Görsel için plettfrie 'e teşekkür ederim. 💙
Alt Başlık ⚜ Öyle bir bataktı ki bu, kurtulmak için birinin ölmesi gerekiyordu.
"Abi?" derken içimde bir yerlerde üstü örtülen, tüm umutların saklı olduğu kutunun kapağı açıldı. O yaşıyorsa, annem ve ablam da yaşıyor olmalıydı. O iyiyse diğerleri de iyi olmalıydı. Ona doğru yürümeye başladığımda sinirli bir yüz ifadesiyle "Olduğun yerde kal!" diyerek sesini yükseltti. Kızgınlığını anlayabiliyordum ama beni bulmuştu, yıllar sonra ilk defa karşılaşmış, yaşadığımı görmüştü. Şu durumda birbirimizin boynuna atlamamız gerekmez miydi?
"Abi yaşıyorsun." Olduğum yerde durdum ama hala bir rüyada gibiydim. "Annem, ablam, onlar nerede? İyisiniz değil mi?"
Arkamdaki Aras "Onu nereden tanıyorsun? Senin abin yok ki." diye sorduğunda şokla ona baktım. Nasıl yani?
"Asıl sen eniştemi nereden tanıyorsun?"
"Enişte mi? O zaman Dila senin ablan mı?" Ablamı tanıyordu. Eniştemi tanıyordu. Şokla ona bakarken "Nasıl olur? Onlarla tanışıyor muydun?" diye sordum.
"Emir'in kampından. Onlar..." deyip cümleyi yarıda kesti. Ailem bunca zaman Emir'in kampında mıydı yani? Neden her şey Emir'le bağlantılı çıkıyordu?
"Emir mi? Siz bunca zaman orada mıydınız?" Bu sefer ki sorum abimeydi.
"Evet. Ablanlar orada, merak etme herkes iyi." derken yüzü biraz yumuşamıştı, bunu fırsat bilip tekrar ona doğru ilerlemeye başladım ama "Dur orada!" diye yükselmesi bir oldu.
"Neden?" Çatılan kaşlarım hüzünle havalanmıştı.
"Mirza arkanı dön!" dediğinde şaşırarak Aras'a baktım. Onun gerçek adını da biliyordu. Demek ailemle aylar önce tanışmıştı, benden bile önce. Aras'la göz göze geldiğimizde ikimiz de şaşkındık. Başının arkasını kaşıyarak arkasını dönünce Gökhan abim "Şura havlun nerede?" diye seslendi. Ses tonundan sadece şu anki duruma odaklanmış olduğunu anlayabiliyordum. Abi kafayı mı yedin sen? Beni bulmuşsun, şimdi buna mı odaklanacaksın?
"Şu çantanın en üstünde." dediğimde çantanın içinden aldığı havluyu açtı.
"Gel." Koşa koşa yanına gidip havluyu kendime sardıktan sonra sımsıkı sarıldım. O da bana sarıldığında işte şimdi kavuşmuş olduk. "Abi! Sizi hiç bulamayacağım sanmıştım."
Eli ıslak saçlarımı okşarken "Seni çok özledik be Şura." dediğinde gözlerim yaşardı. Gözlerimi yumup ona daha da çok sarıldım. Sanki onda ablamın, yeğenimin kokusunu da alacakmışım gibi, özlemimi gidermeye çalıştım. Birbirimizden ayrıldığımızda Aras'a gelebileceğini söyledi.
"Yeğenim nasıl? İyi mi? Büyümüştür çok." Gözlerindeki sevinç buğulandı. Vereceği cevaptan ölesiye korkarken "Ne oldu? Doğmadı mı yoksa?" diye sordum.
"Doğdu. Çok güzel bir kız." derken hafifçe gülümsedi.
"Kız mı?" dedim şaşırarak, erkek bekliyorduk.
"Sürpriz yaptı bize. Ablanla sana benziyor."
İstemsizce yüzümde kocaman bir gülümseme belirdi. "Gerçekten mi?"
