Bölüm şarkısı: Tarkan-Pare Pare
Defne'den
Bir dram kitabının içinde yaşayan karakterler miyiz, diye ara ara kendime sormuyorum değil. Çünkü, bu kadar acı olayın üst üste yaşanıyor olması, beni bundan başka bir düşünceye itmiyor. Ortaya çıkan gerçekler, yaşanan sıralı ölümler, ailenin üzüntüsü derken, bir de üzerine Savaş'ın kazası eklenince, iyice alt üst etmişti bizleri.
Bundan aylar önce, biri gelip de "Savaş için dua edeceksin." deseydi, inanmazdım. Şaka falan olduğunu düşünüp, üzerine kahkaha atardım bir de. Çünkü, Savaş benim için her zaman yaralayıcı bir adamdı. Gerek sözleriyle, gerekse yaptıklarıyla bu sıfatı tescillemişti. Bu yüzden değil onun için dua etmeyi, dilek bile dilemeyi geçirmezdim aklımın ucundan. Ancak, kaderin oyununa gelmiştim. Olmaz dediklerim, oluyordu. Günlerdir, ellerimi semaya kaldırıp, onun için dua ediyordum.
Onun, kaza haberini aldığımız günü hatırlıyorum da tam bir kaostu. Konaktan, hastaneye gelene kadar zaman durmuştu, geçmek bilmemişti. Oysa, çok az bir mesafe vardı hastane ve ev arasında. Anlayacağınız, akreple yelkovan birbirlerine düşman olmuşlardı.
Hani, bazı insanlara hiçbir şey olmayacağını düşünürsünüz ya -aslında hepimiz faniyizdir- bazılarımız güçlüdür, kuvvetlidir, her ne olursa olsun yıkılmazlar, çıkan her fırtınada sağlamdırlar. Savaş'ta öyleydi benim için. Başına ne gelmiş olursa olsun dimdik ayaktaydı, onu yıkacak türlü türlü olaya şahit olmuştu ama sapasağlam duruyordu yerinde. Bundandır ki, başına gelen her şeyi çabucak atlatacağını düşünmüştüm hep. Ancak, umduğum gibi olmamıştı.
İki haftaya yakın bir süredir, toplamda 4 ameliyata girdi. Kaza sırasında, çok fazla hasar almıştı. Arabasının kırılan camları, iç organlarına batmıştı mesela. Bunlar, büyük parçalar olduğundan, çıkarılması da ciddi ameliyatları beraberinde getirmişti. Boynunda kırıklar vardı ama neyse ki ciddi değildi. Aksi halde, sonu ölüm olabilirdi. Sağ bacağı kırılmıştı. Kollarında ve kaburgalarında yer yer çatlaklar vardı. Şükür ki, kafatasında bir hasar yoktu. Kaza nedeniyle hafıza kaybı gibi bir durumla karşı karşıya kalmamız da söz konusu değildi bu yüzden.
Ameliyatlardan ikincisinin sonucunu duymak, benim için tam bir yıkımdı. Doktorunun söylediklerine göre, ikinci ameliyat sırasında Savaş'ın kalbi durmuştu. Uzun uğraşlar sonucunda, kalbi tekrardan atmaya başlamıştı. Hayatta ve bizimle kalmayı seçmişti.
Onun, ölmüş olduğu düşüncesiyle irkilmiştim. Yaşadıklarımız, bizim aramızdaydı. Doğacak yavrularımın hiçbir suçu yoktu, onlar babasızlığı hak etmiyordu. Babasızlığın ne demek olduğunu en iyi ben bilirdim. Başka birini, babanız yerine koymaya çalışsanız da yapamazdınız. Amca sıfatını hak etmeyen adamı, yıllarca babam yerine koymaya çalışmıştım. Bunun için çabalasam da bir yerlerde hep eksiklik hissetmiştim. Yapbozun bir parçası kaybolduğunda boşluk kalır ve o boşluğu başka bir parçayla tamamlamaya çalışırsınız ama olmaz ya, aynen öyleydi işte. Olmamıştı bir türlü.
Bebeklerim, benimle aynı kaderi yaşamamalıydı. Anneniz ya da babanız yoksa, hayata karşı 1-0 yenik duruma düşerdiniz. Akranlarınızın, bir adım gerisinde olurdunuz hep. Başkalarının ailesini görüp, onlara özenip ama asla onların gibi olamayacağınızı bilip, gizli kapaklı köşelerde içli içli ağlardınız. Yaşamalıydı Savaş! Yaşamalıydı ki, çocuklar eksik hissetmemeliydi.
Günlerdir Savaş'ın uyanmasını bekliyorduk. Doktorundan, onunla ilgili detayları öğrenmeye çalışıyorduk ancak, durumunda hiçbir değişiklik olmuyordu. Savaş, derin bir uykuya yatmıştı, uyanmamaya yeminli gibiydi sanki. Doktoru, onun uyanmamasını geçirdiği ameliyatların zorluğuna ve kaybettiği kan miktarına bağlıyordu. Bu yüzden de sabırla beklememizi söyleyip duruyordu. Ancak, sabır taşına dönmüştük. Günler geçmişti ve bu uyanmama hali bitmeliydi artık.
Bilgehan hanım, bir nebze de olsa normale döndü derken, yine kötüleşmişti. Günlerdir, oğlu için ağlıyordu. Devran bey, belli etmemeye çalışıyordu ancak onun da karısından farkı yoktu. Gizli gizli ağladığına şahit oluyordum. Mehmet Emin abiyse, hem anne-babasının yanında olmaya çalışıyor, hem bana destek çıkıyor, hem de kendi acısını yaşıyordu.
Ailedekilerin, oğullarının başına gelen kazadan beni sorumlu tutacaklarını düşünmüştüm ancak umduğum gibi olmamıştı. Biri bile, bu yükü benim sırtıma bindirmedi. Ancak ben, kendime kızıyor, kendimi bu kazanın baş sorumlusu ilan ediyordum. O gün, çok kırgındım Savaş'a. Kırgınlığımdan olsa gerek, biraz tatsız bir konuşma geçmişti aramızda. Söylediklerime üzülmüştü ve bu yüzden bu kadar içip, kaza yapmıştı belki de. Olmuşla ölmüşün önüne geçilemiyordu bazen. O günün, yaşanacağı varmış bir kere. Doğmamış iki bebeğimin babasıydı. Onların babasız kalma düşüncesi, bir tarafımın "keşke" demesine sebepti. Keşke, Savaş doktor kontrolümüzü unutmasaydı. Keşke, birbirimize kırılıp, söylediklerimize üzülmeseydik. Keşke, Savaş kaza yapmasaydı...
Kaldığı yoğun bakım servisinin, koridora bakan penceresinin tarafından, onu izliyordum. Yüzündeki yara bere ve morluklarla, boynundaki boyunlukla, kollarında ve bacağındaki alçılarla, üzerine bağlanmış kablolarla öylece yatıyordu. Hali, içler acısıydı. Onun yerinde başkası olsa, o arabadan sağ çıkamazdı. Verilmiş sadakası vardı.
"Abim, sana karşı bir şeyler hissettiğini ilk söylediğinde, İstanbul'da beraberdik. Onun, yıllar sonra birilerini sevme ihtimaline inanamamıştım." duyduğum sesin sahibi, Mehmet Emin abiden başkası değildi. Ancak ben, ondan duyduklarıma inanamadığımdan, şaşkın şaşkın bakakalmıştım yüzüne.
