Son Titanik Timi

By JuliaConvert

298 54 85

Bir çöküşün sebebi ne olabilir? Bozuk bir sistem? Sağlam bir deprem? Aptal ana karakterler? Yetersiz temeller... More

Ben Jul!
*
Parazit Alarmı!
Akıl Almaz Bir Kitap
Ağaçlar ve Arolar
Mitolojiden Oyuklara
Maysya Tepesi
Asil Mavi
Kaya
Hayvanlara Bir Yürüyüş
Varış
İskenderiye
Cevher Çiçeği
Meregrot
Son Titanik Timi
KÜÇÜK KAPTAN
Veda

Düşmanlar Tarlası

7 2 0
By JuliaConvert

9.

Düşmanlar Tarlası

Asya sert bir yüzeye çakıldığında işin sonunda şu turuncu sıvının içinde boğulmayacağından şüphelenmeye başlamıştı.

"Kalçam kırıldı galiba," diye inledi. Etrafında diğerlerinin de olduğunu umuyordu. Fakat gözlerini açtığında yanıldığını anladı. Kimse yoktu. Yapayalnızdı.

"Arka arkaya iki sınama mı?" diye kendi kendiyle konuşmaya başladı. "Şimdi karşıma ne çıkacak?" Biraz önce gördükleri ve yaşadıklarının etkisinden henüz çıkamamıştı bile. Ne geleceğini bilmiyor oluşu ise şu anki ruhali üzerinde daha kötü etkiler bırakıyordu. Fakat bu durum uzun sürmedi.

Karşısında birileri belirmeye başladıktan saniyeler sonra bu kişinin kim olduğunu anlar anlamaz küfretti. Ablası da nereden çıkmıştı?

Asya çoktan verilmiş bir mağlubiyetle Çiçek'e baktı. Özenle örülmüş saçları, bakımlı yüzü ve incecik bedeniyle her zamanki gibi mükemmel görünüyordu. O zaten ailenin hep en iyisi olmuştu. Ondan iki yaş daha büyük ablası da harikaydı tabi...

Aslında olay biraz ilginçti. Asya bal gibi biliyordu ki eğer en büyük ablası Aslı bu kadar başarılı olmasaydı Çiçek kesinlikle ailenin 'biriciği' olmazdı. Hoş, kimse ona biricik demiyordu ama aile dışındaki insanlar onu en iyi kardeş olarak anıyordu. Güzel, zeki, başarılı, kendinden emin ve kesinlikle etkileyici kardeş. Asya'ya göre Aslı kesinlikle ondan daha iyiydi. Çiçek'de Aslı'daki bilgelik yoktu. Çiçek kibirli, hırslı, kendini sürekli birileriyle yarıştırıp en iyi olmak için çabalayan iğrenç bir insandı. Bu iğrenç insan ne yazık ki onun ablasıydı.

Kendisine gelince.... O ailenin zayıf halkasıydı. Neşe ailesi koyun saygın sayılabilecek ailelerindendi. Çocukları her zaman saygılı, ağır başlı, nazik ve cana yakın olurdu. Gelecekte koyun önemli mevkilerine kadar yükselirler, koy tarafından sevilirlerdi. Nisa bunu korkunç şekilde bozuyordu. Her şeyden önce ağır başlı değildi. Rahatsız olduğunda bunu olduğu gibi dile getirmekten çekinmez, bir teklif hoşuna gittiğinde bunu sırf nezaket olsun diye geri çevirmezdi. Hissettiği gibi hareket eder, görünüşüne de çok dikkat etmezdi. Çiçek her zaman onunla bu yüzden dalga geçerdi. Şimdi ise hiç olmasını istemediği bir yerde, tam karşısında, suratına yapıştırdığı ifadesinden kibir akan bir gülümsemeyle ona bakıyordu.

"Hiçbir şeyi başaramayacaksın ve bunu en az benim kadar iyi bildiğini biliyorum," dedi Çiçek, Asya'yla konuşurken kullandığı o zehirli ses tonuyla. Bunu bir tek Asya'ya yapıyordu. Bu ses tonu, asla silmediği şu gülümseme ile birlikte sadece ona özeldi.

"Başarı kavramı özneldir," demekle yetindi sadece.

"Kendini avutmasan ve gerçeklerle yüzleşsen şaşarım zaten."