Yanımda duran Kapanın Sahibi "Gerçekten de benziyor. Hiç aklıma gelmemişti." dediğinde ona döndüm.
"Sen de gördün onu değil mi?" Acayip mutluydum, saçma sapan gülümsüyordum ama onların ikisi de mutluluğuma ortak değillerdi. Etrafta bir huzursuzluk vardı ama ailemi bulmanın sevinci bunu sorgulamama engel oluyordu.
Başını sallayıp beni onayladı. "Her şeyi anlat bana. Neden Emir'in kampına gittiniz? Hatta biz de gidelim... Ama, gidemeyiz." Aklımdan geçen her şey anlık olarak ağzımdan çıkıyordu. Onların yanına gitmek istiyordum. Anneme, ablama sarılmak, yeğenimle tanışmak istiyordum. Bir heyecanla bunları umut ediyordum ama şu an olması imkansızdı.
"Biz oradan kaçmaya çalışıyoruz Şura. Oraya tekrar geri dönemeyiz." Emir'den kaçmak için henüz bilmediğim başka bir nedenimiz daha olmuştu. Korkarak sordum.
"Neden?"
Aras'a baktı. "Listenin en önemli üç kişisinin buluşma noktası burasıymış."
Kaşlarım kafa karışıklığıyla çatılırken Aras "Sen de mi listedesin?" diye sordu. O da çok şaşırmıştı.
"Gökhan Pusat, üçüncü sıra."
Kapanın Sahibi'yle aynı anda sorduk. "Neden?"
"Çünkü Şura Deniz'i aramak için gizlice Emir'in grubundan kaçtım." dediğinde Aras'la birbirimize şokla bakakaldık. Mirza Korkmaz, Şura Deniz uğruna ikinci sıraya düşmüştü, abim de listeye gireceğini bile bile Şura Deniz'i bulmak için oradan kaçmıştı. Neden her şey Şura Deniz de bitiyordu? Benim gerçekten bağışıklığım mı vardı?
Abim "Gençler." dediğinde transtan çıkar gibi kendime geldim. "Sizin burada işiniz ne? Barınağınız var mı? Üstünüzü başınızı değiştirin, oturup konuşalım." Konuşacak o kadar çok şeyimiz vardı ki.
"İlerideki ecza deposunda kalıyoruz." Aras'la ikisi konuşmaya başladıklarında çantama eğilip kıyafet ayarlıyordum.
"Tahmin etmiştim." Nasıl ya? Bizim bilmediğimiz neler dönüyordu böyle?
"Nasıl?"
"Yaklaşık iki haftadır sizi arıyorum." Arkamı dönüp onlara baktığımda abim elleri belinde Aras'a kızgın bakışlar atarken, o da kaşlarını çatmış düşünüyordu. Başını kaldırdığında gözlerindeki şaşkınlığı gördüm. "Sendin o."
Kimden bahsediyordu? "Evet. O günden beri peşinizdeyim."
"Neyden bahsediyorsunuz siz?" diye sorduğumda Aras cevap verdi. "Emir'in adamlarından kaçtığımızda bizi koruyan kişi."
"Sen miydin! Orada ne işin vardı?"
"Dedim ya, Şura Deniz'i arıyordum. Birden sizi gördüm."
"Ne yapacaksın şimdi?" Şura Deniz'i bulmuştu işte. Bundan sonra ne olacaktı?
Gökhan abimden önce Kapanın Sahibi konuştu. "Her şey aynı devam edecek. Bir yolunu bulacağız!"
"Evet ama önce bir konuşalım."
Konu orada kapandığında üzerimizi değiştirmek için getirdiğimiz çarşaflarla bir alan yapıp üzerimizi değiştirdik ve depoya yürümeye başladık. Abimin büyük bir sırt çantası, omzunda ağır bir tüfek kılıfı ve belinde tabancası vardı. İkimizin arasında yürürken "Kırk yıl düşünsem sizi yan yana göreceğim aklıma gelmezdi. Nasıl oldu bu?" diye sordu.