"İstanbul mu?" Savaş, yakın zamanda Ezgi ablamın cenazesini almak için gitmişti İstanbul'a. Kardeşinin ölümünün olduğu zaman bunu mu konuşmuştu yani?
"Evet, o zamanlar daha ikizler de yoktu ortalıkta. Varlardı ama biz bilmiyorduk. Ne yazık ki, Buse'nin seni haksız yere darp etmesiyle öğrenmiştik." Suratı asılan adama, cevap veremedim. Çünkü, şoka girmiştim. Olamazdı! Savaş, bu kadar uzun zamandır, beni seviyor olamazdı.
"Şaşkınlığını anlıyorum. İlk duyduğum zaman, ben de böyle bakakalmıştım. Dedim ya, uzun zaman sonra onun kalbine girmeyi başarabilmiş tek kadınsın." Mehmet Emin abi konuşmasını bitirdikten sonra bana kısa bir bakış atmış, sonrasında abisini izlemeye devam etmişti.
"O, beni sevmiyor ki. Sadece, sevdiğini sanıyor." Aradan geçen sessiz dakikaların ardından, şaşkınlığımdan çıkıp cevap verebilmiştim.
"Bunu ben de düşündüm. Abim, yaşananlar yüzünden boşluktaydı, tutunacak dal arıyordu. O dal yerine de seni mi koydu, diye çok sordum kendime. Ancak, seni anlatırken gözlerinin içi parlıyor. Senin hakkında konuşurken, öyle laf olsun diye konuşmadığı belli." Belli belirsiz bir gülümseme oluştu yüzünde. Abisinin öylece yatan halini izlediğinden olsa gerek, hemen silindi.
"Abi, senin sözlerine itimadım olmadığından değil ama Savaş'ın beni sevme ihtimali çok imkansız geliyor kulağa. Biz, çok kötü şeyler yaşadık ve bunların çoğuna o sebep oldu. Bu kadar hengamenin arasında, beni sevecek vakti hangi ara bulmuş olabilir ki?" Aklım karışmıştı. 'Aaa, Savaş beni seviyormuş, haydi ben de onu seveyim.' deyip, kollarına atlayamazdım ki. Emin olmam lazımdı. Hem, emin olsam bile, kendimi onun akıntısına bırakmazdım ki.
"Aşkın ya da sevginin planlanmış bir zamanı yok ki. Yani, haydi şuna aşık olayım deyip, birilerine kaptıramıyorsun gönlünü. Böyle şeyler ansızın olur, üzerine çok düşünmeden olur. Geçmişte, kötü olaylar yaşadığınızın farkındayım, bu konuda senin tarafında olduğumu da abime söylemiştim. Telafi etmek, unutturmak onun elinde. Abimin, bir şeyi istediğinde, o istediği şey için çok çabaladığına ve en sonunda da o istediği şeyi kazandığına çokça kez şahit oldum. Eminim, senin için de çabalayacak ve hislerinin gerçekliğini sana da gösterecek." Mehmet Emin abi, kendinden emin bir şekilde konuşuyordu ancak benim aklım tereddütlerle doluydu. Sanırım, sözlerden çok yapılanlar etkileyecekti beni. Ortada bir icraat olmadığından, bu sözler bana geçmiyordu.
"O gün, bebeklerin cinsiyetini öğrenmeye gidecektik. Gelmedi benimle, tarihleri karıştırdığını söyledi. Seven insan, ikimiz için de bu kadar özel olan bir günü unutur mu? Yapayalnız bıraktı bizi. Oysa, onun için bir fırsattı bu. O, bu fırsatı değerlendirmemeyi seçti." Bu neden bile, Savaş'ın gözünde ufacıkta olsa değerimizin olmadığını vuruyordu yüzüme. Kardeşinin anlattığı gibi bir adam değildi o. İstediği şey için, mücadele eden bir yapısı yoktu.
"Sana bir şey söyleyeceğim ama aramızda kalacak tamam mı?" Mehmet Emin abinin düşünceli yüzü bana döndü. Söyleyeceği şey her neyse, bu konuda biraz çekimser olduğu belliydi.
"Aramızda kalır da ne oldu ki abi?" Merak içinde, ondan gelecekleri bekliyordum.
"Bu söylediklerimi, abime bile söyleme olur mu Defne? Zaten o, zamanı geldiğinde sana anlatacaktır. Bizim, ikimizin arasında bir şeydi ama ben senin daha fazla üzülmemen için, söylemem gerektiğini düşündüm." Neler olduğunu anlayamıyordum. İkisinin arasında ve benden gizli olan ne olmuş olabilirdi ki? Can kulağıyla dinliyordum onu. Benim, onaylar bir şekilde başımı salladığımı görünce, derin bir nefes aldı.
"Abim, terapiye gidiyor. Kazanın olduğu gün de bir randevusu vardı. Toplantısı yoktu o gün, telefonları da rahatsız edilmemek için kapalıydı." Duyduklarım karşısında, ağzım açık kalmıştı. Bir süre boyunca, duyduklarım beynimde dönüp dolaştı ancak aklıma gelenlerle, konunun üzerimdeki etkisi geçti.
"Terapi mi? Herkesin uğrak yeri olan caddede bulunan bir kafede, bir kadınla karşılıklı gülüşmesi terapi mi oluyor?" Tek kaşımı havaya kaldırmış, karşımdaki adamdan bir cevap bekliyordum. O ise, benim soruma gülümsemişti.
"Hilal hanımın eşi, Okan abinin kafesinden bahsediyorsun sanırım. Bu arada Hilal hanım, abimin doktoru, hani şu karşılıklı gülüştüklerini söylediğin kadın. Yıllar önce, Gülce öldüğü zaman da 1 yıl kadar ondan yardım almıştı abim. Aradan geçen yıllar boyunca da eşiyle ikisi, aile dostumuz oldu. Muhtemelen, terapiden sonra, hal hatır sormak için Okan abinin yanına uğradılar. Sen de öyle görmüş olabilirsin."
"Bana, toplantı olduğunu söyledi, yetimhane projesiymiş hatta." Az öncekine nazaran, sesimin volümü azalmıştı. Mehmet Emin abinin anlattıklarının, kulağıma mantıklı gelmesinden olabilirdi bu.
"Öyle bir proje, gerçekte de var ama projenin toplantısı o gün değildi. Abim, terapiye gittiğini saklamak için böyle bir yalan uydurdu. Ben de o gün sana onun toplantıya gittiğini söyleyerek, bu yalana ortaklık ettim. Özür dilerim."
"Ama neden? Gerçeği anlatsaydı, belki de böyle olmayacaktı." Kırgın bakışlarımı, öylece yatan adama çevirdim, Savaş'a. Her şeyi tersti, her şeyi gizliydi. Terapiye başladığını bana da anlatsa, hatta o gün randevusunun olduğunu söylese, bebeklerin kontrolüne başka bir zaman gidebilirdik. Neden gizli kapaklı iş çevirmeyi seçmişti ki?
"Abim, kimseye belli etmemeye çalışıyor ama hasta. Yaptıkları, sağlıklı bir insanın yapacağı davranışlar değil. Yıllar önce aldığı psikolojik destek sayesinde bir nebze de olsa iyileştiğini sanmıştık ama görünen o ki, iyileşemedi hiç. O, Gülce hastayken çok yıpranmıştı, ölümüyle birlikte iyice yıkıldığını biliyorum. İntihara teşebbüs etmişti, o zamanki ruh halini sen düşün artık." Yaptığı uzun konuşmadan olsa gerek, soluklanmak için biraz bekledi. Duyduklarım karşısında gözlerimin dolmadığını söylesem, yalan söylemiş olurdum. Gülce, Savaş'ın hayatını her şekilde berbat hale getirmişti.