"Kendine normal boyutunu gösteren bir aynadan baksan inan bana, ben senden daha çok şaşıracağım," dedi Asya alaycı bir tonla sıkıldığını belirterek. Ablası burnunu kırıştırınca sözlerine devam etti,

"Kendini başka biriyle karşılaştırmaya gerek duymadan görebilecek zekaya bile sahip değilken burnunu Kaf dağına kaldırmaya çalışman gerçekten başlı başına trajikomik bir film gibi bu arada."

Asya bunları hiçbir zaman kardeşine söylememişti. Hiçbir zaman ona saldırmamıştı. Fakat artık dayanamıyordu. Kendini bildi bileli ablası böyleydi; kibirli, hırslı ve bencil.

"Sen öyle bile kendini göremiyorsun ki kardeşim," dedi Çiçek. Görünüşe göre Asya'nın söylediklerine biraz olsun bozulduysa da belli etmiyordu. "Bu güne kadar ailemizi hep istemedikleri durumlara soktun, ne yaptığına dönüp baktıysan bile kendini görememiş olacaksın ki hala devam ediyorsun. Burada ne işin var şimdi? Kurul sırasında görev yerini terk mi ettin bu sefer de?"

"Sen de benimle birlikte buradasın," dedi Asya sinirle. "Beni yargılama hakkını kim sana veriyor? Ailemi ne zaman zor duruma soktum? Nerede olduğum ya da ne yaptığım neden seni ilgilendirsin? Bir kere olsun beni merak edip benim için endişelendin mi ki?"

Asya sinirle ardı ardına sorular sıralarken ablası kılını dahi oynatmıyordu. "Çok duygusalsın," demekle yetindi sadece.

"Sana ne ki?" diye hiddetle bağırdı Asya.

"Bu yüzden asla mükemmel olmayacaksın. Sıradan biri olarak kalacaksın. Gerçek başarıyı asla ama asla tadamayacaksın."

"Başarı kavramı tamamen özneldir," diye yineledi Asya.

"Ve hep bir dairede kendini tekrar etmekten öteye geçemeyeceksin."

"Sen niye buradasın ki?" diye sordu Asya hırlarcasına. Fakat Çiçek cevap vermedi. Hiçbir sorusunu yanıtlamıyordu. Ablası yeniden saldırıya geçti.

"Hiçbir zaman yeni bir kardeş istememiştim, biliyor musun?" dedi alayla. "Aslı yeterli bir rakipti, yeni bir rakip istemiyordum. Ama sonra ne oldu? Sen!" Sonra devasa bir kahkaha atıp ekledi, "Adeta hata ve eksiklerinle beni yüceltiyordun!"

Asya'nın gözleri dolmaya başladı. Anlamıyordu. Ablası nasıl burada olabilirdi? "Neden buradasın?" diye sordu tekrar.

Çiçek ise konuşmaya devam etti, "Korkunç derecede hayalciydin, duygu yüklüydün, koştuğun tek şey kitaplar ve sanattı, belirgin hiçbir şeyin yoktu, ne yapacağı belirsiz, ele avuca sığmayan bir kardeş nasıl bir gölge teşkil edebilirdi ki?"

Ablası daha önce hiç bu kadar açık bir şekilde kendini ifade etmemişti. Sanki Asya'nın boğazına bir bıçak dayamıştı ve her an onu öldürmek için hazırlanıyordu. Asya neredeyse bunun verdiği acıyı hissediyordu.

Ama ölmüyordu ve ölmeyecekti. Ablasının ona bunu yapmasına ilk önce kendisine duyduğu saygı izin vermezdi.

"Duygu insanın varlığına ait olan ve böyle olmaya devam edecek, insan kadar kadim bir özellik, ayrıcalıktır. Onu bir insan olarak kendinden ayırman zaten imkansızdır," diye başladı Asya.

"Senin gibi kendini duygularından arındırdığını zanneden insanlar asıl tıpkıbasım olanlardır. Başarı için yapması gereken günlük karar seçeneklerini azalttığınızı zannederek o gün hangi oyuncakla oynayacağınıza saatlerce karar vermeye çalışıyorsunuz. Duygularını arındırarak ne kazanıyorsun?" diye sordu Asya bir cevap almayacağını bilerek. Sadece kendini ve kendisini meydana getiren düşüncelerini savunmaya odaklanmıştı.

"Düşman dediğin insanların seçimlerini mi azaltıyorsun? Şey, bu sanırım düşmanının yapacaklarından korktuğun anlamına geliyor.

Hayatındaki insan sayısını mı azaltıyorsun? Sana katkısı olabilecek insanları geri mi püskürtüyorsun? Her şeyden önce kendini yalnız bırakacak kadar aptal olman ne kadar sağlıklı ki?

