"Hiç kimse sevilecek kadar iyi değildir, nefret edilecek kadar da kötü değildir."
***
Zamanın çarkında ters çevrilen sevgi damarlarıma akıyor, kanımda geziniyordu. Nefretin öncülük ettiği kalplere nazaran, sevginin öncülük ettiği kalpler daha tehlikeliydi çünkü sevginin boyutu değiştiğinde insanı ölüme bile sürükleyebilecek bir lanet başlardı. Nefret insanı içten içe tüketir, sevgi gözlerinde biriken acıları gizlerdi. Nefret yaralar açar, sevgi yaraları kapatırdı. Nefret zarar verir, sevgi iyileştirirdi. Ancak bazı durumlarda sevgi bile yetersiz kalırdı. Onlardan birisini yaşıyordum. Sevgi, nefrete boyun eğmiş susuyordu, nefret sessizdi. İnsanın düşüncelerinin sustuğu nokta deliliğin sınırıydı. Düşünceler akar, kendi yolunu bulur, çekip giderdi. Sessizlik... Anın yorgunluğuyla çöküp kalabileceğim bir şeydi. Karan'a tanıdığım süre dolmuştu, Hazal'ın doğum gününün üzerinden iki gün geçmişti. Onu zaten normalde de rahatsız etmiyordum fakat evin çalışanları arasında konuşulanlar arasında babamın öldüğü gün burada olanlar da vardı ve bu Çiçek'in söylediklerini düz yola çıkarmanın bir fırsatıydı.
Ali amca, Fatma teyze ve Nazlı abla... Hepsi karşımızdaydı.
İnsanın acı verici bir geçmişinin olması ne tuhaftı. Zaman geçtikçe acı dolu anılar üst üste biniyor, yerini yenisi alıyordu. Acı katlanıyordu, günler hayatımızdan mutluluğu çalıyordu. Ne tuhaftı oysa dün sokakta koşarken dizlerini kanatan çocuğun, bugün insanların kalbinde yaralar açması... Ne acımasızcaydı bu hayat, insana büyüdükçe merhametsizliği öğretiyordu. Büyümek vicdanı öldürüyordu, susturuyordu.
Siyah bir acı boynuma dolandı, ipi çekti. O sırada herkes sessizdi. Kalbim üzerime çullanmıştı, hesap soruyordu. Hüznün yer edindiği kalbimde esen güz rüzgârını hissedebiliyordum, yorgundu ama kalbime esmeye devam ediyordu. Her gün biraz daha ölüyordum; babamın yanına, Nihan'ın yanına gömülüyordum ve onların katillerini bulana kadar da gömülmeyi sürdürecektim. Ben onların yanına gömülmeyi hak ediyordum; iki yıldır gözüm hiçbir şeyi görmemişti, kendi babamı bile. Acım o kadar büyüktü ki ölümlerini araştıramayacak kadar acıma gömülmüştüm, şimdi de onların yanına gömülüyordum.
İnsanlar acıdan daha tuhaftı. Babamın ölümü hakkında hissettiklerimi o gece görmüşlerdi, akıllarından geçen sözcükleri havada kapmıştım. Kelimelerin cümlelere, cümlelerin paragraflara döndüğü sırada zaman durmuştu. Hiçliğin sesini dinlemiştim. Ölümde kaybolmuştum sanki... Acı vericiydi. Konuşmak insanı öldürüyordu. Sadece son bir kez babamla konuşabilmek, yüzünü görebilmek, sarılabilmek veya veda edebilmek için her şeyi verirdim. Çünkü babalar kızlarının vedasını hak ediyordu.
Ölen bir adam arkasında bıraktıkları için ağlardı, ölü bir kadın da yaşayamadıkları her an için sevdiklerine ağlardı ama cesetler ağlamazdı, cesetler sadece susardı.
Sessizce yaslandığım mermer soğuk, tezgâh boştu. Karan yanımda öylece dikiliyordu, sanırım konuşmayı başlatmamı bekliyordu. Alttan bir bakışla boğazımı temizledim. "Biliyorsunuz," dedim, sesim beklediğimden soğuk çıkmıştı. "Babam öldürüldü ve o gece siz buradaydınız. Doğrulamak istediğim tek bir şey var, sonra özgürsünüz."
"Hazan Hanım," dedi Fatma teyze. "Bize istediğinizi sorabilirsiniz. Sizi dinliyoruz." Samimi görünüyordu. Elbette öyle görünecekti, babam onu işe almadan önce itilip kakıldığı bir evde çalışıyordu ve her günü acı içinde geçiyordu ama bir şeyler onu durduruyor, işten ayrılmıyordu. Yanımıza geldiği gün normal bulduğum bu kadının aslında çocuklarını eğitmek için çalıştığını bilmiyordum. Sonucunda bizimle yıllarını geçirmişti, kendi çocuklarını eğitmek uğruna benim çocukluğuma şahit olmuştu. Samimiyeti gerekliydi.