"Üzerine, Alara'nın hastalığı eklendi bir de. Her şey iyice mahvoldu, onun hastalığını öğrendiğinden beri hastane hastane koşturup durdu. Alara'nın ölümü, onun öz kızı olmadığını öğrenmesi, yıllarca aldatılması ama bundan haberi olmayışı, Ezgi'nin ölümü derken, iyice kötüleşti. Anlayacağın, boşa geçen yıllar, tüm hayatı boyunca kandırılmış bir adam. Böyle bir adamın psikolojik destek almaması saçmalık olurdu. Üstelik, bunu kendi için de yapmıyor, sizin için." diye devam ettirdi sözlerini. Benim aklım ise, en son söylediklerinde kalmıştı.
"Bizim için mi?"
"Evet, bebekleriniz ve senin için. Sizinle iyi bir başlangıç yapabilmek ve sana, kendisini affettirebilmek için sağlıklı bir adam olması gerekiyor. İyileşemezse, her şey kırık dökük olmaya devam eder. İşler zaten karışıkken, daha da berbat hale döner. Bu gibi kötü olasılıkların yaşanmaması için, böyle bir adım attı anlayacağın." Benim gibi, onun yüzünde de üzgün bir ifade vardı. Duyduklarımın etkisini üzerimden atamıyordum. Bu terapi olayı, Savaş'ın gerçekten de mücadeleye hazır olduğunu gösteriyordu.
"Savaş'ı affedebilir miyim, bilmiyorum ama attığı bu adım, onun için umut vaat ediyor bana." Gerçekten de öyleydi. Sözde değil de bunu uygulamaya döküyor oluşu, onun hakkındaki sert duruşumu bir nebze de olsa yumuşatmıştı.
"Her insan, son bir şansı hak eder. Önemli olan hatalardan ders çıkarmak, onları bir daha tekrarlanmamak üzere yapmamaktır." Sözlerinde haklı olabilirdi. Ancak bazı şeyler, kolay unutulmuyordu. Affetmek ve şans vermek için fazlaca zaman gerekliydi.
"Haklısın abi ama benim kalbim çok kırıldı. Ruhumda, tamiri zor yaralar var. Zaten, zor bir hayatım vardı. Öyle ahım şahım, mutlu bir çocukluk ya da genç kızlık geçirmedim. En büyük hayalim, o günlerimi geride bırakıp unutabilmek için mutlu bir yuva kurmaktı, o da olmadı ne yazık ki. En basitinden, parayla satın alındım ben. Telli duvaklı gelin olarak girmedim o konağa. Parmağımda, Savaş'la evliliğimizi simgeleyen bir yüzük bile yok. Anlatmak istediğim ama anlatmamın doğru olmadığı, bizim aramızda yaşanan çok şey var. Bunları sindirebilmem için, Savaş'ın bir şeyler yapması gerekiyor. O bir şey yapmadıktan sonra, benim vereceğim şansın pek de bir önemi yok." Rahmetli Ezgi ablamla konuştuğumuz zamanlardaki gibi, Mehmet Emin abiyle konuşurken de rahattım. Onun, beni anladığını bakışlarından bile görebiliyordum.
"Ben, Buse yüzünden çok şeyimi kaybettim. Kardeşimi, sevgiye olan inancımı, onurumu, gururumu, yıllarımı, say say bitiremeyeceğim daha çok şeyimi. O, öz evladına bile annelik yapmaktan aciz bir kadındı. Normalde bu yaştaki çocuklar, bıcır bıcır olur. Yeni şeyler öğrenmeye çalıştıklarından, sürekli soru sorarlar. Benim evladım, annesinin ilgisizliğinden içine kapanık bir çocuk oldu. Doktor yardımı alsak da içindeki boşluğun kapanmayacağını biliyorum. Mesela, Buse bunları telafi edemezdi. Yaptıkları o kadar ağırdı ki, hiç bir güç içimin ona karşı soğumasını sağlamazdı." Sustu. Abisinin hasta olduğunu söylüyordu ama bence, Mehmet Emin abi de iyi değildi. Onun da yaşadıkları çok zordu. Yüzündeki kırgın ifadeden, bunu görebiliyordum. Yazıktı, gerçekten de çok yazık. İki abi-kardeşin hayatına giren kadınların kötü olması, büyük bir şanssızlıktı.
"Kıyas yapmam doğru mu bilmiyorum ama abim, onun gibi değil. Abim, sana yaptığı her şeyi unutturabilir. Hak ettiğin sevgiyi, ilgiyi, merhameti sana verebilir. Senin içindeki boşluğu doldurabilir. Sizin, benzer olmayan ama derinliği neredeyse aynı olan yaralarınız var. Belki, bir olursanız, o yaraları sarabilirsiniz. Tarihleri nasıl karıştırdı bilmiyorum ama bebekler için gerçekten de çok heyecanlı. Sevdiği kadından, ona ait, onun canından kanından evlatları olacak. Bu bile, abimin iyileşmesi için bir sebep. Ben inanıyorum ki, zamanla her şey yoluna girecek. Bir an da her şeyi unut demiyorum, kimse unutamaz zaten. Zamana bırak, onun ne yapıp ne ettiğini izle. Yaptıklarını iyice gözden geçir. Eminim, ne yapman gerektiğine dair en doğru kararı sen vereceksin."
Savaş'la evliliğimizin iyi yönlerinden biri, hiç kuşkusuz kardeşleriydi. Benim, daha önceleri ciddi anlamda abim ya da ablam olmamıştı. Ablam sandıklarımın, gerçek yüzleriyle karşılaşmıştım yakın zamanda. Onlardan birinin bebeği için hayatımdan vazgeçmişken, değerim bilinmemişti. Şu an, karşımdaki adamın benimle konuşması çok özeldi. Abisine şans vermem konusunda beni zorlayabilirdi ya da onun başına gelen kazadan, beni sorumlu tutabilirdi. Ancak o, bizim iyiliğimizi istediğinden, kendince yapıcı bir şekilde benimle konuşmaya çalışıyordu. Anlatmak istediklerinin içtenliğini geçirmişti bana.
"Zaman her şeyin ilacı. Savaş uyandığında, bunları düşünmek için çok fırsatımız olacak." Günler önce, onun düzeleceğine dair zerre kadar inancım yoktu ama dediğim gibi, bu terapi işi biraz da olsa düşünmemi sağlamıştı. Terapinin seyrine göre, onunla ilgili bir çıkarımda bulunacaktım.
"İkinizin de mutlu olmasını gönülden istiyorum. Bunu, hak ediyorsunuz. Neyse, ben abimin doktorunun yanına uğrayayım. Durumu neymiş, ne değilmiş bir öğreneyim. Geldiğimde, kafeteryaya inip yemek yeriz. Senin ve yeğenlerimin aç kalmasını istemiyorum." diyen Mehmet Emin abiyi onaylamış ve yanımdan ayrılışını izlemiştim.
Son kez, Savaş'a kaydı gözlerim. Öylece yatıyordu, durumunda bir değişiklik yoktu. Biraz nefes alsam iyi olacaktı, hastane havası içimi sıkmıştı. Bu yüzden de hastanenin bahçesine doğru yönelttim adımlarımı.