Duygularının düşüncelerini zehirlemesinden mi endişeleniyorsun? Bunun gerçekleştiği tek yer zaten bu endişe ile hareket etmek olur ki aslında yaptığın şey duygularını sonsuza kadar bastırmaya çalışmak ve buna inanmaktır. Diğer bir deyişle geleceğe felaketi çağırırsın.

Görüyorsun ya ablacığım. İnsanın doğasına ait olan bir şeyi koparmak kendisine korkunç zararlara uğratacak saçma bir harekettir." Asya konuşmasına nefes almak için ara verirken daha büyük bir etki yaratmak için kollarını iki yana açmıştı. Bu sırada Çiçek'in konuşmadığını ve yavaşça saydamlaştığını gördü. Bunun ne olduğunu bilmese de aldığı cesaretle daha özgüvenli konuşmaya başladı tekrar.

"Duygularımla yaşıyorum. Ve bu beni özgür biri kılıyor," dedi Asya. Ardından derin bir nefes aldı ve yumuşak bir sesle konuşmaya başladı, "Duygularımı saklamadıkça düşüncelerimi de saklamaya gerek duymuyorum. Kimsenin bunlar için beni suçlamaya hakkı olmadığını biliyorum. Duygu ve düşüncelerimi belirttiğim için kafamda gereksiz kelimeler yok ve böylece sevgili koyumun sokaklarında tüy kadar hafif yürüyebiliyorum. Tüy kadar hafif şeylerin durağan olduğunu sen hiç gördün mü? Buna rağmen her rüzgarda hareketleniyor olmam her rüzgarda zarara uğradığım anlamına gelmez, aslında üzerinde düşünürsen tüyler o kadar da kolay kırılmaz zaten. Bir şeyi kırılgan yapan sertliktir, esnek olan şeyleri kıramazsın."

Asya Çiçek'in iyice saydamlaşıp yokluğa karışmasını izledi.

Sonra yine anlamadığı bir biçimde rahatlayarak etrafına baktı. Düşmanı ile olan karşılaşmasında başarılı olmuştu ve artık her şeyi olduğu gibi görüyordu. Kendi hizasında altı kişi ve arkasında da aynı hizada yedi kişi vardı. Bazıları hala savaşıyordu, bazılarıysa onun gibi etrafı izliyor ya da bekliyordu. Az önce soğukluğunu hissettiği sert ve pürüzsüz yer artık yumuşak, kahverengi bir topraktı. Sonra gözleri yanında oturan Naveen'e kaydı. Kendisinin olduğu yerde sadece toprak varken neden yanında oturan Naveen'in olduğu yerde çiçekler açtığını ve çimenlerim çıktığını sordu kendine. Esmer çocuk bu duruma dair hiçbir farkındalık belirtisi göstermezken gözlerini kapamış öylece çiçeklerin arasında uzanıyordu.

Görünüşe bakılırsa Daisuke de aynı şeyi merak ediyordu. Bir Naveen'e bir kendisinin olduğu yere bakıyor, sonra diğerlerinde de aynı şeyin olup olmadığına bakıyordu ama görünürde başka yerde bitki yoktu. O da Asya gibi bu işe anlam veremedi ve aklına bir fikir gelene kadar başka bir şeyle ilgilenmeye karar verdi.

Maksi toprağın, içinde sıcak bir his uyandırdığını hissetti. Nemliydi ama sanki saatlerce güneşin altında beklemiş gibi sıcacıktı. İçinde ayaklanan dürtüye karşı çıkamadan toprağı iki eliyle birden avuçlarına doldurdu.

Toprak umut gibi bir şeydi. Koyda tarımla ilgilenen kimse yoktu ama Maksimillian bunu biliyordu. Toprak tıpkı bir anne gibi yaşam doğuruyordu. Doğurduğu çocuklar yine kendi üstünde yaşayan evlatlarının hayatta kalmasını sağlıyor, suya ev oluyordu. Toprağın altındaki tabakalar aklına geldi. Toprak kadar kim ateş gibi öfkeli ve hareketli birini zapt edebilirdi?