Yargılamak kolaydı, evet ama insanların yargılanırken yanında olmak kolay değildi. Taş atılan insanın önüne geçip kalkan görevi görmek kolay mıydı? Tabii ki de değildi. Düşene bir tekme daha atmak insanların dalga geçme şekliydi. Belki de sizin güldüğünüz şey o kadar da komik değildi. Altında yatanı bilmeden güldüğümüz, dalga geçtiğimiz onca şey... Mesela bana internet sitelerine düşmüş komik kaza videoları eğlenceli gelmezdi; trajikti, dramatikti, hatta öyle üzücüydü ki onlara gülen insanları anlamıyordum.
Aslında basitti. Yara almayan, yarası olana gülerdi.
Elimi koluma geçirerek bizi izleyen insanlara baktım, hepsinin farklı bir hikâyesi vardı ve bugün babamın hikâyesinin son gününe şahitlik eden kim varsa karşımdaydı. "O gece, en son mutfak nöbetinde kim vardı?" Sorumla birlikte hepsi afalladı, böyle bir şeyi beklemedikleri belliydi ama benim ihtiyaç duyduğum şey tam olarak buydu.
Şaşkın gözleri takip eden saniyelerin sonunda, "Nergis," dedi Ali amca. "En son Nergis vardı, Çiçek onunla yer değiştirmeye gitmişti. Zaten birkaç dakika geçmeden Çiçek'in çığlığını duyduk, sonrasını biliyorsunuz." O çığlık babamın gömülen bedenini işaret ediyordu geleceğe. O çığlık ölümün bir işaretiydi ve benden babamı çalanların geceye damgasıydı.
Tepkisiz kalarak yüzlerine baktım. "O gece babamın ölüm nedeni içkisine konulan ilaçtı, eminim. Ölüm nedeni normal bir kalp krizi değildi." Bana bakan gözlerden kaçarak gözlerimi yere sabitledim. "Babamı Nergis Karabasan öldürdü. Sizden de o gece olanları polise anlatmanızı istiyorum." Başımı kaldırmadan ekledim: "Tüm gerçekliğiyle..."
Araya giren Nazlı abla, "Hazan Hanım," dediğinde durup ona baktım. "Size söylemem gereken bir şey var."
"Söyle," dedim temkinle ama içim hiç rahat değildi.
Parmaklarını birbirine dolayıp gözlerini yere sabitledi. "O gece... Yani babanızın öldürüldüğü gece Çiçek'in arkasından eve girmiştim. Tuvalete gidip yüz temizleme ürünlerini odanıza taşıyacaktım çünkü gelmek üzereydiniz. Yolda, mutfağın orada Çiçek'le karşılaştım. Nergis abla elinde tepsiyle yukarıya çıkıyordu, Ahmet Bey yemek saatini aksatmadığından sorun etmedim ama..." Susup gözlerini yumduğunda duyduğu suçluluk gün yüzüne çıktı. Nazlı'nın korkusu ellerine yansımıştı, parmakları birbirine dolansa bile titremesine engel olamıyordu.
"Devam et," diyerek onu yüreklendirmeye çalıştım.
Yutkundu, gözlerini açıp gözlerime sabitledi. "Çiçek elime bir ilaç kutusu tutuşturdu ve zamanı gelinceye kadar bunu saklayıp size teslim etmemi istedi. Sonrası zaten malum... Nergis ablanın peşinden gitti, çığlığı da bizi sürükledi ama babanızı tam vaktinde kurtaramadık." Parmaklarını birbirinden koparıp cebinden bir şey çıkardı ve bana uzattı. "Buyurun."
Bana uzattığı şeye baktığımda gördüğüm ilaç kutusuyla kalbim tekledi. Benim yerime Karan uzanıp ilacı aldı, parmaklarının arasında çevirerek inceledi üzerinde yazanları. "Bu çok işimize yarayacak, Ahmet Yükselen'in mezarı açıldığında özellikle otopsi sonucunu etkileyebilir." İlacı avuçlarının içerisinde sabitleyerek karşımızda dikilen üçlüye baktı. "Dışarıda sizi bir polis arabası bekliyor, Çiçek Solmaz da şu sıralarda ifade veriyor olmalı. Biz sizinle gelmeyeceğiz ama lütfen, ifade verirken dikkati elden bırakmayın, her şeyi de anlatmayı unutmayın."