"Tesadüfen 54'te tanıştık."
"Vay be. Şura Deniz ve Mirza Korkmaz, şimdi de Gökhan Pusat. Nasıl da birbirimizi bulduk. İnanılır gibi değil."
"Biz de her şeyi yeni anladık abi. Benim o kişi olduğumu."
"Eğer o an gelmeseydin kurtulamazdık."
Abim, Aras'ın dediği şeyle düşüncelere daldı. "Dürbünden gördüm sizi. Önce seni gördüm, çok şaşırdım hemen silahı çıkardım ama Şura'yı gördüğümde... İnanamadım."
"Bizi kurtardın. O gün kendimizi Emir'in karşısında bulabilirdik." dedim bana baktığında.
"Çok lanet bir batağa battık. Faydacı şerefsiz. Kanımızı eme eme bizi sömürmeye çalışıyor."
"Nasıl yani?"
Kapanın Sahibi abimin konuşmasına fırsat vermeden lafa atladı. "Bu çeteler böyledir." Böyle başkasının lafını bölmek onun yapacağı bir iş değildi, biraz tuhaf davrandığı gözümden kaçmamıştı ama çok da üzerinde durmayacaktım. Abimle arasında yaşanmışlıklar olabilirdi.
Depo yolunda giderken karşımıza çıkan tabarileri öldürerek gidiyorduk. Nehirden uzaklaştıkça çoğalan tabari miktarını garipsemeye başlamıştım. Etkisiz hale getirdiğimin üstünden atlayıp onun arkasındaki iki taneye geçtim. İşim bittiğinde hızla bizimkilerin yanına gidip Aras'ın önündeki grubu da hallettikten sonra "Neler oluyor?" diye sordum. Bir tuhaflık olduğu ortadaydı.
"Bilmiyorum ama bu iş tuhaflaşmaya başladı." Önümüzdekileri hallettikten sonra elli metre ileride buraya doğru ilerleyen tabari grubunu gördük. Onlar gelmeden Gökhan abimin yanına gittik. Sakince konuşmak için en fazla kırk saniyemiz vardı. Aras "Bunlar sürü sürü nereden geliyor?" diye sordu.
Aklıma gelen fikrin doğru olmasını ne kadar istemesem de "Seferilerin dikkatini çekmiş olmayalım?" diye ortaya attım.
"İmkansız. Doğru düzgün dışarı bile çıkmadık. Dikkatlerini çeksek bilirdik." dediğinde kaşlarımı çatıp düşünmeye başladım.
Abim "Siz çekmemiş olabilirsiniz ama ben sizi ararken birkaç düşman edindim." dediğinde içimden küfrettim. Bir düşmanımız daha olmuştu ve bu ihtiyacımız olan en son şey bile değildi.
"Kim?" diye sordum.
"Kim olduklarını bilmiyorum ama grup halindeydiler."
"Tabarileri silah olarak kullanabilecek donanıma sahip bir gruplarmış." dememle abimin küfretmesi bir oldu. "Bizi bunlarla oyalayıp gücümüz tükendiğinde üzerimize atlayacaklar."
Kapanın Sahibi de "Depoya gidemeyiz, şu an bizi gözetliyor olmalılar." dedi. Düşünmek için fırsat yoktu, ağaçların ardındaki yaratıkların yaklaşmasıyla hayatımızı kurtarmak için bıçaklarımızı tekrar havaya kaldırdık. Tabarilerin aynı aralıklarla, grup halinde geldiklerini fark etmiştim. Büyük ihtimalle onları belli dakika aralıklarında salıp bizim sesimize doğru yönlendiriyorlardı. Yakında ellerindeki tabari grupları tükenecekti, vaktimiz azalmaya başlamıştı.
Aklıma gelen fikirle zihnimde bir aydınlanma yaşandı. Kaçmanın yolunu bulmuştum. Hepimizin kafası o kadar doluydu ki bunu daha önce aklımıza getiremememizi anlayabiliyordum. "Nehre gidelim. Onlar suyun karşısına geçemez. Oradan devam ederiz."