Maksi bunları düşünürken aynı zamanda da biliyordu ki koyun dibindeki ormana rağmen hayatında bu güne kadar hiç toprağa eli değmemişti. O Honovi değildi. Maksi içten içe zaten koyu olan teninin güneşte kavrulunca iyice yüzünü kararttığı kıza gıpta ediyordu. O kadar özgürdü ki aslında! Doğayı yaşamıştı, onu hissetmişti. Bu, Maksi'ye inanılmaz bir hediye gibi geliyordu. Honovi'nin belki bir sürü tanrısı vardı ama hiçbirinin adı teknoloji değildi.

Gözleri istemsizce Honovi'ye kaydı. Kızın karşısındaki kişiyi göremiyordu ama Honovi'nin ona bir şeyler anlattığı kesindi. Birkaç kelime daha konuştuktan sonra sanki karşısındaki bir şey yok oluyormuş gibi önüne şaşkınlıkla baktıktan biraz sonra kendini toprağa attı. Upuzun ve incecik örgülerinin arasından yabani otlar çıkmaya başlamıştı.

Zihinsel bir dünyanın giriş kapılarında olduklarını biliyordu. Bu yüzden Maksimillian kaşlarını çattı. Ellerindeki toprağa baktı. Belki de toprakta bir şeylerin olmasını hayal etmeliydi. Topraktan bir şeyler beklemeliydi. Çünkü Maksi'nin aklına Honovi'nin saniyeler içinde yapabileceği başka bir şey gelmiyordu.

Bu yüzden nedenini bilmese de bir buğday tarlasının içinde olmayı diledi. Evet, başarmıştı! Topraktan minik filizler yeşermeye başlamıştı.

"Ha bu arada, sırf size özel olarak haftaya saçımı sarıya boyatacağım!" dedi Adras karşısındaki esmer yüzüne aldırmadan saçlarını platine boyatmış okul müdiresine sırıtarak. Saçma da ne demekti yahu? Saçını bu güne kadar hiç rastgele bir renge bile boyamamıştı! En son saçlarını deniz sezonu açılıyor diye mavi yapmıştı ki suyun ısınması onun için tam bayramlık olaydı. Müdire de geçmiş karşısına diğer gençlere kötü örnek oluyorsun diye zırvalıyordu. Halbuki beyaz kirpikleri ve renkten yoksun benziyle zamanında en çok dalga geçen kişiler kendi kızı ve oğlu olmuştu.

Sonra etrafındaki değişimi fark etti. Ayaklarının altındaki toprağı görmesiyle ayakkabılarını çıkarttı ve yere uzandı. Ah, şimdi tepede bir güneş hiç de fena olmazdı!

Adras'ın bu düşünceleriyle birden tepesinden parlak bir ışık vurdu. Bu kadar şiddetli olmasa daha iyi olurdu, diye düşündü. Işık kaynağı ise ona itaat etti.

'Ne oluyor?' diye düşündü sonra. Aslında o kadar rahattı ki bu pek umrunda değildi. Ne de olsa burada her şey oluyordu. Hayatında gördüğü en gıcık insanlar, vahşi hayvanlarla uğraşmış ve en büyük korkularından oluşan bir kabus geçidiyle bile baş başa kalmıştı. Ama yine de merak etti. "Acaba pizza istesem gelir mi?" diye mırıldandı. Denemekten zarar gelmeyeceğine karar verince büyük boy bir pizza diledi. Daha şimdiden ağzı sulanmıştı. Birkaç saniye sonra pizza da karşısındaydı. Adras mutluluktan havalar uçtu ve önündeki pizzayı hapur hupur yerken yanına da kola istedi. Buz gibi kola boğazından geçerken bu işe bayılmıştı.

Tam da sağında olan Kanji ise Adras'a şaşkınlık içinde bakıyordu. 'Ben de pizza istiyorum!' diye geçirdi içinden. Ama bana niye yok şimdi?

Üzgün bir tavırla kollarını birbirine doladı ve yere bağdaş kurdu.

Adras pizzayı nereden bulmuştu? O kadar büyük bir kutuyu ta buraya kadar saklamış olamazdı. Daha az önce karşısındaki beyazı pataklamıştı. Aslında tam olarak düşman sayılmazlardı çünkü Kanji kimseden nefret etmiyordu. Fakat oldukça kırgındı. Kanji bu konuda kendini hiç yer almadığı geçmişinden yaralı hissediyordu, sanki bir kanadı kırıktı.

Az önce olanların tekrar aklına akın etmesiyle omuzları düştü. Bugün artık kendisi de tam olarak Aborjin değildi. Aslında Avustralya'yı da hiç görmemişti. Başını hissettiği acıyı savuşturmak umuduyla salladı Kanji. Babasının kuzenleri ancak son on, on beş yıldır İngiltere sokaklarında özgür olarak dolanabiliyorlardı. Yaşam kaliteleri de elbette çok harika sayılmazdı.