Onaylarcasına başlarını aşağı yukarı sallayarak mutfağın çıkışına yöneldi üçü de, perişan görünüyorlardı; yıllardır bizimle olan Ali amca ve Fatma teyzenin yüzünden düşen bin parçaydı, Nazlı abla da onlardan farksızdı. Karan'la arkalarından bakmakla yetindik, attıkları adımlar dahi acı kokuyordu. Bazen içinde bulunduğum durum o kadar anlamsız geliyordu ki buzullarla kaplı bir ağaca çıkmış, ufka bakıyormuşum hissiyatı yaratıyordu. Katiller, kurbanlar... Bunlar benim mesleğimdi ama mesleğimin neresinde aktif rol oynayacaklarını bilmiyordum. Belki de en başından itibaren bu böyleydi. Katiller kurbanlarını avlarken başlarında bekleyen kanlı kapan bizdik.
Düşünceli bir şekilde mutfak kapısına bakmaya devam ettiğimde tezgâha yasladığım elimin üstünde nazik bir el hissettim. Başımı çevirip Karan'a baktığımda rastladığım manzara dehşet vericiydi. Gözleri duvara sabitlenmiş, dalgın ifadesine bir gölge düşmüştü. İçimi acıtacak derecede hüzünlü duruyordu, sanki herhangi bir şey ters gidiyordu da benim haberim yoktu. Oysa Karan bana yalan söylemezdi, değil mi?
Yalanlar insanı tüketirdi. Bir yalan diğerinin kapısını açardı. Yalanlar insanları yaralardı. Savunmasız anımızda damarlarımıza karışır, zehirlerdi. Yalanlar insanları öldürürdü. Yağmur bulutları toplandığında yalanlar üstümüze çullanır, gerçekler başımıza uçuşurdu. Yalanlar insanları unutuluşa sürüklerdi. Yalnızlık geceleri üstümüze örtünür, yaralarımızı sarardı. Yalanlar insanları yalnızlaştırırdı.
Zamanla öğrenmiştim ki insanlar kendilerini yok ediyordu. Yalan söylerken, sır saklarken, güvensizlik yayarken kendilerini yalnızlaştırıyorlardı. İnsanların en yalın düşmanları kendileriydi ve bunun farkında olmak zordu. Yalanların arkasına sığınmak kolaydı, zaman geçip giderken esen rüzgârın getirdiği doğrular asla düşünülmezdi. İnsanlar doğruların gölgesinde, yalanların pençesinde yaşardı. Saklanan sırlar onları büyüler, körleştirirdi. İnsanlar zamanla yalanların kölesi haline gelirdi.
Annemin bu insanların arasında yer alması benim suçum değildi. Nergis Karabasan'ın kocası çocuklarının annesini neden öldürdüğünü hiçbir zaman söylemediği gibi, benim annem de gerçekleri söylememişti. Duyduğum telefon görüşmesi dışında elimde kanıt bulunmadığı zamanlarda tutturabileceğim tek şey babamın sağlık durumuydu ama artık elim daha güçlüydü.
Karan bana babamın katillerini verecekti. Arkadaşımı öldürenleri bulup adalete teslim edecekti. Adalet adı altında intikam almam umurumda bile değildi, sadece suçluların cezasını çekmesini istiyordum. Ne kadar zaman aldığı da umurumda değildi, o parmaklıklar onların cenazesi olacaktı. Adaletin demir parmaklıklarını kalplerinden geçirip onları sonsuz bir karadeliğe hapsedecektim. Adaletin elinden kaçamayacaklardı, yasalar onların boynuna geçirecekti zincirleri.
Body havladığında dikkatim dağıldı ve kapıdan içeriye giren köpeğim koşarak yanıma geldi. Dili yine dışarıdaydı, kuyruk sallıyordu. Gülümseyerek eğildim, hemen başını omuzuma yasladı.
Köpek bile olsa Body beni anlıyordu. Üzüldüğümü, hissettiklerimi... Burnu kadar iyi koku alıyordu duygu detektörü. Babam öldüğünde sedyeye yaklaşıp koklaması, havlaması, sonra da yıkılan bedenimin yanına gelmesi değerli köpeğimin gözümdeki yerine sevgi katıyordu. Body o gün ölenin babam, yıkılanın ben olduğunu biliyordu. Saniyeler dakikalara dönüşürken hıçkırıklarımın sebebini biliyordu. Body sadece babamın bir daha asla geri gelmeyeceğini bilmiyordu; bu yüzden hâlâ koltukta onun oturduğu yere yatmaz, bizi de oturtmazdı. Hayvanlar, insanlardan daha sadıktı.
Diğer omuzuma bir el dokunduğunda başımı kaldırıp Karan'a baktım. "Sizi bölmek istemem ama gitmemiz lazım," dedi özellikle Body'ye bakarak. Onun da benimle aynı şeyleri düşünüp düşünmediğini merak ettim.