Dışarıya adımımı atar atmaz, soğuk hava vurdu yüzüme. Buz gibi hava, etkisi altına almıştı Adana'yı. Yazı ayrı, kışı ayrı dert. Geçen hafta yeni yıla girmiştik, hastanedeydik. Söylentilere göre, yeni yıla nasıl girersen öyle geçerdi tüm yıl. Umarım, böyle olmazdı. Doktorlara, hemşirelere, diğer tüm sağlık çalışanlarına yazıktı gerçekten. Bin bir çeşit insan görüyordu gözleri. Savaş'ı beklerken, koridorlardaki çeşit çeşit hastaları görmüştüm ben de. Özel hastaneydi, belki devlet hastanesi gibi kalabalık değildi ama hastalık hastalıktır. Herkesin, farklı farklı derdi vardı.
Oturmak için, gözüme ilişen banklardan birine doğru gitmeye başladım. Oturduğum zaman, yüzümü gökyüzüne çevirip, derin bir nefesi içime çektim. Kışın en güzel tarafı, soğuktan dolayı havanın temiz olmasıydı. Ciğerlerime dolan buram buram temiz hava, içimi açmıştı.
Üzerimdeki montu sıkı sıkıya kapatıp, kendimce bebeklerimin üşümesine engel oluyordum. Sonrasında, ellerimi montun cebine sokup, etrafı izlemeye başladım. Soğuktan olsa gerek, pek fazla insan görünmüyordu ya da bu konuda ben çok iyimserdim. Dedim ya, burası bir özel hastaneydi, burada tedavi olmak için tonla para ödemeniz gerekiyordu. Yazık, insanların eline bir iki kuruş zor geçerken, bütçelerini aşamazlardı böyle yerler için. Savaş, oldukça zengindi. Ailesi, onun için her türlü masraftan kaçınmıyordu. Tonlarca paranız olmuş ya da olmamış pek bir şey fark etmiyordu aslında. Sonuç olarak, bir türlü uyanmıyordu Savaş. Beni, satın aldığı para, ona hiçbir şekilde yardımcı olmuyordu anlayacağınız.
Daha sonrasında, gözlerimi karnıma çevirip, uzun uzun bebeklerime baktım. Her ne kadar montum kalın olsa da bebeklerimin karnımdaki varlıkları gözle görülür bir şekilde ortadaydı. Acaba, bana kızıyorlar mıydı? Sonuçta, babalarına karşı tavırlıydım. Büyüdüklerinde, bunları öğrenseler ne tepki verirlerdi acaba? Ya babalarının yaptıklarına? Üzülürlerdi muhtemelen. Aklıma gelenlerle gözlerim doldu. Bu hamilelik, ne zor bir süreçti böyle. Normalde, ağlamanın kenarından köşesinden geçmeyeceğim şeylere, gözlerim doluyordu. Biraz, bebeklerimle konuşsam iyi olacaktı. Böylece, şu ağlama hissi giderdi üstümden.
"Bana kızıp kızmadığınızla ilgili pek bir fikrim yok. Babanızla olan tartışmalarımızı duyuyorsunuzdur, belki de üzüyordur bu sizi. Bu hayatta, sizden başka kimsem kalmadı. Halanızla ablanız öldü, biliyorsunuz. Sakın, benim gibi kimsesiz olduğunuzu düşünmeyin ha. Babanız var, şu an uyuyor ama uyanacak. Babaanneniz var, biraz değişik bir kadın. Sonra, dedeniz var, vallahi tencere yuvarlanmış kapağını bulmuş. Tam babaannenize göre bir bey." Söylediklerim yüzünden kıkırdamadan edemedim. Az önce gözlerim dolarken, şimdi gülüyordum. Bilgehan hanıma diyordum ama ben de değişik bir tiptim.
"Amcanız var, o da halanıza benziyor biraz, iyi biri yani. Sonra, İmge var bir de. Sizin kuzeniniz olur kendileri. Yazık, o da kanadı kırık bir kuş. Siz doğduğunuzda, ona arkadaş olacaksınız, yalnız kalmayacak artık. Bu yüzden, çabuk gelin lütfen." İmge için, mutluydum. Kuzen demek, kardeş yarısı demekti. Eminim ki, benim çocuklarım ona arkadaş, kardeş olacaklardı. Şu içine kapanık hali gidecekti böylece.
"Sizi, her şeyden, herkesten çok seviyorum. Sizin sayenizde, bu hayata tutundum. En umutsuz olduğum anda geldiniz. Varlığınızı hissettiğim ilk an da herkesle, her şeyle mücadele etmeye yetecek gücü buldum kendimde." O ilk başlardaki pısırık hallerimin gitmesindeki en büyük faktör, bebeklerimin varlığıydı. Eskiden, tavuklarımız vardı bizim. Civcivlerini korumak ve onlara dokunmamıza engel olmak için, sürekli bize saldırırlardı. O zaman, anlamazdım onların yapmaya çalıştıkları şeyi. İnsan, anne olunca anlıyormuş. O küçücük tavuklar, yavruları söz konusu olduğunda devleşiyorlardı. Ben de onlar gibi olmuştum sanırım.
"Babanız konusunda biraz bilinmezlikler içindeyim. Onu affedebilmem ya da sevebilmem için neler yapacak, zaman gösterecek bize. Biliyor musunuz? Ben aile nedir, nasıl aile olunur, tam olarak bilmiyorum. Anne-baba olma konusunda oldukça bilgisizim. Daha, size nasıl annelik yapacağımı bilemezken, babalık rolünü de tek başıma üstelenemem. Sonuçta, iki kişisiniz ve bu iki kat sorumluluk gerektiriyor. Anlayacağınız, tek başıma yetemeyebilirim size. Bundan haftalar önce, babanızdan gitmeyi düşünmediğimi söylesem, sizi kandırırım. O zamanlar, ne kadar kolaydı ondan gitmek..." Biraz düşündüm bunun üstüne. Kendime verdiğim sözler, bir bir dönüp durdu aklımda. O sözleri verirken, ölüm korkusuyla burun buruna değildim. O zamanlar, özgür olmak istiyordum ama düşündüğüm özgürlük tanımı biraz saçmaymış.
Özgür olmak demek, her istediğini yapabilmek ya da bencilce davranmak değildi. Özgür olmak demek, aldığın kararların beraberindeki hiçbir insanı zor duruma sokmaması demekti. Özgür olmak, yapmayı istemediğin ve sana doğru gelmeyen şeye karşı, hayır diyebilmekti. Boyun eğmemek, susmamak, sesini avaz avaz çıkarabilmekti özgür olmak. Özgür olmak, kaçıp gitmekti benim için eskiden. Ruhunu sıkan yerden, kurtulmak demekti. Şu an ise, böyle değildi, mücadele demekti artık.
"Eğer, babanızdan gitseydim, size haksızlık ederdim. Babasız büyümenin eksikliğini tatmış biri olarak, sizi de kendim gibi eksik bırakırdım. Babanızdan kaçarken, oradan oraya savrulurduk belki de. Anlayacağınız, kendi özgürlüğüm için, size de yazık eder, sizi de zor duruma sokardım. Bir gün, babanızla boşanmanın eşiğine gelsek bile, sizin onsuz büyümemeniz için elimden geleni yaparım."
