeki ve dirseklerimdeki yaralar Aytun'un sürdüğü merhem sayesinde birkaç saat içerisinde kapanmıştı. Şimdi ufak, belli belirsiz izi kalmıştı. Acı ise yok denecek kadar azdı. Adamlar yüzünden tenimde oluşan emareler o anları hatırlatırken, aklıma üşüşen fikirlere engel olamamıştım. Eğer buraya ilk geldiğim gün Aytun ile karşılaşmasaydım bugüne kadar yaşadıklarımı yaşamayacaktım. Bunun en yakın örneği de bugündü. Eğer o olmasaydı bu yaralar olmayacaktı. Ah, ne kadar aptaldım! Bir başkasına gitmiş olsam başıma neler geleceğini bilmiyordum ki. Belki daha beteri olacaktı, şu an olduğum konumu mumla arayacağım bir noktada olacaktım. Belki de bulduğumuz kadın gibi bir yere kapatılmış olacaktım. Bunların her biri karmaşık birer düşünceden öteye gidemiyordu.
Şimdi ise Aytun'un arabasının ön koltuğunda oturuyor, dışarıdan gelen soğuğa rağmen ısınmaya çalışıyordum. Kansızlık nedeniyle üşüyen bir yapım vardı ve arabanın soğuk olması da işimi hiç kolaylaştırmıyordu. Aytun'dan da klimayı açmasını isteyememiştim. Üzerimdeki kırmızı pelerinin de beni çok ısıttığı söylenemezdi. Aytun, buraya gelmeden önce bana kırmızı kadifeden geniş bir pelerin giydirmişti. Kendi üzerinde de siyahı vardı. İçimizdeki kıyafetleri göstermeyecek kadar boldular ve içinde kendimi oldukça tuhaf hissediyordum.
"Daha ne kadar yolumuz var?" diye sordum ona yandan bakarken. Saatlerdir yoldaydık ve gerçekten sıkılmıştım. Yollar bomboştu ve arabada tek bir laf edilmemesi de durumu daha boğucu bir hale getirmişti.
"Az kaldı. Ruhlar Şehri, merkeze ve diğer şehirlere en uzak noktadadır."
"Kara büyücüleri halktan olabildiğince uzak tutmak için, değil mi?" diye yorumumu kattığımda başını salladı. "Onlar çok mu kötüler?"
"Şu sevgilinin az daha seni öldüreceğini düşünürsek hesaplamayı sen yap."
Murat'ı aklıma soktuğu için ona ters bir bakış atıp önüme döndüm, ancak sonra bir ara sormayı not ettiğim soruyu ona yönelttim. "Kara büyücüleri normallerinden ayırt edebileceğimi söylemiştin. Eğer Murat senin dediğin gibi onlardan biriyse ben nasıl anlamadım? O da senin gibi biriydi işte, hiçbir farkı yoktu."
"Belki de senin geldiğin yerde öyle görünüyordu ya da kara büyüyü kendi yapmadı, yaptırdı."
"Bunu neden yaptırsın ki? Ne gibi bir amacı olabilir?"
"Adam benim değil, senin sevgilin. Ben nereden bilebilirim?" Ses tonunun tıslar gibi oluşu, cümledeki yanlışı düzeltmemin esas nedeniydi.
"Sevgilimdi," diye direttiğimde bana manasını çözemediğim bir bakış atıp tüm dikkatini yeniden yola verdi. Bu hareketi, daha fazla üstelememem gerektiğinin göstergesiydi. Bu yüzden ben de sessiz kaldım ve onun gibi yola odaklandım, ancak çok geçmeden kararan havaya şaşkınca baktım. Biz bu yolculuğa sabah çok erkenden başlamıştık.
Yaşadığım kısa süreli afallamanın ardından, "Hava niye kararıyor?" diye sordum.
Aytun, tüm dikkati yoldayken "Ruhlar Şehri'ne yaklaştık," dedi. "Pusulamız bu."