Karan tuhaf biriydi, düşünceleri çok karmaşıktı. Onun Hazal'ı sevdiğine emindim ama iş yalanlar konusuna geldiğinde Hazal'a güvenmiyordu. Geçmiş ağlarını öyle bir dolamıştı ki Karan'a nefes aldırmıyordu. Zaten benim geçmişimde de sevgili konusu açıldığında koskocaman bir boşluk vardı. Nihan'ın zorla ayarladığı buluşmalar dışında erkeklerle ilgilenmezdim, kendimi hukuk okumaya adamış biri olarak sürekli ders kitaplarına gömülürdüm. Karan gibi köklü bir ilişkiye sahip değildim.
Köpeğimin başına bir öpücük kondurduktan sonra ayağa kalktım, elim çantamın kayışına gitti ve Body'ye kısa bir bakış attım. Zaman geçip giderken değişmeyen tek şey oydu, bu yüzden benim için Body herkesten daha önemliydi çünkü yanımda kalan tek kişi de oydu. Eve geldiğimde duyduğum sessizliği bölen onun havlamasıydı, gülümsememi sağlayan da koşturarak gelen köpeğimin tatlı yüzüydü. Body annemden daha büyük bir yere sahipti benim hayatımda, daha çok şey biliyordu. Oysa annemdi Lerzan Yükselen, hakkımda her şeyi bilmesi gereken kişiydi. Yoksa değil miydi?
"Gidelim," dedim hüzünlü gülümsemem dudaklarıma yerleşirken. Köpeğim üzüldüğünü belli edercesine ses çıkardığında boşta kalan elimle başını okşadım ve Karan'ı peşime takarak mutfak kapısına yöneldim. Babamın son dakikalarının yazıldığı bu noktada başlamıştı her şey, merdivenlerle devam etmişti, çok sevdiği çalışma odasında bitmişti.
Bir bina yıkılmaya kökten başlardı, bir insansa çocukluğundan. Önce bir tuğla düşerdi zemine, sonra bir başkası. Molozların altında insanların hayatları kalırdı, yaşanmışlıkları, anıları. Bir insanın geçmişi yıkılmaya başladığında molozların altında sadece yılları kalırdı. Çocukluğumun berrak anılarının aksine şu yaşadığım iki yıl sarsıntıdaydı. Sanki sadece kolonlar yerleştirilmiş, zemin çıkılmış ve merdivenler yapılmıştı. Her şey boştu, anlamsızdı. Önüme serilen şehir sessiz, ışıkları yalındı. Gökyüzü bulutlara ev sahipliği yapıyordu.
Sessizce peşimden gelen Karan'ın arkasından bizi izleyen Body üzgün görünüyordu. Belki de bunca zamandır arkamdan öyle bakıyordu, büyük gözleri gerçek hislerimi görebiliyordu. Annemin beni yalnız bıraktığını anlayabiliyordu. Sadece saniyeler öncesinde hayatımın gittiği yolu ezbere biliyordu. Güneş benim hayatımda batıyordu, sanki hep o anda kalmışım gibi... Turuncu bir kızıllık hayatımı batışa sürükleyen kancaydı. Ona takılı kalmıştım ve başa çıkamıyordum.
Evin kapısını açıp bahçeye çıktığımda Body durdu, büyük gözlerini üzerime dikerek gidişimi izledi. Karan elimi tuttuğunda kapı kapandı, Body içerde yalnız kaldı. Onsuz ben yalnızsam, bensiz de o yalnızdı. Babam gitmeden önce her şey tozpembeyken artık turuncuydu. Bizi batışa sürükleyen güneşin rengindeydi.
"Hazan," dediğinde başımı çevirip Karan'a baktım. Endişeli görünüyordu. "Karısını öldüren bir adamla yüz yüze konuşmak istediğinden emin misin?"
Gözlerim giden polis arabalarına takılırken sessizce, "Eminim," dedim. "O adamla konuşmak istiyorum."
Karan gülümseyerek beni geldiğimiz taksiye sürükledi, birlikte bindiğimizde de taksici bizi geleceğe sürükledi. Karısını öldüren bir adamla konuşmak benim için zordu çünkü Nergis Karabasan'ın sadece çocuklarını okutmak amacıyla çalıştığını biliyordum. Yanımıza geldiğinde çekingen davranan, bize sürekli kurabiye getiren kadının babamı öldürdüğüne inanamıyordum. Çiçek'in anlattıkları yalındı, sadeydi, gerçeklerden ibaretti. Nergis Karabasan babamı öldürmüştü.