Kanji'nin coğrafyaya olan ilgisi bu yüzdendi aslında. Ailesinin izini sürmek istiyordu. Bildiği tek şey büyük babasının ve büyük annesinin bir şekilde burada hayatta kalmayı ve azad olmayı başarmasıydı. Ondan öncesi kayıptı. Nedenini bilmek istiyordu.

Nereden belirdiğini kavrayamadığı bir sopa ile yere bir şeyler çizmeye başladı. Bunlar büyük annesi ve büyük babasının ölmeden önce ona öğrettiği şekillerdi.

Biraz uğraştıktan sonra Küçük bir kutlama meydanı için gerekenleri çizmişti. Güneş ensesini yakıyordu. Kültürel kıyafetlerini ve vücudunu boyayacak renkli boyaları istedi. Kıyafetten çok boya giyim için kullanılıyordu. Sadece altında kanguru derisinden bir parça olmalıydı. Güneşten kapkara olmalıydı teni. Bunlar içinden geçerken istediği her şeyin gerçekleşeceğini bir şekilde biliyordu. Sadece inanç ve yeterli bilgi gerekiyordu.

Sevinç gözyaşlarıyla hayatında ilk defa gördüğü o boyalarla dolu kutulara daldırdığı parmaklarını fotoğraflarda gördüğü gibi yüzüne ve artık çıplak ve kararmış omuzlarına, kollarına, gövdesine sürdü. Boyayla işi bittikten sonra kirli ellerini yemyeşil çimenlere sürerek temizledi. Eskiden ailesinin bulunduğu kabileyi biliyordu. Dilini öğrenmek için okula geç başlamıştı. Ailesi ise buna karşı çıkamamıştı. Şimdi ne yapacağını biliyordu, mutluluk töreni yapacaktı.

Zamanla herkes bir bir farklı yollarla zihinlerinin gücüyle tanıştı. Kimse ne kadar zaman geçtiğini bilmiyordu. Danish bile hayatta en sevdiği eşyası olan saatini çok önceden sabah giydiği kıyafetleri ile birlikte yitirmiş olmasına rağmen hayvanlar salona girdiğinde henüz bu eksikliği hissetmemişti.

Aslında Veniso kükreyerek çocukları yerlerinden zıplatana kadar kimse Aroları fark etmemişti. Herkes yarattıkları son derece gerçekçi halisülasyonlarla oldukça meşguldü. Danish sırıtarak kaplanın sesinin geldiği yöne çevirdi bakışlarını.

"Buradan formda olduğunu mu çıkarmalıyım?" diye sordu Danish beyaz kaplana. Kaplan on altı yaşındaki çocuğa doğru ilerlerken bir kez daha kükredi.

"Parktayken canım sıkıldığında insanlarla dalga geçmek için yapardım. İstediğin şekilde algılayabilirsin," diye yanıtladı Veniso boğuk sesiyle. Danish diğerlerinin onu nasıl duyduğunu bilmiyordu.

"Artık İskenderiye'ye gitmeniz gerekiyor," dedi Veniso. "Hiçbiriniz ölmediğinize göre hepinizin yeterince güçlü iradesi, kıvrak zekası ve kendisine inancı var."

Danish bir an boğazımın kurulduğunu hissetti. Olayların gerçekten bu kadar ciddi olduğunu düşünmemişti. Diğerleri de düşünmemişti. Bunu sadece bir uyarı olarak görmüşlerdi. "Cidden ölecek miydik?" dedib sonunda.

"Sizi neyin hayatta tuttuğunu zannediyorsunuz ki?"

"Ben... "

"Haydi toplanın!" diye bir ses geldi ön sıralardan. Danish ne söyleyeceğini zaten bilemediği için rahatlamıştı. Veniso ile tekrar konuşmaya gerek duymadan Maksimillian'a doğru ilerlediler. Çocuk ne yapacağını biliyor, diye düşündü Danish. İnsanları yönlendirme konusunda gerçekten boyundan büyük işleri başarıyordu.

Platin sarısı saçlarıyla herkesi çıkışa davet eden Maksimillian daha sonra tekrar oturup ülkeye gitmeden önce son bir kez topluca konuşmayı teklif etti. Aslında birçoğu aynı fikirdeydi.

"İskenderiye'de neyle karşılaşacağız?" diye ortaya sordu Yancy.