Ellerimle, karnımı ovuyordum. Cidden, iyi ki hamileydim. En azından içimi döküp, konuşacağım birileri vardı. Konuştuklarımı, kimseden duyma ihtimalim yoktu hem. İçinde bulunmuş olduğum durum biraz karışıktı ve çıkış yolu bulmakta zorlanıyordum.
Savaş'la canım cicimli bir evlilik sürdürsem, kendime olan saygımı yitirip, gurursuzlukta kitap yazardım. Bu, benliğimi hiçe saymak olurdu. Bu yüzden, seviyeli bir birliktelik yaşayacak, beni nelerin beklediğini akıl ve mantık çerçevesinde izleyecektim. Zaten gideceğim ne bir aile, cebimde ne para, elimde ne bir diploma, ne de başka bir güvenç kapım vardı. En azından, belirli bir seviyede kendime ve bebeklerime yetecek duruma gelinceye kadar, Savaş'ı gözlemlemeye ve değişimini izlemeye devamdı.
Soğukta kalıp, hasta olmak istemediğimden, soluğu hastanenin içinde aldım. Yavaş ve bir o kadar da bitkin adımlarla, Savaş'ın kaldığı yoğun bakım servisinin olduğu koridora girdiğimde, gördüğüm hareketlilikle olduğum yerde kalakaldım. Aile üyelerinin yüzleri gülüyordu, herkes mutlulukla birbirlerine sarılıyordu. Onların olduğu tarafa doğru yürüdüğümde, bana doğru gelen Bilgehan hanım, kolları arasına aldı bedenimi.
"Oğlum uyandı, Savaş'ım uyandı Defne..."
◮◮◮
2 haftalık bekleyişin ardından, nihayet gözlerini açmıştı Savaş. Yoğun bakım servisinden çıkarılmış ve normal odaya alınmıştı. Ailenin tüm üyeleri de onu görmek için kaldığı odaya doluşmuştu tabii. Mersin'deki amcası ve yengesi bile gelmişti ziyaretine, odanın ne kadar kalabalık olduğunu siz düşünün artık.
Yengesi Nuran hanımın, beni sevdiği pek söylenemezdi. Alara ve Ezgi ablanın ölümlerindeki iğneleyici bakışlarına ve sözlerine devam ediyordu. Bu kadına yanlış olan ne yaptığımı bir türlü anlayamıyordum. Kocası Murat bey ise oldukça iyi biriydi, babacan bir adam olduğunu uzaktan bile hissedebiliyordunuz. En iyi Hancıoğlu olarak, Murat Hancıoğlu'nu gösterebilirim sizlere.
Tabii, onlar Savaş'ın yanındayken, ben de hastane koridorunda oturuyordum. O, yoğun bakımdayken, uyanamadığı günler boyunca, Allah'a şu duayı etmiştim hep: "Allah'ım! Sen doğmamış bebeklerimin yüzü suyu hürmetine, Savaş'ı önce bebeklerine, sonra da ailesine bağışla." Dualarımı kabul ettiği için, şükür ediyordum şimdi.
Ben, kendi kendime şükürlere dalmışken, Savaş'ın kaldığı odanın kapısı açılmış ve Mehmet Emin abi dışarı çıkmıştı. Tereddüt içinde bakıyordu bana. Bu bakışın, neden olduğunu biliyordum. Yavaş adımlarla yanıma geldi ve konuşmaya başladı.
"Gelip gelmemekte gidip geldiğini biliyorum ama abim, seni görmek istiyor Defne. Kanı, canı, kardeşiyim onun. İçeride anne ve babamız da var ama o, bize rağmen seni görmek istiyor. Lütfen, az da olsa hatırım varsa gel." Karşımdaki adamın çaresiz sesi, vicdanımı sızlatmıştı. Benden kaç yaş büyük adamı, yalvartıyormuş gibi hissetmiştim. Her ne kadar, Savaş'ı görmeye hazır olmasam da oturduğum yerden kalkmış, ağır adımlarla onun kaldığı odaya doğru yürüdüm.
Odanın kapısından içeriye adımımı attığımda, başım yere eğikti. Onun gözlerine bakmaktan korkuyordum. Orada, suçlayıcı bir bakış görmek, beni yıkabilirdi. Onun atlatmış olduğu kazanın, benim yüzümden olduğunu, bangır bangır suratıma vuruyordu vicdanım. Kendimi, az da olsa cesaretlendirdim. Ucunda ölüm yoktu ya? Savaş'ın, kötü bakışlarına alışıktım zaten. Başımı kaldırdım yavaşça ve yatakta boylu boyunca uzanmış ona baktım. O da sanki beni ilk defa görüyormuş gibi bakıyordu. Özlem vardı gözlerinin içinde, bunu fark etmemek delilik olurdu.
"Ge-geldin Defne." demişti zorlanarak. Tam iki hafta sonra, ilk defa duyuyordum sesini. Bir garip gelmişti bu yüzden.
"Geldim." Onun sesi, ağrılarından olsa gerek zorlukla duyuluyordu. Benimki ise, utancım yüzünden oldukça kısık çıkmıştı.
"Hoş geldin." Yüzünde, buruk bir gülümseme oluştu.
"Hoş buldum, geçmiş olsun." Başka ne söyleyebilirdim ki? Ağzımdan, cımbızla alıyorlardı sanki kelimeleri.
Öylece, suratıma bakıyordu. Dayanamıyordum, çünkü onun bu halde olmasının en büyük sorumlusu bendim. O gün, aramızda o konuşmalar geçmeseydi, şu an bu halde olmayacaktı. Daha fazla katlanamadım bakışlarına, hızla attım kendimi odadan. Gidebildiğim kadar gidiyordum, ardıma bir kere bile bakmadan. Hastanenin bahçesine çıktığımda, dakikalar önce oturduğum banka, yeniden bırakmıştım bedenimi.
Yine, her şeye ağlayan Defne tarafım gün yüzüne çıkmıştı. Soğukta, içimi çeke çeke ağlıyordum. Canımı yakan adam için, vicdan azabı duyuyordum. Emindim ki, eskiden bana yaptıkları yüzünden bir kez olsun sızlamamıştı içi. Bense, belki de hiç etkim olmayan olaydan, kendimi sorumlu tutuyordum.
Ben böyle ağlarken, yanımda bir hareketlilik oluştu. Başımı çevirip baktığımda, yanıma oturan Devran beyi görmüştüm. Suratında, üzgün bir ifade vardı.
"Neden ağlıyorsun Defne?"
Cevap veremedim. Söyleyecek o kadar fazla şeyim varken, dilimden dökülmüyordu hiçbiri. Sadece, susup kalıyordum. Benden bir cevap alamadığından olsa gerek, devam ettirdi konuşmasını.
"Savaş yüzünden mi?"
"Benim yüzümden kaza yaptı, benim yüzümden ölebilirdi de. Neden bunun için beni suçlamıyorsunuz? O da suçlamıyor ama vicdanım susmuyor bir türlü." Çok fazla dolmuştum. Sakinleşmem gerekiyordu ama başaramıyordum. Yaşlar, benden bağımsız akıyordu.
"Çünkü, suçu olmayan birini suçlayamam. Lütfen, sen de kendini suçlama." Yan tarafımda oturan yaşlı adam, ne söylediğinin farkında mıydı? Ne demek kendini suçlama?
"A-ama.."