Gözlerim geçip giden insanlara, arabalara kaydı. Gökyüzü bulutlanmıştı, yağmur yağacak gibi görünüyordu. Düşüncelerimi susturacak hiçbir şey yoktu, gerçekler gözlerimin önündeydi. İşlenen cinayetin sonu kaçınılmazdı, aynı zamanda suçlunun yakalanması da imkânsızdı. Nergis Karabasan çoktan ölmüştü, bedeni toprak altına girmişti. Ölü bir kadından hesap soramazdım, mezarına gidip haykırsam da cevap gelmezdi. Yakasına yapışıp babamı kimin öldürmek istediğini öğrenemezdim, kadını göndermek istediğim dört duvar arasından çekip çıkartan ölümü geçemezdim. Kocasının aldığı bir karar, onun ve çevresindeki herkesin hayatını dönüm noktasına getirmişti; Nergis Karabasan'ın girmesi gereken hapishaneye kocası girmişti, alınması gereken intikam bir insanın ellerine bulaşan kanla sonuçlanmıştı. Karan'ın da söylediği gibi, adam adaleti öldürerek sağlamıştı; kendi adaleti, gerçek adaletin önüne geçmişti.
Konuşması yeterdi, bir iki kelime bile yolumuzu aydınlatabilirdi. Çiçek bize bir yol açmıştı, elimize bir koz vermişti ve bunu harcamak istemiyordum. Hayatım boyunca elime pek çok kez fırsat geçmişti, iyi ya da kötü hiçbirini doğru düzgün değerlendirmemiştim çünkü ben, Hazan Yükselen'dim. Şimdi elime geçen adalet yoluyla gerçeği bulma fırsatı beni heyecanlandırıyordu. Adaletin yerini bulacağı düşüncesi derinlerimde kıpırdanıyordu, kocasının söyleyecekleri benim için çok önemliydi. O adam polise kendi elleriyle teslim olmuş, karısını öldürme nedenini hiç söylememişti. Yargılanırken de, "Ne ceza verirseniz razıyım, karımı ben öldürdüm," demişti. Çocuklarını yerleştirecekleri yetimhaneye gelince de annem onlara destek çıkmış, bilindik bir yere gitmelerini sağlamıştı. Adam yine tek kelime etmemişti.
Sessizliğinin bir nedeni vardı, içgüdülerim bana böyle söylüyordu. Adam karısını öldürmüştü, Nergis Karabasan babamın ölümüne sebep olduktan bir ay sonra. İçgüdülerim yanılmıyorsa bu adam davanın seyrini değiştirecek şeyler biliyordu. Annemin çocuklara yardım etmesinin pek çok sebebi olabilirdi ama adamın çocuklarına bakan kadını öldürmek için hiçbir sebebi yoktu. Aldatma, kışkırtma, cinayet, kavga... Adaletin elinde adamın cezasını hafifletebilecek hiçbir şey yoktu. Karan'ın söylediği gibi öldürerek adaleti yerine getirmiş olsa karısının yaptıklarını biliyor derdim; belki de biliyordu, öldürmesinin sebebi de oydu.
Kaşlarımı çattığımda taksi toprak yola girdi, biraz ilerledikten sonra da durdu. Etrafıma bakındım, hapishane önümde uzanıyordu. Etraf sessizdi, kapıda nöbet tutan üniformalı iki kişi dışında kimse yoktu. Karan arabadan indiğinde peşinde beni de sürükledi. Zemine ayak bastığım gibi birkaç adım atıp gökyüzüne baktım. Bulutlar buradan kasvetli görünüyordu, üstlerini kaplayan grilik korkutucuydu en az buraya kapatılmış suçlu sayısı kadar.
Karan taksiciyle bir şeyler konuşup yanıma geldi. "İçeriye girmeye hazır mısın?" Başımı çevirip yüzüne baktım, bunu defalarca kez yapmış gibi görünüyordu. Sonuçta o polisti, alışıktı suçlulara.
Benim de alışmam gerekiyordu çünkü gelecekte bir avukat olacaktım. Katillerin, suç işlemiş kişilerin gözlerinin içine bakamadan nasıl işimi yapacaktım ki?
"Evet," dedim. "Hazırım."
Eli elimi bulduğunda yavaşça girişe doğru yürümeye başladık, üniformalı iki kişi bizi gördüğü an dikleşti. Karan cebinden bir kâğıtla rozetini çıkardı ve birinin eline kâğıdı tutuşturup rozeti gösterdi. "Ben, Karan Korhan... Emniyet Müdürlüğü'nde Organize Şube'den geliyorum. Adı geçen kişiyle görüşmem lazım."
İki kişi birbirine baktıktan sonra kulübede oturan adama kâğıdı uzattı ve adam birkaç saniye kâğıtla uğraştıktan sonra kısık seste bir şeyler söyledi. Ardından, "İçeri girebilirsiniz," dedi kâğıdı Karan'ın elinden alan. Kapı açıldığında Karan kendisiyle birlikte beni de içeri sürükledi. Yanımızda bir polis gelirken her açılan kapı bir yenisini doğurdu, koridorlarda gezdik ve başka bir kapının önünde durduk.