Birkaç dakika geçmeden sık, uzun ağaçların bulunduğu bir yere gelmiştik bile. Aytun, arabayı kenara park ederken, "Burası mı?" dedim.
"Hayır, ama bundan sonrasını yürümek zorundayız. İn aşağı," deyip beni beklemeden dışarı çıktığında ona uydum. Arabanın kapısını kapattığımda başıyla ileriyi işaret etti, "Bu taraftan," dedi.
Yürümeye başladığımızdan bu yana birkaç dakika geçmemişti ki yerlerde simsiyah, diz kapağıma kadar uzanan taşların olduğu bir alana gelmiştik. "Bunlar ne?" dedim onların tam ortasındaki aralıktan geçerken.
"Nigraların mezarları. İçeriye girdiğimizde onlardan görmeyeceksin, ancak diğer türlerle karşılaşacaksın. Onlara korkunu hissettirmemeye çalış."
"O türler tam olarak ne?" diye sordum etrafımdaki kasvetli ormana bakarken. İçeride neyle karşılaşacağıma dair hiçbir fikrim yoktu, ancak yanımda duran Aytun'un varlığı korkumu silip atıyordu. Neyle karşılaşırsam karşılaşayım o yanımda olacaktı, değil mi?
"Şu kapıdan geçtiğimizde ilkiyle karşılaşacaksın."
Hangi kapıdan bahsettiğini anlayamadığım için ona soracakken gözüme çarpan şeyle araladığım dudaklarımı birbirine bastırdım. Mezarlığın en sonunda oldukça büyük, demir bir kapı bulunuyordu. Devasa bir uzunluğa sahip olan kapının tepesinde Ç şeklindeki iki büyük hançer iç içe girmişti. Her an düşecekmişçesine eğreti duran hançerlere tedirgince baktım ama yürümeye devam ettim.
"Dur. Bekle."
Aytun'un sesini duyduğumda ona baktım. Ne oldu, der gibi başımı salladığımda kapıdaki gözlerini bana çevirdi ve dikkatle yüzümü inceledi. Elini cebinden çıkardığında metal bir anahtar tuttuğunu gördüm. Anahtarın şekli epey değişikti ve üzerinde küçük, kırmızı bir çiçek vardı, ancak tam olarak ne olduğunu bu uzaklıktan seçemiyordum.
"Buraya sadece soylu kanı taşıyorsan girebilirsin. Evet, büyücüleri görebiliyorsun, bedeninde piramide ait bir dövme de var ama soylu olman yalnızca bir ihtimal." Dilini alt dudağında gezdirdi ve gözlerinden karanlık bir ışıltı geçti. "Eğer o kana sahip değilken bu kapıdan girmeye kalkarsan şu gördüğün hançerler seni parçalara ayıracak," derken çenesiyle kapının üst tarafını işaret etti.
Bir süre içimdeki düşüncelerle boğuştuktan sonra, "Bana kanını vermiştin," dedim fısıltıya yakın bir tonla. "Sonuçta sen bir soylusun, bende de soylu kanı oluyor."
"Bu işler öyle yürümez. Sana kan nakli yaptık ama burası büyülü bir yer ve büyüleri yanıltamayız. Aksi halde Ruhlar Şehri'ne herkesin girişi mümkün olurdu. Çok önceleri bu yöntemi deneyen olmuş, hatta bunun ticaretini yapmaya başlamışlardı ama kapıdan içeri girdikleri an sonuç değişmedi." Duraksarken derin bir nefes aldı. Sanki bu durumdan hoşnut değil gibiydi. Gerçi hoşnut olsa onda gerçekten bir sorun olduğunu düşünebilirdim. Çünkü tepemizdeki hançerler tarafından gözünün önünde birkaç parçaya ayrılabilirdim. "Buraya gireceksen tamamen senin kendi kanınla olmalı."