"Aması yok kızım. Sonuçta sen demedin ki Savaş'a 'Meyhaneye git ve sarhoş oluncaya kadar iç, üstüne bir de kaza yap' diye. Olacağı varmış ve oldu. Senin, ona karşı bir suçun yok, asıl onun sana karşı var. Her ne kadar Savaş oğlum olsa da sen de benim gelinimsin. Onun hatalarını göremeyecek kadar kör değil artık gözlerim. Sakın, kendini suçlamaya kalkma. Kendini de torunlarımı da bu yüzden üzme." diyen Devran beyin konuşmasını takiben, benim ağlamam daha da şiddetlendi. Sanki, birilerinin benim suçum olmadığını söylemesine ihtiyacım vardı. Devran bey sağ olsun, bunu gidermişti. Beni, kendine doğru çekti. Başım onun omzundaydı, onun sağ eli de destek olmak istercesine sırtımı sıvazlıyordu.
"Bundan ayla önce, bir yetim-öksüzün günahına girdim. Bu günah, benim ve ailemin hayatını tepetaklak etti. Evlatlarımın huzuru bozuldu, gözümün nuru kızımı kaybettim, az kalsın oğlumu da kaybedecektim. Karım aklını yitirecekti, ben de ölümle burun buruna geldim. Her birimiz, senin ahını aldık. Düşmez kalkmaz bir Allah'tır. Hepimiz, bir şekilde sınandık. Asıl suçlu olan bizleriz, senin hiçbir suçun yok. Sakın ha, kendini suçlayıp durma bu yüzden." Sesindeki şefkat, oldukça etkilemişti beni. Savaş'la evlenme fikrini ortaya koyan oydu. Bunun için, ne kadar pişman olduğunu görebiliyordum.
"Aklım, çok karışık. Savaş konusunda ne yapmam gerektiğini bilmiyorum. Siz, benim öz babam olsaydınız, ne yapardınız? Kızınızın canını yakan birine, güvenebilir miydiniz? Beni, ona emanet eder miydiniz?" Sorduğum sorular yüzünden, Devran bey bir anlığına da olsa duraksadı. Ancak bir süre sonra, konuşmaya başladı.
"Eğer, benim öz kızım olsaydın, seni ona asla vermezdim. Şimdi bunu söylüyorum ama ben de geçmişte Bilgehan'a karşı çok büyük hatalar yaptım. Onun, beni affetmesi çok zordu. Ancak ben, canımı dişime takıp uğraştım. Bildiğin, süründüm karımın peşinde." Sustu, uzaklara daldı. Sanki, o günleri hatırlamıştı.
"Hala evli olduğunuza göre, başarmışsınız demek ki."
"Ben başardım başarmasına ancak, Savaş konusunda emin değilim. Onu affetmen kolay olmayacak, hatta affedeceğinden bile şüpheliyim. Eğer, affetmeye niyetlenirsen, bu çok kolay olmasın. Savaş, her ne kadar benim kanım, canım, oğlum olsa da hatta, onun gözlerindeki sana karşı olan sevgiyi ve pişmanlığı görmüş olsam da kendinden asla taviz verme kızım." Söylediklerinde ciddi olup olmadığını anlamak için, suratına bakıyordum. Oğlundan taraf olmasını beklerdim ancak o, benim tarafımda gibiydi.
"Savaş, bunları duyarsa size çok kızabilir." Daha önce, babasıyla karşı karşıya geldiğine şahit olmuştum. Bunları duysa, neler olacağını az çok kestirebiliyordum.
"Hiçbir şey yapamaz o eşek sıpası. Ben kayınpederin olarak değil, bir baban olarak her zaman yanında olacağım. Kendini, mecbur olmadığın hiçbir şey için şartlandırma. Başkalarının isteğine göre yaşama. Ne yapmak istiyorsan onu yap, neyi yaşamak istiyorsan onu yaşa. Bu hayata bir defa geliyoruz, ne olup ne kalacağımız belli değil. Bak, bizim yaşımız bile 60'ın ortalarına dayandı. Ömür dediğin, çabuk geçiyor." Söylediklerine gülümsemeden edemedim. Ağlarken, güldürmüştü beni.
"Sana, bir baba tavsiyesinde bulunmadan da geçemeyeceğim. Az önce bana sorduğun sorular var ya, onların cevaplarını, Savaş'ı gözlemleyerek bulabilirsin. Kestirip atmadan, ne olup bittiğine bakarsan, en azından ileride "Acaba?" diye sormayacaksın kendine. Benim oğlum sıpadır falan ama hatalarını da telafi edebilecek olgunlukta. Geçmişte yaşadıklarını, az çok sen de biliyorsun. Şu an, biraz kötü durumda. Zamanla iyileşeceğine ve düzeleceğine eminim." Acaba, Devran bey de Savaş'ın terapiye başladığını biliyor muydu? Bu konuşmasını ona yormuştum çünkü.
"Şey... Siz, Savaş'ın terapiye gittiğini.." Ben, konuşmamın devamını getiremeden susturmuştu beni.
"Bunu nereden öğrendin?" Şaşırmış gibiydi biraz. Bilinmemesi gereken bir şeyi öğrenmişim hissi vermişti bana sorusuyla.
"Nerden öğrendiğimin pek bir önemi yok, hem bu aramızda kalsın lütfen. Ben, bilmiyormuşum gibi devam etsin. Sadece, siz Savaş'ın terapiye gittiğini biliyor musunuz?" Mehmet Emin abiyi zor durumda bırakmak istemiyordum.
"Evet, yıllar önce gittiği terapistine gitmeye başladı tekrardan. Umarım, bu sefer tam anlamıyla iyileşir." Babasının da haberi vardı demek. Bu, beni sevindirmişti. Gizli kapaklı, benden habersiz bir şeyler yapıyordu ancak, ondan haberdar olan birileri vardı en azından.
"Neyse kızım, hava da iyice soğudu. Gel, sana ve torunlarıma bir sıcak çikolata ısmarlayayım."
Ondan gelen teklifi reddedemedim ve beraber, hastanenin kafeteryasına gittik. Bana sıcak çikolata, kendine de çay alıp, uzun uzun gençliğini anlatmıştı. Bilgehan hanım ile yaşadıklarını dinlemek, ara ara beni üzse de genelinde yüzümü güldürmüştü.
Saatler öylece geçip gitmiş, karşımda oturan yaşlı adam, karısını özlediğini söyleyerek beni Savaş'ın kaldığı odanın koridoruna bırakıp gitmişti. Onlar da kendilerine ayrılan özel bir odada kalıyorlardı.
Savaş'ın odasından çıkan hemşireden öğrendiğim kadarıyla, odasında tek başınaydı. Her ne kadar biraz tereddütlü olsam da odaya girdim. O, uyuyordu. Odasının açık olan ışığını söndürdükten sonra, uzanmak üzere odanın penceresinin önünde bulunan kanepeye doğru yönlendirdim adımlarımı.
Kanepeye boylu boyunca uzandıktan sonra, yüzümü onun tarafına döndüm. Gözlerim kapanana kadar onu izleyip, uzun uzun düşünme fırsatı bulmuştum. Bir karara varmıştım bugün, ona karşı yumuşamayacaktım ama değişip değişmediğini de gözlemleyecektim. Madem, beni ve bebeklerimizi kazanmak istiyordu, mücadele edecekti. Ne yapıp ne edip beni kendisine inandıracaktı, başka türlüsü olmazdı. Onun çabaladığını görecektim, bizim için her şeyini ortaya koyacaktı. Ben, elimden geleni yapmıştım bugün, her şeye rağmen ona tolerans göstermiştim. Ona karşı içimde ne sevgi vardı ne de ufak bir his. Bunu değiştirmek onun elindeydi, ya sevgimi hak edip kazanacaktı ya da sonsuza kadar beni kaybedecekti.
