🥀Bazen bir gülümseyişi, bir bakışı en içinden çıkılmaz meseleleri bir anda çözüveriyordu.
Sodom ve Gomore, Yakup Kadri Karaosmanoğlu🥀
Sandaletimin içinde ayağımı rahatsız eden taşı çıkarmak için kaldırımın kenarına eğildim. Bu sırada Emine de arkamdan koşup nefes nefese kalarak bana yetişti. Tahmin edilebileceği gibi sabah uyanamamış ve provaya geç kalmıştım. Bir daha varoluşsal sancılar yaşamadan önce saate bakacaktım, aksi halde daha şiddetli olanlara gebe kalıyordum çünkü.
Bir yerlere geç kalmaktan, randevum varsa karşımdakini bekletmekten nefret ediyordum. Kural hastası biri değildim ama düzenli sayılabilecek bir hayatım vardı. Böyle yaşamanın her şeyi kolaylaştırdığını düşünüyordum ancak provaya geç kalmak üzere olduğum şu noktada, üstelik ekipten Eleonora'yı canlandırmak isteyen başkaları eksiğimi görmek için pusuda beklerken hayatım hiç kolay değildi. Geç kaldım diye rolü benden alacak halleri yoktu belki ama yine de ellerine koz vermiş olurdum. Buse denen o kız, replikleri zaten ezberinde olan Eleonora'yı bu türlü bahanelerle üzerine alırsa, bana suflörlük yapmak kalırdı ve inanın yapılacaklar listemde sahne arkasında yer almak diye bir madde yoktu.
Acele işe karışan şeytanın adi oyunlarından biri olduğunu düşündüğüm taşı çıkarıp tekrar, bu sefer daha da hızlı koşmaya başladım. İzmir'in göz kamaştıran güneşi ve insanı canından bezdiren sıcağı altında yarınlar yokmuşcasına koşuyordum. Emine'nin bu aktiviteye zevkle eşlik ettiğini söylemek isterdim fakat bu büsbütün yalancılık olurdu.
"Sadece yarım saat geç kaldın diye prenses değiştiremezler. Allah aşkına yavaşla dalağım şişti artık!"
Hızımı biraz bile kesmeden koşmaya devam ettim. Kusura bakmayın ama o kadar hazırlandıktan sonra oyunculara replik hatırlatacağıma, ayağımı kaybetmeyi tercih ederdim şu an.
"Benimle gelmek zorunda değilsin. Yorulduysan eve dönsene."
Kelimelerin yarısını hali kalmadığı için tükürürcesine söyleyerek cevap verdi.
"Sana yıldızlı geceler dileyen yakışıklıyı görmeden ölmeyeceğim. Tanışırken kalp krizi geçirme riskim olsa bile."
Laf yetiştirecek mecalim olmadığı ve okuma provası yaptığımız geçen günkü kafeye çok yaklaştığım için Emine'yi umursamadım. Sadece bir dakika sonra, ellerim dizimde ve dilim dışarıda, yorgunluktan perişan olmuş halde girdim içeri. Bereket versin ki masadakiler ilgiyle önlerindeki metine bakıyordu da mekandan içeri kırmızı bir domatesin girdiğini farketmediler.
Kapıda birkaç saniye nefesimi toplayıp saçımı düzelttikten sonra yanlarına yaklaştım. Tahmin ettiğim gibi çoktan başlamışlardı. Bana ayrılan yere sessizce otururken, varlığımın farkına varan ilk kişi Semih oldu.
"Geç kaldın, bir sorun yok değil mi?"
Mahcup olmuş bir şekilde dudaklarını birbirine bastırdım.
"Kusura bakmayın, uyanamadım."
"Gece eğlenceli geçti galiba." diye araya giren Oğuz'du. Sesinde gereksiz bir ima mı vardı yoksa fazla adrenalin beynimi sulandırdığı için bana mı öyle geldi bilemedim. Başımı ona çevirip manasız bir bakış atmakla yetindim sadece.