Teyzesinin ortaya attığı bir ihtimaldi soylu olmam ve bu ihtimalin düşüklüğü o kadar fazlaydı ki şu kapıya vardığım an ölmem kaçınılmaz olabilirdi. Omuzlarımı düşürerek başımı yere eğdiğimde Aytun, bana doğru bir adım attı ve yumuşak bir sesle, "İstersen gidebiliriz. Seni tekrar eve bırakırım ve kadınla, tek başıma gelip konuşurum. Bu seçim sana kalmış," dedi.
Gitmeli miydim? Burada ne aradığımı öğrenebileceğim kadın oradayken gidebilir miydim ki? Olmazdı. Evime nasıl döneceğimi bilen tek kişi o olabilirdi, bu olasılığı göz ardı edemezdim. Kaldı ki geri dönemezsem zaten bir ölüden farkım kalmayacaktı. Daha sonraları keşke dememek için hayatım boyunca her şeyi yapmıştım ve sonucuna da katlanmıştım. Yine aynı şeyi yapacaktım. Bu yüzden Aytun'a kararlılıkla baktım ve soğukkanlılıkla söyledim kelimeleri: "Hayır. İçeri gireceğim."
Aytun, gözlerimin içine derince bakıp kararlılığımı ölçtüğünde başını sallayıp sorgulamadı. Söylediklerimin üzerine elindeki anahtarı çevirdi ve kapının demir parmaklıklarında bulunan kafatası görünümlü yuvaya yerleştirip kapıyı araladı. Kanatlar iki yana açılırken Aytun, kapının öteki tarafına geçip düz, bomboş bir ifadeyle gözlerime baktı. Eğer ölürsem son gördüğüm onun gözleri mi olacaktı? Bu düşünce midemi rahatsızca burkarken kendime cesaretli olmam gerektiğini güçsüzce fısıldayarak kapıya bir adım attım. İçimden şiddetli soğuk bir rüzgâr geçtiğinde gözlerimi kırpıştırarak bedenime baktım. Sağlamdım.
Şaşkınca, "Bu..." diye mırıldanırken Aytun'un yanında durmuştum.
"Bu senin gerçekten de soylu kanı taşıdığının kanıtı. Sana bunu hazmetmen için zaman vermek isterdim ama mümkün değil. O yüzden şimdi olacaklar karşısında korkmamanı ve bana ayak uydurmanı tavsiye ederim."
Kaşlarımı çattığımda görüş alanıma giren bir iskelete, şokla irileşen gözlerimle bakakaldım. Bir saniye... Bu gerçekten bir iskeletti. Ve yürüyordu.
Resmen yürüyordu!
Bize doğru yaklaşan iskelet, Aytun'a garip bir hareket yaptığında bunun selamlama olduğunu sonradan idrak ettim. Kemikten çenesi hareket etti ve çatallı bir sesle konuştu: "Aytun Karavera. Ruhlar Şehri'ne hoş geldiniz."
Aman Allah'ım...
Ve konuşuyordu!
Aytun, bir baş selamı verdi iskelete ve "Hastaneye girmeye geldim. İzninle..." dedi.
"İzin sizin lider, fakat kuralı unutmadınız, değil mi? Buraya ilk kez gelenler benimle dans etmek zorundadırlar."
"Müsaade senin," diyen Aytun'a ne halt ettiğini soran gözlerle karşılık verdim. Yürüyen ve konuşan bir iskeletle dans mı edecektim? Adımlarım geriye giderken aniden arkama geçip sırtımın göğsüne çarpmasına neden olan Aytun'a yalvaran gözlerle karşılık verdim. "Onunla dans edemem," diye çıkışırken başını sağ omzunun üzerine eğip beni belimden ittirdi.
İmkânı yoktu.
Asla dans etmeyecektim!
Bunu kesinlikle yapmazdım.
Ve evet...
Bunu diyen ile şu anda bir kemik yığınının kollarının arasında olan kişi aynıydı. Aytun'un dediğine göre bunu yapmazsam içeriye girmemin imkânı yoktu.
