''Alo Sinem.''
''Gonca! İnanmıyorum. Sahiden sen misin?''
''Evet benim.''
''Neredesiniz be güzelim? Çok merak ettik ama. Her yerde sizi aradık. Mert nasıl?... (sessizlik)... Konuşmayacak mısın?... O halde neden aradın?''
''Ben... Benim sizden başka kimsek yok ve... Hemen İzmir'e gelmelisiniz abla. Mert'i almalısınız. Adresi size mesaj olarak atacağım.''
''Ne diyorsun sen Gonca? Ne İzmir'i?''
''Lütfen bana bir şey sorma. Gelince her şeyi öğreneceksiniz zaten. Acele edin ve Allah'a emanet olun. Mert'e de onu çok sevdiğimi söyleyin.''
''Gonca?!''
...
''İyi günler memur bey. Az önce balkona çıktığımda fark ettim. Evimin karşısında oturan komşum avizesinin zincirine bir ip bağlıyor. Altına da bir sandalye koydu. Evet eminim. Otuzlu yaşlarında bir bayan. Tabii ki biliyorum. Tamam, söylüyorum hemen. Basmane, Çiçek Sokak... Sanırım kapı numarası yedi. Peki. İsmim mi? Gonca ben. Gonca Kaya.''
Katilinin adıydı bu. Aklına onun isminden başka bir isim gelmemişti. Fark eder miydi? Ona göre etmiyordu artık.
Önce oğlunu, sonra cesedini emanet edeceği kişilerle görüştükten sonra çıkmıştı sandalyenin üzerine. İçinden acilen çıkması gerektiğini hissediyor, bedenini -bir kelebeğin kozasını parçalaması gibi- ezip geçmek istiyordu. Hak ettiği o sıfatı taşıyamayacak kadar güçsüzdü çünkü. Bu mevcut acının yanında ölmek, zor olamazdı. Hali hazırda yaşamaktan 15 dakika kadar önce istifa etmiş, nefes alıp vermeyi bırakmamıştı sadece. Ama umutlarını, çabalarını, hayallerini ve geleceğini üzerinden çıkarıp bir kenara atmıştı. Kendinden geriye hayal kırıklıkları, biraz kan ve biraz da kemik belki de... Ağır geliyordu onlar da. Bir an önce kurtulmalıydı kendinden. Ve kurtarmak istiyordu onu. Yine kendinden...
...
Selim'in ölümünden sonra Gonca'ya ulaşamamışlar ve onu bulabileceklerini düşündükleri her yerde aramışlardı. Şimdiyse bir an önce İzmir'e gitmeliydiler. Cep telefonunun ekranında yazılı olan o adrese, kafalarını acımasızca zımparalayan yüzlerce soru ile.
Zor olmadı. Kuşadası'ndan İzmir'e ulaşmaları 1 saat 15 dakika sürmüş, evi bulmalarıysa 10 dakikalarını almıştı. Doğru adreste olduklarını bir polis aracının yanında duran ambulansı gördüklerinde anlamışlardı. İstemeseler de, tahmin edebiliyorlardı. ''Mert'e onu çok sevdiğimi söyleyin.'' Anlamış ama kabullenmek istememişlerdi. Ancak kendisi söyleyemeyeceği için bunu onlardan istemiş olabilirdi. Ama neden? Kendilerine soruyorlardı bunu. Neden oğlunu babasızken, üstüne üstlük bir de annesiz bırakmıştı ki? Olanlara anlam veremiyorlardı. Gerçeği öğrendiklerinde ise hiç merak etmemiş olmayı dileyeceklerdi. Bu çirkinliği hiç bilmemiş olmayı...
Her şeyi umursasalar da onları ilgilendiren tek şey Mert'ti aslında. O telefon onun için açılmış, o tuhaf görüşme onun için yapılmıştı. O, Rıfat ve Sinem'e bırakılan bir mirastı artık.
Alp isminde 10 yaşında bir oğulları vardı. Rıfat, vergi dairesinde veznedar, Sinem ise sınıf öğretmeniydi. Maddi açıdan hiç sıkıntı çekmemişler, büyük ihtimalle de hiç çekmeyeceklerdi. Çalışkan, dürüst ve maneviyata değer veren insanlardı onlar. Merak, endişe ve korkuları bu yüzdendi. Gonca'nın geçmişi, Mert'in geleceği için...
...