"Gece diyorum, canın aradı ya. Baya eğlendin galiba uyanamadığına göre."
Göz devirerek yanıtladım saygıdeğer rol arkadaşımı. Gecemi renklendiren de, buraya geç kalmama neden olan da dolaylı yoldan kendisiydi ama bundan bahsetmedim.
"Ne demezsin. Emine de inanılmaz eğlenceli bi insandır zaten."
Ela gözleri mükemmel bir buluş yapmışcasına parladı. Bütün yüz kasları ritmik hareketlerle gevşedi, dudaklarından uzun bir soluk çıktı ve ben hepsine teker teker şahit oldum. Dikkatli bakan birinin Oğuz'un yüzüyle çizdiği tabloları kağıda dökebileceğine inanıyordum. Mimiklerini tam hakimiyetle kontrol ediyordu çünkü.
"Dün seni arayan arkadaşının adı Emine miydi?"
"Evet." diye bomboş bir cevap verip çantamdan metni çıkardım. Ayrıntıyı görmediğimi düşünüyorsa yanılıyordu, onu yakalamıştım. Ve avımı yavaşca öldürmekten hoşlanıyordum.
"İnsanların telefonlarına izinsiz bakmak ayıp bir şeydir." diye devam ettim sakinlikle. İçimden de bu dedikoducu çocuğun yanında yaptığım hareketlere dikkat etmekle ilgili ikinci kez uyarı geçiyordum. Gördüğü şeyi arkadaşlarının olduğu whatsapp grubunda, gece yarısı haberi olarak paylaşmadığına beni kimse ikna edemezdi.
Gıybet zehirli yılan gibidir sevgili Sergio, dönüp dolaşıp sonunda sahibinin boynuna dolanır!
"Gözümün önünde açtın, bakmamam imkansızdı."
Tek kaşımı kaldırdığım ve içten ice havalı olmasını umduğum bir bakış atıp önüme döndüm. Bu sırada da Emine, köşedeki büfeden aldığı suyu yarılamış halde içeri girip aramıza sandalye çekti.
Bilirsiniz, bazı belalar geliyorum der.
"Merhaba, ben Emine."
Kendini tanıtıp elini sıkması ve onunla tanışması için direkt olarak Oğuz'a elini uzattı. Bana bir bakış bile atmadı. Az önceki konuşmada adını vermemiş olsam manyak gibi görünecekti muhtemelen. Gözündeki vahşi parıltıya şahit olsaydınız, bunun masum bir girişim olmadığını da anlardınız.
Oğuz'un tüm insanlığa gülümseme armağan etme huyu ve sıcakkanlı bir adam oluşu sayesinde olaysız tanıştılar. Benim dahil olmadığım, spontan gelişen ve ikimizin dostluğunu özetleyen kısacık bir sohbetin ardından da arkadaşım bizi daha fazla rahatsız etmemek için kafeden ayrıldı. Gerekli malumatı almış olmasa akşama kadar masadan kalkmazdı, kendisi stalk alemine gönül vermiş kararlı bir ajandı çünkü.
O gidince biz de oyuna konsantre olup birkaç sayfa ilerledik. Dün gece neredeyse ağlayarak beni aradığı tirada gelene kadar da da oyun dışı bir şey konuşmadık. Sandalyedeki birkaç rahatsız kıpırdanış ve attığı kaçamak bakışların sonunda, provayı sabote edip kısık sesle sordu.
Şimdiye kadar dayanması bile mucizeydi zaten.
"Çok mu kızdın?"
Neden bahsettiğini anlamayıp kaşlarımı çattım.
"Efendim?"
"Telefonuna baktığım için diyorum, çok mu kızdın?"
Çocuksu bir mahcubiyetle kaldırdığı kaşları karşısında dudaklarımın yukarı doğru kıvrılışını engelleyemeyeceğimi anlayınca çabalamaktan vazgeçtim. İyi huylu, tabiatında gülmek olan, herkesi mutlu etmek için insanüstü gayret gösteren birinin yanında uzun süre ciddi kalamıyordunuz.