Sanki diken üzerindeymiş gibi iskeletle dans etmem, saydığım yüz yirmi sekiz saniyenin ardından bitmişti. O yanımızdan ayrılırken yüzümü sıvazlayarak söylediklerini dinlemiştim. "Ruhlar Şehri'nin Kemikler Bölgesi'nde istediğiniz her yerin kapıları size açıktır."
"İyi görevler," diyen Aytun'a kaşlarımı çattım. "Bu taraftan gideceğiz hastaneye," diyerek önüme geçtiğinde peşine takıldım.
Elimi saçlarımın arasından geçirirken yüzümü buruşturdum. "Resmen bir iskeletle dans ettim. Bu çok... mide bulandırıcı." İskelete değen avuç içlerime iğrenerek bakıp başımı havaya doğru kaldırdım.
"Abartma. Bunu hepimiz yaptık. Eğer bu şehre geldiysen sonuçlarına katlanacaksın."
Ofladığımda beni umursamadan yürümeye devam etti. "O kapıdan geçersen sonuçlarına katlanırsın, Ayliz, iskeletle dans etmezsen de bu şehre gelirsen de... Eğer böyle devam edeceksek bu iş benim doğmama kadar gider yalnız." Yine umursamadığını gördüğümde kendi kendime söylendiğimi fark ettim ve çenemi kapatarak peşinden ilerlemeye başladım.
Bir süre boş fakat kasvetli arazide ilerledik. Etrafta ağaçlar ve çalılar haricinde hiçbir şey yoktu. Tamamen terk edilmiş gibi duran ormanlık alanın öyle olmadığını biliyordum ama o iskeletten başka kimseyle karşılaşmamamız da garipti. Kadının kaldığı yer neredeydi? "Bu iskelet nasıl öyle... yani, şey... yürüyebiliyor ve dans edebiliyor?"
Aytun, sorumun üzerine başını çevirip omzunun üzerinden bana baktı. "Büyü sayesinde. Kraliçe, en yüksek rütbeli büyücü. Bir iskeleti canlandırması onun için zor olmasa gerek. O iskelet ile dans etme nedenin de sana dokunarak ruhunun hangi tarafa yatkın olduğunu anlamak. Nigra mı yoksa sadece ziyaretçi mi olduğunu öğrenmek için yapılır. Buna göre hangi bölgelere girip giremeyeceğini anlıyor."
"Madem soylu olmayanların girişi yasak bu kadının kaldığı yerdeki herkes de mi soylu?"
"Soylu olmayarak girişin tek yolu o kadın gibi burada kalmaktır." Tek kaşı kalkarken, "Eğer isteseydin seni, buraya sokarak da alabilirdim Ruhlar Şehri'ne. O kadınla geçinip gidersin," dedi. Dudakları titrerken bir an gülümseyecek gibi hissettim ama hızla önüne döndüğünde sözlerinin anlamı dank etti. Normal şartlar altında bu sözlerine alınabilirdim belki ama alayla söylediği için sadece iğneleyici cevap vermekle yetindim.
"Beni buraya tıkmak için hevesli olduğunu bu kadar çok belli etmesen keşke."
Aklıma takılan diğer şeyleri de sormak istiyordum fakat aniden önümüzde beliren yapı buna engel olunca gerginlikle dudağımı dişledim. Oldukça yüksek, kirli gri duvarlara sahip bu bina, korku filmlerinden fırlamış gibiydi.
"Burası Çalıntı Ruhlar Hastanesi."
"Hastane mi?" dedim. Esasen yadırgamıştım. Çünkü karşımdaki bu görüntü hapishaneden bozma bir tımarhaneyi andırıyordu. Soluk gri taşlarla oluşan bu yapı oldukça devasaydı ve lanetli şatolara benziyordu. Büyük bir kapısı vardı ve onun üzerine çalışmayan bir saat konumlandırılmıştı. Binanın farklı taraflarından yukarıya kadar uzanan sivri mızraklar vardı.