Yarının güzel şeyler getirmesini diliyordum, çünkü bugünden ve geçmişten çok yorulmuştum. Bugün, bizim için bir milat mıydı? Yoksa, bir son muydu? Bu soruların cevaplarını Savaş'ın yaptıkları ve yapacakları belirleyecekti. Uyumadan önce tek dileğim, her şeyin hayırlısının ve en güzelinin olmasıydı..
Savaş'tan
Odanın kapısının açılma sesiyle, az önce giden hemşirenin, tekrardan geldiğini düşünmüştüm. Ancak, içeriye giren kişi Defne'ydi. Ben, onu görmüştüm ama o, benim uyanık olduğumu fark etmemişti. Ben de ışık hızıyla gözlerimi kapatmış, onun ne yapacağını beklemeye koyulmuştum.
Benim uyuduğumu sandığından olsa gerek, odanın ışığını kapattı. Odanın karanlık olmasını fırsat bilerek, gözlerimi az da olsa aralayıp, onu izlemeye başladım. Yatağımın karşısındaki kanepeye uzanıp, özlediğim yüzünü bana doğru dönmüştü. Beni izliyordu, bu gerçek olabilir miydi? Normalde, beni görmeye bile tahammülünün olmadığını biliyordum. Ancak, neden bana bu kadar uzun baktığını anlayamamıştım. Öğlen, beni görmeye tahammül edemediği için kaçıp gitmemiş miydi zaten?
Dakikalarca, bana baktı, baktı ve baktı. En sonunda da uyuyakaldı tabii. Bu sefer de ben onu izlemeye koyuldum.
Bacağım kırıktı, boynumda kırıklar, kollarımda da çatlaklar vardı. Kaburgamdaki çatlaklar yüzünden, zar zor nefes alıyordum. Ağrı ve sızılarım yüzünden inlememeye dikkat ederek, saatlerce İzledim Defne'yi. Her ne kadar, bulunduğumuz ortam karanlık olsa da odanın penceresinden vuran ay ışığı sayesinde, onu görebiliyordum.
Karnındaki bebeklerimize de kayıyordu gözüm. Onlara ve annelerine büyük bir haksızlık yapmıştım. En önemi zamanlarında yanlarında olamamıştım. Acaba cinsiyetleri neydi? Kız mı yoksa erkek mi? Her iki ihtimale de tamamdım ancak, sıcağı sıcağına cinsiyetlerini öğrenememek, içimde bir ukde olarak kalmıştı.
Şu terapi meselesini Defne'ye anlatsa mıydım? Anlatsam, belki de şu an da bu halde olmazdık. Ancak, anlatmamam daha iyiydi. İyileştiğim zaman, ona sürpriz olmalıydı. Bu konuda kalbi çok kırıktı ancak, iki kat daha uğraşıp telafi edecektim.
Aldığım ilaçların dozundan mıdır bilmem, yavaş yavaş gözlerim kapanmaya başladı. Uyumadan önce tek dileğim ve duam, karşımda yatan canımın içinin ve canımın parçalarının beni affetmesiydi. Defne'nin, bana karşı göstereceği tek bir güler yüz için bile, canımı vermeye hazırdım. Belki de hiç hakkım olmayan şeyleri istiyordum. Ancak, umut etmekten de vazgeçmiyordu bir yanım. Küçük bir şans, sadece son bir şans...
◮◮◮
Defne'den
Kulağıma, belli belirsiz uğultu sesleri geliyordu. Uyku mahmuru halimle, duyduklarımı idrak etmeye çalışıyordum. Konuşmanın bir yerinde, adımın geçmesiyle algılarım iyice açıldı. Gözlerimi açmadan ve uyuduğum kanepenin üzerinde milim hareket etmeden, konuşulanlara kulak kabarttım.
Savaş ve Mehmet Emin abinin arasında geçen bir konuşmaydı. Sesleri o kadar kısık geliyordu ki, bu durumu benim uyanmama dikkat etmeye çalışmalarına bağlıyordum.
"Sabaha kadar karını mı izledin abi?" demişti, Mehmet Emin abi gülerek. Duyduklarıma inanmıyordum. Ne yani, beni mi izlemişti Savaş?
"Sessiz ol, uyanacak. Hem ne olmuş izlediysem? O, benim karım. " demişti Savaş. İnkar etmiyordu.
"Sabaha kadar izleyeceğine, keşke kızı uyandırsaydın abi. Hamile haliyle, gitmiş küçücük kanepede uyumuş. Eminim, uyandığında her yeri tutulmuş olacak." Mehmet Emin abinin alaylı sesi geldi kulağıma. Aslında, hiçbir yerim tutulmamıştı, hatta çok rahat bir uyku uyumuştum.
"Uyandıracaktım ama çok derin uyuyordu. Uykusunun bölünmesinden korktum." demişti, karşılık olarak Savaş. Babasının dediği gibi, sıpaydı falan ama düşünceliydi.
"Uyandırmaman da iyi olmuş aslında, kız yorgun tabii. Kaç gündür, senin uyanmanı beklemekten doğru düzgün uyuyamadı." diyen Mehmet Emin abiyi duymamla, bir hışımla açtım gözlerimi. Ona çemkirmek istiyordum ama yapmayacaktım.
"Gerçekten uyanmamı mı bekledi? Benim yüzümden uyuyamadı mı?" İnanamamış gibiydi kardeşinden duyduklarına. Bu, hiç hoşuma gitmemişti. Utanmıştım çünkü.
"Bu durumdan yanlış bir anlam çıkarmasan iyi edersin Savaş. Bebeklerimin babasız kalmasından korktuğum için bekledim uyanmanı, sana çok meraklı olduğumdan değil." Dilin kemiği yoktu ne yazık ki. Utanmamın bedelini, Savaş'a ödettiğimin farkındaydım. Onun, hayal kırıklığı dolu bakışlarını görmem, bunu tescillemişti zaten.
"Merak etme Defne, başka bir anlam çıkarmam." Kırılmıştı, sözlerim sert olmuştu biraz. Üzüntüyle, zar zor yutkundum.
Ona bakarken, üzerine örttüğü çarşafın sağ tarafındaki kan lekesini görmemle, ne yapacağımı bilemedim.
"Me-mehmet Emin abi... onun, Savaş'ın üzerinde kan var."
◮◮◮
Aradan saatler geçti. Karşımdaki adam, mışıl mışıl uyuyordu. Dikişleri patlamıştı, buna bizzat sebep olan kişi bendim. Karaciğerinin bir milim üzerine saplanan cam parçası yüzünden ameliyat olmuştu ve bu nedenle de sağ tarafında boydan boya bir dikiş vardı. Onun, sağ tarafındaki kanepede de ben uyumuştum. Sabaha kadar benim olduğum tarafa dönüp, beni izlediği için, dikişlerine dikkat etmemişti. Sonucunda da dikişleri patlamıştı.
Kan kaybından bayılmadan önce, bana karşı olan kırgın bakışı, gözlerimin önünden gitmiyordu bir türlü. Vicdanım susmuyordu. Onun bu halde olması, beni oldukça zorluyordu. Kendimi, kötü biriymişim gibi hissediyordum.
Ben onun başında beklerken, elindeki tost ve ayranla Mehmet Emin abi de geldi yanımıza.