Bize eşlik eden polis Karan'a döndü. "Komiserim, sadece on dakikanız var," dedi, adam ilerlerken kapı açıldı. Odanın içerisine bakarken karanlık gözüme çarpan ilk şeydi, ardından gelense loş ışık. Ortaya konan masanın etrafında sandalyeler vardı ve onlardan birinde oturan da katildi.
Karan'la birlikte içeri girdiğimizde adam gözlerini dikip bize baktı, o kadar soğukkanlı görünüyordu ki içim ürperdi. Buradan çıktığında muhtemelen altmışlarında olacaktı ve hayatını karartan adamın yaydığı kasvetli hava odaya yayılmıştı. Korktuğumu hissetmeme rağmen cesaretimi toplayıp bir adım atarak masaya yaklaştım, Karan da benimle birlikte hareket etti. Adamın karşısına konan iki sandalyeye yerleştik. Odanın içine yayılan loş ışık üzerimize yansıdı.
"Buraya neden geldiniz?" diye sordu adam.
Sesinin soğuk tonu tüyler ürperticiydi. "Karınız hakkında konuşmaya geldim," dedim soğukkanlı tarafımı ortaya çıkartarak. Karşımda oturan adamın bir katil olduğunu unutmamaya çalışıyordum, aksi takdirde bana bakan gözlerinin yaydığı kan kokusundan korkabilirdim; korkmadığım da söylenemezdi çünkü karısını gözünü kırpmadan öldürebilen bu adam, nedeni ne olursa olsun insanların kanlarına elini bulamaktan korkmuyordu.
Adam güldü ama o kadar boş bir gülüştü ki bu, güldüğünden emin olamadım. "Öldürdüğüm karımdan mı?" diye sordu bana doğru.
"Evet," dedim boğazımı temizleyerek, üzerime diktiği gözleri rahatsız ediciydi. "Karınız, babam Ahmet Yükselen'i öldürmekle suçlanıyor. Biz de sizin ifadenize başvurmak istiyoruz."
Adam yine güldü. "Sonunda Nergis'in yaptığı pislik ortaya çıktı mı?" Kanımın donduğunu hissettim. "Güzel... Çünkü onu tam da bu yüzden öldürmüştüm." Gözlerim kırpışırken adam yavaşça öne eğildi, kelepçeli elleri masaya değdiğinde demirin tahtaya çarpmasıyla odada hafif bir tını yankılandı. "Gidip girişi yasaklanmış evimize bakarsanız eminim ona verilen çeki bulursunuz. Başka sorunuz?" İkimizden de ses çıkmadığında adam soğuk gülümsemesiyle birlikte kalktı ve kelepçeli ellerini tamamen gözler önüne serdi. O adam gerçek bir katildi, tıpkı karısı gibi...
"Bekleyin," dedim aniden. Adam durup bana baktı. "Son bir sorum daha var."
Adam usulca yerine oturdu, sandalyede yayılarak gözlerimin içine baktı. "Nedir?"
Derin bir nefes alarak parmaklarımın birbiriyle oynamasına izin verdim. "Karınızın bunu yaptığını nasıl öğrendiniz?" Korkuyordum ama korkum düşüncelerimin önüne geçemiyordu; eğer karısını konuşurken duyduysa ya da başka bir şekilde öğrendiyse ayrıntılarına kadar bilmem gerekiyordu.
"Gördüm," dedi adam gözlerini gözlerimden çekmeden. "Duydum. Bir adamla konuşuyordu, işi hallettiğini ve artık parasını alması gerektiğini söylüyordu. Yanıma geldiğinde ne işi diye sordum, heyecanla anlattı babanı nasıl öldürdüğünü. Ben de onu kestim. Başka sorunuz?"
"Yok," dedim hızla. Adamın soğukkanlılığı beni tekrar korkutmuştu, anlatış şeklinde duraksama bile yoktu, hele gözlerinde pişmanlığın kırıntısını dahi göremiyordum. Tehlikeliydi.
Karan ilk kez konuşarak adama döndü. "Buraya birkaç polis göndereceğim, lütfen onlara her şeyi anlatın. Özellikle karınızın görüştüğü adam çok önemli..." Ayağa kalktığında beni de peşinde sürükledi; adam hâlâ oturuyordu, dikkatli bakışları bizi inceliyordu.
Gözleri Karan'ı bulduğunda başını salladı. "Size istediğinizi vereceğim," dedi ayağa kalkarken. Odanın bir köşesinde onu bekleyen ve benim yeni fark ettiğim polis yanımıza gelerek kolundan tuttu, adam son olarak gözlerini bana çevirdi. Orada gördüğüm vahşi kıpırtılar tüyler ürperticiydi, bir katilin gözleriydi.