Gülümsediğimde, Oğuz da aynı hareketle bana karşılık verdi.
"Kızgın değilim." dedim Buse'nin masanın diğer ucundan bize bakmasını umursamayarak. Sonuçta ben burada, işimin başındaydım. Partnerimle iyi anlaşmak da görevlerim arasındaydı. Kaytarmakla da suçlanamazdım ki zaten Oğuz bu suçu üstüne almaya baştan gönüllü olurdu.
"Sadece biraz gerginim."
Bu kısa cevapla Oğuz gibi birini ikna etmek kolay değildi. Nedenini elbet soracaktı, o yeltenmeden masada anlatamayacağımı söyleyip geçiştirdim ve biz, Oğuz beyin tüm kaynatma çabalarına ve istediği sınırsız doğaçlama hakkı için Semih'le ettiği kavgalara rağmen provayı eksiksiz tamamladık.
Bu ekibe gazi unvanı verilmeliydi. Oğuz'u ciddi bir işe ikna etmekle, başınızın üstündeki kırmızı elmaya atış talimi yaptırmak arasında fark yoktu çünkü.
Tatlı biri olduğunu hepimize kanıtlamıştı fakat kesinlikle kolay bir adam değildi. Bunu en ufak tartışmada dahi kasılan çenesinden ve ısrarcı tutumundan anlayabilirdiniz. Semih'e kısa süre merhamet beslememe neden olmuştu kendisi.
Elimde soğuk limonatamla, en azından günü bitirmiş olmanın verdiği keyifle kafeden çıkarken de yanımdan ayrılmadı. Aslına bakarsanız dışarıya karşı ciddi ve soğuk biriydim ama bu tavrım Oğuz karşısında işlemiyordu. İstediği sohbeti mutlaka başlatıyor ve sonunda amaçladığı şey neyse eninde sonunda oraya varıyordu. Kaldırımın ortasında kendinizi "Bu Buse ne iş?" sorusunu cevaplarken buluyordunuz ve inanın, sizi milim milim işlerken bunu ruhunuz bile duymuyordu.
"Roller paylaşılırken Eleonora'yı almak için çok uğraştı." diye başladım. Gerçekten de öyleydi.
Bizim rol dağılımı yaptığımız gün Buse'nin işi çıkmıştı ve aramıza katılamadığı için bu Eleonora tutkusundan haberdar değildik. Yemin ederim en başta kendisi isteseydi, önüne taş koymaz ve rolü almasına sesimi çıkarmazdım ancak bir gün sonra,
"Ben asla suflör olmam!" yırtınmalarıyla gruba girmesi sinirime dokunmuştu. Oklarını direkt bana çevirmesine de gıcık olmuştum. Bu hikayenin tek prensesi ben değildim ve prenses olmaya karşı özel bir hassasiyetim ya da sahnede uzun süre kalma gibi emellerim de yoktu. Yine de bu kıza istediğini vermemiştim. O günden beri de açığımı arayıp rolü benden almak için elinden geleni yapıyordu.
Çirkef biri değildim, gerçekten. Sanatçı tutkusuna da saygı duyardım ama bir şeye bu kadar saplantı duymanın anlamı olduğuna inanmıyordum. Bir rolü sevmek yahut sahip olmak istemekle, o role takıntılı olmak arasında fark vardı.
Tüm bunları detaylarına kadar anlattığımda Oğuz'un yüzü tarif edemeyeceğim bir ifadeyle kaplandı. Buse'nin yaptığını onaylamayan ve biraz da küçümseyen bir ifadeyle.
"İyi de, bu rolü o oynayamaz ki." dedi sakince. Bunu o kadar inanarak söylüyordu ki, gerginliğimin başımdan aşağı yavaşça kayan su damlaları gibi toprağa döküldüğünü ve hafiflediğimi hissettim.