"Büyüye dair bir şey görenler, diğer insanların akıllarını bulandırmasınlar diye buraya getirilirler. Aynı zamanda Nigralar buradaki insanlardan beslenirler. Tüm kötülükler ve büyü görüleri onların ihtiyaç kaynaklarıdır. Yılda birkaç defa buraya gelip onların büyüye dair görülerinden bir parça alırlar ve onunla yaşarlar. En sonunda insanlar öldüğündeyse geriye yalnızca kemikleri kalır ve Nigralar da onları kendi içlerinde kaynaştırarak güçlenirler. İsmi bu yüzden Kemikler Bölgesi."
Eğer karşımda bir erkek olmasaydı ve ben de küfür eden bir kız olsaydım, küfrün en okkalısını ederdim. Bu bilgileri sindirmek istercesine derin bir nefes aldım ve pelerinin başlığını düzelttim.
"Kraliçe neden onların güçlenmesine izin veriyor ki? Nigralar onun düşmanı sonuçta ve..."
Aytun, sözümü yarıda keserek, "Bu sessiz kalmaları için yapmalarına göz yumduğu bir şey," dediğinde sessiz kalmıştım. Ayaklanma yaşanmasın diye sus payı veriyordu yani. "İçeri girelim. Sen kadının yanına girene kadar ağzını bile açmayacaksın."
"Tamam."
Aytun, siyah, yıpranmış demir kapıyı açtığında içeri geçtim. Anında karşıma kel, garip giyimli bir adam çıktığında irkilmemek için kendimi zor tuttum. Beyaz elbisesi bu binadaki tek açık renk olabilirdi. Elbisesinin bazı kısımları yırtıktı, ancak adam bu paspal görüntüsünü sorun ediyor gibi görünmüyordu. "Efendim? Hoş geldiniz."
"Daha önce ismini verdiğin kadınla görüşmeye geldim. Ama unutma, aramızda kalacak," dedi ve adama siyah beze sarılı bir şey uzattı.
Adamın yüzündeki memnuniyeti fark etmemek elde değildi. "Elbette," deyip siyah bezi aldı ve cebine attı. "Beni takip edin."
Aytun, başıyla yanına gelmemi işaret etti ve ölüm sessizliğinin karış karış gezdiği koridorda birlikte ilerlemeye başladık. Bir yandan da etrafı inceliyordum. Tavan oldukça yüksekti. Gri ve mavi rengi arasındaki bir taştan yapılmış duvarlarda hiyeroglifler ve bazı biçimsiz şekiller yer alıyordu. Etraf, yerlere konan mumlar ve duvarlar arasına konulan ince tahtadan sarkan mumluklar sayesinde aydınlanıyordu ama çok yeterli değildi. Koridoru geçip spiral bir merdivenden indiğimizde yuvarlak ve boş bir alan karşıladı bizi. Alanın tam ortasında ise uzun bir kadın heykeli vardı. Tüm bu kasvete rağmen heykel o kadar canlı görünüyordu ki onu merakla izledim.
Bu esnada kulağıma çarpan sıcak nefesi hissettim. "Kraliçe Neftis." Aytun'un dediğiyle heykele daha büyük bir merakla baktım ama kadının yüzü çok seçilmiyordu.
Önümüzdeki adam, "Burası," dediğinde önünde durduğumuz kapıya baktım.
"Kapıyı aç ve yukarı çık. Yalnız kalmak istiyorum."
"Emredersiniz, efendim."
Adam söyleneni yapıp gittiğinde, Aytun odaya girdi. Tabii arkasından ben de... Tek göz küçük bir odaydı. Pislikten durulmayacak bir yer, diye düşünürken rahatsız olduğu her halinden belli olan yatakta oturan kadın gözüme çarptı. Üzerinde siyah bir elbise vardı ve uzun, gümüş rengi saçları omuzlarından aşağı sarkıyordu.