Karan yeniden elimi tutup beni sürüklediğinde her şey bulanıklaştı. Gördüğüm gözlerde merhamet kırıntısı yoktu, sanki adam insanlığıyla birlikte ruhunu da katletmişti. Kendisini karısıyla birlikte katliama sürüklemişti, o bina onların üzerine yıkılmıştı. Zaman onları yutmuştu, karanlık üzerlerine çökmüştü.
Hayatları mahvedilen insanları gördüğümde tek düşüncem, biri onları kurtarabilirdi, oluyordu ama o birileri hiçbir zaman gelmemişti. İnsanların hayatı pamuk ipliğine bağlıysa elbet bir gün bitecekti ama düğümlenmiş bir ipliğin çözülmesi insanın ömrünü alırdı. Benim hayatımdaki düğümü önce babamın ölümü, sonra da arkadaşımın geçirdiği kaza atmıştı. O düğüm büyüyüp karşıma çıktığında çaresiz kalmıştım ve umutlarım düğümün ucundan sarkmıştı.
Karan Korhan, benim düğümlerimin çözücüsüydü. Onun sayesinde attığım adımlarla ilerleyebilmiştim. Onun sayesinde gerçeklere yavaş ama temkinli bir şekilde yaklaşabiliyordum. Sayısız anı, onunla geçirdiğim zamanlara değişebilirdim. Bana elini uzatan bu adama sımsıkı sarılabilirdim ama bir şey engel oluyordu ona sarılmama. O da Karan'ın Hazal'a hissettiği duygulardı. Onlara ihanet etmiş gibi hissetmesini istemiyordum.
Benimle birlikte dışarıya adım attığında elini elimden ayırdım, bu hareketim Karan'ın dikkatinden kaçmamıştı. Taksinin hâlâ gitmediğini, yanına bir taksinin daha geldiğini gördüğümde yarı yolu tamamlamıştık. Aniden durdum, Karan da adımlarımı takiben duraksamıştı. Ona döndüğümde, onun da bana bakması damarlarımda akan kanı hızlandırmıştı.
"Karan," dedim imalı bir şekilde.
İç geçirerek bana doğru bir adım attığında gerildim. "Evine git, küçük avukat. Ben seni sonra arayacağım."
"Olmaz!" dediğimde kaşları çatıldı. "Nereye gidiyorsan beni de götür. Polis Merkezi bile olsa fark etmez, babamın dosyasıyla ilgileneceğini biliyorum. Hiçbir şey kaçıramam, anlıyor musun?" Sadece bir bahaneydi; Karan'ın yanında kalmak için, belki de ondan uzaklaşmamak için.
Ben Hazal değildim belki ama Karan'ın gözünde değerli birisi olmak istiyordum. Hayatıma giren, hayatına girdiğim bu adam için bir davanın kurbanından fazlası haline gelmek istiyordum. Hakkında bilgi edinmek, belki de onu tanımak istiyordum ama yanımda olmasını her şeyden fazla istiyordum. Nedeni önemli değildi, benimle kalması bile yeterdi. Elini tutmasam da, Hazal gibi kalbinin en özel köşesinde olmasam da yol ayrımına geldiğimizde beni unutmamasını istiyordum. Karan'ın gözünde en azından bir arkadaş olmak istiyordum.
Gülümseyerek elimi tuttuğunda zaten tavan yapan gerginliğim iyice arttı. "Yaşadığın bu şeyden sonra korkman doğal, Hazan... Herkes bir katille ilk karşılaşmasında aynı şeyleri hisseder, merak etme." Dudaklarımı büzerek yüzüne baktım, beni yanlış anlamıştı. Korku başa çıkabileceğim bir şeydi ve ben ilk defa bir katille karşılaşmamıştım, bir katille yıllardır aynı evde yaşamıştım. Ağlama isteği içimde baskın gelirken sustum. Şimdi de Karan beni anlamıyordu.
Derin bir nefes aldığımda, "Sadece," diyerek durumu toparlamaya çalıştım, bunu neden yaptığımı bile bilmiyordum. "Öğrendiklerimizden sonra atılacak her adımı bilmek istiyorum." Yarı yarıya doğruydu, adamın verdiği bilgiler doğrultusunda Karan yeni kararlar alacaktı ve bilmek en doğal hakkımdı.
Gözlerini kısarak yüzümü incelediğinde kalbimi hissetmedim, heyecanlanmaktan kendimi alıkoyamıyordum ve sonunu da hiç iyi görmüyordum. Gülümsemesini yüzünden silmeden diğer elini saçlarımın arasından geçirdi. "Şimdi Hakan Karabasan'ın ifadesi alınacak, evlerini aramak için izin çıkartılacak. Aynı zamanda çeki veren kişinin peşine düşeceğiz ve babanın cesedine otopsi yapılması için bir izin daha çıkacak. Tamam mı, küçük avukat? Tatmin oldun mu?"