"Aslında şu an olanlara dair tam anlamıyla elimizde bilgi yok," diye önerdi Anippe. "Tüm bunları özel olarak oturup değerlendirmemiz gerektiğini düşünüyorum ki bunun için ne burası uygun bir yer ne de şu an uygun bir zaman."

"Haklı," diye ona katıldı Adalia. "Bence eve döndüğümüzde hepsinin üzerinden geçmek ve tartışmak üzere bu macera ile ilgili hafızalarımıza olabildiğince şey biriktirmeliyiz."

"Önümüzdeki şeyin tamamen belirsiz olması beni rahatsız ediyor," diye düşüncesini dile getirdi Danish.

"Beni de," dedi Nisa. Daisuke ve Efsa da onaylarcasına mırıldandılar.

"Fakat yolculuğun başından beri zaten önümüzdeki hiçbir şey görünür değildi ki," dedi Adras.

"Fakat bu sefer önümüzde bir yerleşim birimi var," dedi Yancy. "İnsanlar daha ölümcül ve tehlikeli gözüküyor, anlatabiliyor muyum?"

"Yine de yapabileceğimiz bir şey yok," dedi Adras. "Ya ilerleyeceğiz ya da.... Max ilerlemezsek ne olur?"

Kurt bir süre Adras'a baktı. Max cevap vermiyordu. Ortalık rahatsız edici bir sessizliğe gömüldü. Birkaç dakika sonra Pan umutla İskenderiye'ye geçen kapıya yöneldi ve eşikte beklemeye başladı. Heyecanlı değildi, tek bir kası dahi hareket etmiyordu. Efsa Pan'ın hiç bu kadar sakin ve ciddi olduğunu görmemişti. Buna rağmen Efsa korkmuyordu.

Pan'ın ardından Iris, Eko ve diğerleri de kapıya dizildiler.

"Ne yapacağız?" dedi Mei. "Şu ana kadar hep beraber ilerledik."

"Yani? " diye sordu Adalia. "Geri dönmek isteyenlere engel mi olacağız ya da gitmek isteyenleri geri mi çekeceğiz?"

"Bence ilk önce sakinleşmeliyiz." diye ortamı yumuşatmaya çalıştı Honovi. Sonra da oradan buradan kelebekler ve devasa odanın tavanında bir güneş belirdi. Düşünmeden ilerlesek olmaz mıydı sanki? diye geçirdi içinden.

Bir süre Nisa'nın yaptığı çimlerin arasında uzandılar. Aslında aradaki gerginlik olmasaydı ortam oldukça sakin ve huzurlu bir yer sayılırdı. Ne var ki endişe bütün atmosferi kalın bir battaniye gibi sarmıştı. Kimse kimse ile iletişim kurmuyordu. Çoğunun kaşları çatıktı ve sinirleri bozulmuştu. Nefes alış verişlerinin sesleri duvarlara çarparak yansıyor, ortama oldukça ironik bir hava katıyordu.

En sonunda Naveen yerinden kalktı. Sabah sahile gelirken giydiği haki şortu ve siyah tişörtü tekrar üzerine gelmişti. Esmer teni her zamanki gibi hemen yanmaya başlamıştı. İlk önce güneşte biraz daha açılmış olan kahverengi saçlarına ellerini daldırdı ve ardından incecik dudaklarını yaladı. Gri gözlerinde hüzün vardı. Herkese en gür sesiyle seslendi, "Eğer bu tereddüdü içimizde yaşıyorsak gittiğimiz yolda bir aksaklık var demektir."


Continue Reading

You'll Also Like

125K 7.4K 56
Buraya bak cılız okur. Senin geçirdiğin tüm o uykusuz geceler gibi yüzyıllar geçiren Carryhall Lisesi öğrencilerine bak. Bak ve elindeki loş telefon...
3.6M 202K 36
Kız kardeşinin hatası yüzüden ceza alan ve ailesinden veto yiyen Rojbin, parasız pulsuz bilmediği bir şehre sürgün edilir. Tabi bu sürgüne ek deli do...
62.1K 1K 9
Merhabalar, bu kitapta kendim yazdığım ve kurguladığım kısa korku hikayelerini derliyorum. Umarım hikayelerimi beğenirsiniz. İyi okumalar...
337K 33.5K 38
2022 WATTYS KAZANANI Lale lise son sınıfa geçtiğinde düşünmesi gereken tek şey üniversite sınavı değildi. Uğraşması gereken, yeni bir cici annesi ve...