"Nigâr?" diyerek kadına yaklaştığımda kafasını yavaşça kaldırdı ve cam mavisi gözleriyle beni süzdü.
"Siz de kimsiniz? Ne için geldiniz?" Asabi sesi de kendi gibi yaşlıydı.
Aytun'a fırsat bırakmadan söz aldım. Sonuçta bu meselemdi. Yatağın yanına gidip dizlerimin üzerine oturdum ve ellerimle oradan destek aldım. Kadının yüzüne alttan bakıp pelerinin başlığını indirdim. "Biz sizinle buraya nasıl geldiğiniz hakkında konuşmaya gelmiştik. Bir başka dünyadan geldiğinizi öğrendim. Bana nasıl olduğunu anlatır-"
Kadın yüzünü buruştururken hırladı. "Kes sesini! Benimle dalga geçmeye mi geldin sen de?"
Başımı hızla iki yana salladım. "Hayır. Asla öyle bir amacım yok. Bakın, ben de sizin gibiyim. Bir başka dünyadan geldim. Benim ülkem burada yok."
Kadının çehresine tereddütlü bir ifade yerleşirken beni baştan aşağı süzdü. "Nereden geldin?"
"Türkiye."
Kadının dudakları alayla kıvrıldığında, "Ve sen de bana sormaya geldin. Nasıl gideceğini sormaya geldin, değil mi?" dedi ve dudaklarından şen şakrak bir kahkaha fırladı. "Salak kız!" derken küçümseyen bir ifadeyle bakıyordu kırışık tenine hapsolan mavi gözleri.
Kirpiklerimi afallayarak kırpıştırdım. Birdenbire ne olmuştu da sinirlenmişti? Ben neler olduğunu anlayamayarak başımı Aytun'a çevirdiğimde onunla göz göze geldim. Baş hareketiyle yanını işaret ederken Nigâr'ın bağırtısıyla yeniden ona döndüm.
"Buradan çıkış yok. Anladın mı? O kadın da geldi seneler önce. Aynı senin gibi yanıma geldi, nasıl gideceğini sordu. Günlerimi bu delilerin yanında geçiriyorum ve sen nasıl gideceğini soruyorsun. Sence gidecek bir yol olsaydı benim burada ne işim olurdu?" Kadın ellerini omuzlarıma koyup beni sertçe ittiğinde dengemi koruyamadığımdan kalçam soğuk zeminle buluştu. Kalbimin atışı kulağımda gümbürderken en az benim kadar afallamış olan Aytun'un iri elleri, belimi kavrayarak beni ayağa kaldırmaya çalıştı. Ona itiraz etmedim, kaldı ki bunu yapacak bir durumda değildim. O beni bir bez bebek gibi tutarken kadın da ayağa kalktı ve bir kez daha güldü. "Gidecekmiş!" dedi bağırarak. "Gidemezsin. Ben gidemedim, sen de gidemezsin. Seni de buraya getirecekler. Sonun benim gibi olacak. Elli altı yıldır buradayım. Sen de kalacaksın ama gidemeyeceksin."
Vücudum akıl almaz bir şekilde hararetle titrerken Aytun'un elleri beni tutmasa yere çakılacağımdan emindim. Kadın, kendini kaybetmiş gibi canhıraş çığlıklar savururken Aytun, heybetli bedeniyle beni arkasına sakladı. Titreyen parmak uçlarıma aldırmadan korkuyla koluna tutundum ve dolan gözlerimle kadına baktım.
"Gidiş yolu yok, buraya hapisiz. Bu insanların elinde esiriz. Aklın varsa kendini öldürürsün ve buradan kurtulursun. Eğer yoksa..." deyip ruhsuzca gülümsedi. "Benim gibi olursun ve burada o iğrenç yaratıkların senden beslenmesine izin verirsin."