Başımı dağlara taşlara vurmalı mıydım? Neden beni anlamıyordu? Yanımda kalmasına ihtiyacım vardı. Mesleğinden dolayı beni anlamasını bekliyordum ama bu sefer de o beni anlamıyordu ancak normalde benim onu anlamamam gerekiyordu.
Başımı bir yerlere vurma isteğiyle dolup taşarken, "Anladım," dedim. "Böylece Çiçek'in söylediklerini haksız çıkartacak hiçbir şey kalmadı. Annem cinayeti ört bas etmeye çalışsa bile başaramayacak." Robotumsu çıkan sesimle Karan güldü ve elimi tutan elini çekip yukarılara çıkardı. Başımın diğer tarafından da tuttuğunda gözlerimi kaldırıp gözlerine baktım. Oraya kolayca bir dünyayı sığdırabilirdim.
Bana yaklaşmaya başladığında tedirginlikle geri çekilmeye çalıştım ama tek yaptığı alnını alnıma yaslamak oldu. Nazik hareketi karşısında şaşkına dönmüştüm. "Annenin yaptıkları seni üzüyor, biliyorum ama elinden geleni yapmalısın, küçük avukat."
Elimden gelen buydu, daha fazlası yoktu.
"Karan..." dediğimde sözümü kesti.
Elleri saçlarımdan yanaklarıma inmişti. "Hiçbir şey olmayacak, güven bana. Ne annen, ne de bir başkası davayı kazanmamızı engelleyemeyecek." Sorun dava değildi, sorun oydu. Yanağımı okşadığında içimin gittiğini hissettim. "Söz veriyorum, Hazan. Bu davayı da, arkadaşının davasını da kazanacaksın."
"Ama..." dediğimde yine beni susturdu.
"Ama falan yok, küçük avukat." Alnını alnımdan çekip yüzüme baktığında nazik bir gülümseme yüzüne yerleşti. "Şimdi sen bana söz ver, benden habersiz hiçbir şey yapmayacaksın. Kendini tehlikeye atmayacaksın."
"Söz veriyorum," dediğimde gülümsedi.
Elleri yanaklarımdan kopup giderken bir şeylerin değiştiğini hissetmiştim. Bugün neredeyse hiç konuşmamıştı, sadece gereken yerlerde sözünü söyleyip susmuştu. Sanki Karan'ın eğlenceli tarafı sessizliğe gömülmüştü de benim haberim yoktu. Onda farklı bir şeyler vardı, başka bir şeyler... Karan'ın üstüne sürülmüş hüznün tonu kapkaranlıktı.
İnsanların güneş gibi doğmalarını sağlayan yaşamken, ölüm onları batışa sürüklüyordu. Adım adım benden uzaklaşan Karan Korhan'ın hayatında da bazı şeyler batışa sürüklenmişti ve ardında koyu bir kızıllık bırakmıştı. Bulutlara dahi sıçramayan bu kızıllık sonbaharın topraklarına kan şeklinde düşmüştü. Yağmur yerine kan yağmıştı. Hüznün rengi değişmiş, karanlığa bulanmıştı. Aşkı gölgelemişti, Karan Korhan'ın arkasına sığınmıştı. Önden vuran güneş bile artık yeterince aydınlatamıyordu Karan'ı. Gözlerinin karasına bir perde çekilmiş, koyu kahve gözleri kendini aydınlıktan soyutlamıştı.
Karan'ın gözlerine gece karası düşüren, içinden bir parçayı öldüren Hazal Tan'dı. Doğum gününü geride bıraktığımızdan beri Karan'da her şey değişime uğramıştı. Sanki Ay'ın aydınlattığı gökyüzünden yıldızları kaybetmişti, irislerini acı kaplamıştı. Hüzün boyut atladığında ona acı derlerdi. Acı insanın içini kemirir, duygu kırıntılarından beslenirdi. İnsanı duygusuzluğa mahkûm kılardı. Acının bile başa çıkamadığı evrede hissizlik devreye girer, insanı çürümeye bırakırdı.
Sonbahar sessizliğin kendisiydi.
Dökülen yaprakların kokusu etrafa yayılırken esen rüzgârın sesi hüzünlere eşlik ederdi.
Sonbaharın şarkısı yaprak hışırdamalarıydı, esen rüzgârın ninnisiydi.
Düşen yağmur damlalarının sesleri sonbaharın ölüm şarkısıydı; son bestesi, son nakaratıydı.
Kan, yapraktan damladığında sonbahar susacaktı. Yerini sessizliğe ve ölüme bırakacaktı. Sonbahar sürüklenen yaprakları anlatacaktı, ölüm ninnileri olacaktı.