"Olanlar yüzünden, kahvaltı yapamadın. Bir lokma da olsa bir şeyler ye lütfen." Elindekileri, kucağıma bıraktı. Mahcup bir şekilde bakıyordum yüzüne.
"Niye zahmet ettin ki abi?"
"Ne zahmeti? Abim bu haldeyken, bana emanetsiniz. Senin ve yeğenlerimin başına bir şey gelse, benim sorumluluğumda gelmiş olur. Size bir şey olursa, abim beni öldürür." Son cümlesinde, şakadan da olsa sesini korkmuş bir şekilde çıkardı.
Kucağıma koyduğu tosttan bir iki ısırık alıp, günlerdir içimde olan şeyi, birileriyle paylaşma kararı aldım. Yeğenlerim yeğenlerim deyip duruyordu, en azından cinsiyetlerini öğrenmeliydi Mehmet Emin abi.
"Yeğenlerinin cinsiyetini merak ediyor musun abi?" Ağzımdaki lokmayı bitirip, abisinin ayak ucuna oturan adama verdim tüm dikkatimi. Sorduğum soruyla, yüzünde kocaman bir gülümseme oluştu.
"Merak ediyorum ama abimin haberi var mı?"
"Yok abi, niye sordun ki?" Doğru ya, yaşananlar yüzünden Savaş'a bir şey söyleyememiştim.
"Kızım, bebeğin babasından önce, cinsiyetini gelip de amcasına söyleyecek değilsin ya. Abim uyandığında, ona söyledikten sonra söylersin bana da. Meraktan çatlasam da bekleyeceğim sıramı artık."
"Tamam abi, ona söyledikten sonra, söylerim sana da." demiştim, gülümsemeye çalışarak.
Bir yandan tostumu yiyor, diğer yandan da Mehmet Emin abi ile sohbet ediyordum. Biz ikimiz sohbet halindeyken, Savaş'ta uyanmıştı. Abisinin uyandığını gören Mehmet Emin abi, işi olduğunu söyleyerek ayrıldı yanımızdan. Muhtemelen, bebeklerin cinsiyetini söylemem için, bana fırsat tanıyordu.
İlk başlarda, Savaş'a bakmakta çekinsem de sonrasında başımı dikleştirip, gözlerimi ona diktim. Beni izliyordu. Aramızda yaşananlara rağmen, tek bir suçlayıcı ifade olmadan...
Oturduğum koltuktan kalktım yavaşça. Onun yan tarafına gidip, yatağının boşlukta olan tarafına oturdum. Konuşmaya başlamadan önce sesimi düzeltmiş, olacaklara kendimi hazırlamaya başlamıştım. Bu kadar heyecanlanacak ne vardı sanki? Onun tepkisini merak ettiğimden, yerimde duramıyordum. Heyecandan, gerilmiştim.
"Savaş, seninle konuşmam gereken önemli bir konu var." Sesim titremeden ve yanlış bir şey söylemeden, doğru düzgün bir cümle kurabildiğim için, içten içe kendimi tebrik ediyordum.
"Söyle Defnem." Adımın yanında kullandığı sahiplik eki yüzünden, ağzım açık kalmıştı. Meraklı gözlerle beni izlediğini görebiliyordum ama tepki veremiyordum. Bir süre sonra kendime geldiğimde, derince bir nefes aldım. Hızlıca söyleyip geçecektim. Beklemeye gerek yoktu.
"İkizlerin ikisi de erkek." Tek nefeste söyleyivermiştim.
Önce, uzun uzun yüzüme baktı. Sonra, gözleri karnıma gitti ve bir süre boyunca orada takılı kaldı. Gözlerinden yaşlar akıyordu, ne yapacağımı bilememiştim.
"Teşekkür ederim." Ağlıyordu, sadece bu iki kelime dökülmüştü dudaklarından. Ben, ağlamaması için telkinlerde bulunacakken, o konuşmasına devam etti.
"Sana, sonsuz kez teşekkür ederim, Allah'ıma da binlerce kez şükürler olsun ama özür dilerim Defne." Neden özür dilemişti ki? Ağlaması da şiddetlenmişti hem.
"Ne-neden özür diliyorsun ki?" Neyi kaçırmıştım acaba?
"Bu önemli anında, yani bebeklerimizin cinsiyetini öğrenirken, yanında olamadığım için özür dilerim. Seni yalnız bıraktığım için, çok özür dilerim." Ağlamaları iç çekişlere döndü. Neyi kast ettiğini anlayabiliyordum.
"Sorun değil, lütfen bunları konuşmayalım şimdi." Yeri ve zamanı değildi. Biraz da güzel şeylere odaklanmamız gerekiyordu.
Verdiğim cevabın ardından, alçısız olan kolunu bedenimde hissettim. Bana sarılıyordu!
"Savaş dur! Dikişlerin açılacak, boynuna bir şey olacak." deyip, geri çekilmeye çalıştım ama onun kıskacından kurtulamadım.
"Böyle yapmaya devam edersen, dikişlerim o zaman patlayacak." Neyi ima ettiğini anlamıştım. Debelenip durmamı kast ediyordu. El mecbur, hareketimi sonlandırdım ben de. Sabahki gibi, kan revan içinde kaldığı bir görüntüyü görmek istemiyordum.
Bir süre boyunca sarıldı. Arada, derin derin nefesler alıyordu. Kaburgası çatlaktı ya, acaba nefes almada güçlük mü çekiyor diye, suratına bakıyordum. Ancak, öyle değildi. İyi görünüyordu. Sanki, kendi hür iradesiyle kokumu içine çekiyor gibiydi.
Sarılması yeterli gelmiş olacak ki, kolunu çekip, karnıma getirdi. Yavaş yavaş, karnımın üzerini ovuyordu. Dokunuşlarıyla ürpermiştim fakat ona belli etmemeye çalışıyordum.
"İnşallah, sağ salim kucağımıza alırız sizi. Annenizi ve sizi canım kadar çok seviyorum. Önce Allah'a, sonra da ona emanetsiniz." Karnımdaki elini çekip, tekrardan sarıldı bana. Bu sefer, saçlarımda dudaklarını hissetmiştim. Öpücük kondurmuştu. Kendimi, hiç rahat hissedemiyordum. Ancak, geriye de çekilemiyordum.
"Sana söz veriyorum, sende açtığım tüm yaraları saracağım. Sana, hayatım ve gelmişimin geçmişimin üzerine söz veriyorum, beni affedebilmen için elimden gelen her şeyin en iyisini yapacağım. Sende ne kadar acı varsa, hepsi bir bir bana geçsin Defne. Yeter ki, artık benim yüzümden üzülme." Sözlerini bitirdikten sonra, bıraktı beni. Şimdi, öylece birbirimize bakıyorduk.
"Ya saramazsan, ya seni affedemezsem Savaş." Yapacağını söylüyordu ama ya yapamazsa ?
"Seni kaybedecek olma düşüncesi, bana ölecekmişim hissini veriyor. Ben, seninle ve bebeklerimizle uzun bir ömrü paylaşmak istiyorum. Seni bu kadar geç bulmuşken, kaybetmeye hiç niyetim yok. Hem, seni kaybedersem, dayanamam da zaten. Nefes aldığım süre boyunca, beni affedebilmen için uğraşacağım hep. Başaramazsam, beni affedemezsen de senin o güzel canın sağ olsun."
Devam edecek...
-Bölüm sonu-
-Bölümü nasıl buldunuz?-
Hilal💜