"Bak ben repliklerden, kostümden ya da makyajdan anlamam." diye fikrini açıklamaya girişti. Ağzından çıkanlara ikna olmayı ne kadar çok istediğimi de o an farketmiştim.
"Ama sahnedeki oyuncunun ışığından anlarım. Bazıları parlar ve seyirci o sahneye adımını atar atmaz başrol olduğunu anlar."
Derin bir nefes aldıktan sonra bana bakarak devam etti.
"Onda bir prensesin ışıltısı yok. Eleonora'yı senden başkası oynayamaz."
Bugüne kadar onlarca iltifat almıştım. Popüler kızlardan değildim belki ama ara sıra beni beğenenler çıkıyordu. Yine de az önce duyduğum, hayatım boyunca aldığım en güzel iltifattı.
Bir prensesin ışıltısına sahip olmak, parlamak...
Kesinlikle güzel, çekici ya da seksi olmaktan bin kat iyiydi. Bu cümleyi kalbimin ücra ve korunaklı bir köşesine sakladım. Keşke çiçek olsaydı da kitabımın arasında kurutup, saklayabilseydim. Kokusundan parfüm yapıp üzerime sürebilseydim ya da fotoğrafını çekip evin en güzel duvarına asabilseydim. Bunları yapmayı çok isterdim.
Elimden hiçbiri gelmedi. Sadece, yanaklarımın kızarmasına aldırmadan boğazımı temizleyip teşekkür edebildim. Oğuz da her zamankinden daha mahcup ve küçük bir tebessümle yanıt verdi.
Pansiyonun önüne geldiğimizi farkettiğimde, yaklaşık birkaç dakikadır yüzüme asılı kalan tebessümü büyütüp, yarın yine görüşmek üzere Oğuz'la vedalaştım.
"Eşlik ettiğin için saol. Dönerken günün kritiğini yapmak hoş oldu."
"Burası zaten yolumun üstü. Sayende ilk defa sıkılmadan yürüdüm."
Burası gerçekten yolunun üstü müydü yoksa beni bırakmak için bahane mi üretmişti merak ettim.
Hangisini tercih ederdim onu da bilemiyordum açıkçası. Her prova sonrası onunla yürümek mi yoksa benimle yürümek için yolunu değiştirmesi mi daha güzeldi, karar veremedim.
Küçük bahçenin kapısını açarken Oğuz'un sesini bir kez daha duydum.
"Biz bugün yine sahilde oturacağız. Gelirsen çok sevinirim, yani seviniriz."
Bileğimdeki saate bakıp, dinlenmek için yeterince vaktimin olduğunu anlayınca olumlu anlamda başımı salladım.
"Olur, ama bence bu sefer o kadar çok çekirdek getirmeyin."
Alışık olduğum ve artık üzerimde izler bırakan gülümsemesiyle karşılık verdi.
"Bugün çekirdek yok. Tolga beyin bebeksi suratında sivilce çıkmış da."
Sonuna doğru suratını asıp göz devirdiği cümlesine kıkırdayarak el sallayıp içeri girdim. Kapıyı kapatır kapatmaz arkama yaslanıp derin bir nefes verdiğimde, Fulya hanımla göz göze geldik. Tek kaşını kaldırmış, muzip bir şüpheyle bana bakıyordu. Tam bu an, işlerin içinden çıkamayacağım kadar karışık bir noktaya ilerlediğinin ayrımına vardım.
Kalbim kontrolü kaybetmişti ve ben, bir uçurumdan aşağı yuvarlanır gibi son sürat Oğuz'a düşüyordum...
Bölümlerin çok az okunup oy alması beni biraz üzüyor. İçi dolu ve sıcak bir hikaye yazmaya çalışıyorum ama destek görememek bende duvara konuşuyormuş hissi yaratıyor.
Oy ve yorumu esirgememenizi, devam edebilmek için rica ediyorum. Aksi halde benim de hevesim azalacak.
Keyifli okumalar ❤️