Arkamda bir yerlerde tabarileri yok etmekle meşgul olan Kapanın Sahibi "Orası Seferilerin sürekli dolandığı yer." dediğinde "Başka çaremiz mi var?" diye seslendim.
Abim "Hadi o zaman!" dediğinde tabari grubunu yok edip diğer grup gelmeden nehre koşmaya başladık. Yeni grupla karşılaşmış olsak da önümüze çıkan birkaç tabariyi yok ettikten sonra hiçbir şey düşünmeden kendimizi direkt nehre attık. Sırtımızdaki çantaları suya değdirmemek için havaya kaldırıp karşıya geçiyorken nehrin yarım saat önceki halinden eser yoktu. Su o kadar hızlı akıyordu ki havada duran ellerimle dengemi sağlamakta zorlanıyordum. Önümde ilerleyen abimin de ağır çantası ve silahları yüzünden zorlandığını görebiliyordum ama Kapanın Sahibi gayet seri bir şekilde en önden gidiyordu. Onun adımlarına ayak uydurarak hızlıca ilerlemeye çalışıyordum ki bedeni birden duraksadı ve arkasını döndü. Benimle göz göze geldiğinde kaşları çatıldı ve yine aynı şeyi yaptı... Geri dönüp bana doğru yürümeye başladı. Neredeyse yolu yarılamıştı ama o geri döndü, benim için. Kapanın Sahibi, sen bana gelirken bu durumda bile hızla atan kalbimi nasıl durduracağımı da hiç bilmiyorum ama kendine de, bana da bu umudu verme ne olur? Öğrendiğimiz o gerçeklerin bizi ayrı düşürmesi seni hiç mi korkutmuyor? Böyle yaptığında birbirimize daha da bağlanıp sonradan üzülmek, sence daha mı iyi?
Abim, "Oğlum yürüsene ileriye." dese de umursamadan yanından geçip bana geldi. Ben hala ona doğru ilerlemeye devam ediyordum, karşımda durduğunda kaşları çatılmış dudaklarını birbirine bastırmıştı.
"Neden bu kadar geride kaldın?" diyorken bana bakmıyor, elindeki çantasını sol eline sabitlemeye çalışıyordu. Benim çantama uzandığında "Taşıyordum ben." desem de umursamayıp çantamı havaya kaldırdı. "Tutun bana."
Elimi hızlı hızlı yürüyen Aras'ın suyun altında kalan tişörtünün yanlarına koyduğumda garip bir heyecan hissetmeyi durduramıyordum. 'Şu an ne durumdayız, ben ne düşünüyorum böyle?' diye kendi kendime söylenirken arkadan gelen sesle hepimiz duraksayıp başımızı arkaya çevirdik.
Silah sesi.
Nehre düşen tabarilerden çıkan kan, nehri kızıla boyadığında gözlerim silahı ateşleyen kişiyi arıyordu. Ağaçların arasından çıkan iki kişi birbirine gülümseyip bizim olduğumuz tarafa el salladığında olan biteni anlamamız iki saniye sürmüştü. Başlarımızı tekrar önümüze çevirdik ve kafamıza nişan alan üç silahlıyla karşı karşıya geldik.
Bedeninin arkasında dursam da beni tamamen kapatmıyordu. Kapanın Sahibi birkaç adım atıp kendini bana siper ettiğinde ağzımdan çıkan tek kelime onun ismiydi, yaptığı şeyle resmen dilim tutulmuştu. "Aras!" Ne yapıyorsun sen! Çık önümden, diyerek ona kızmak istiyordum ama karşımda duran silahlılardansa asıl onun yaptığı şeyle şoka uğramıştım. Kenara kaymak için bir adım atsam da başını omzunun hizasında yana çevirip sessizce "Şura!" diye uyardı. 'Olduğun yerde kal.' demeye çalışıyordu. Ellerimi tişörtünden çekip onu protesto ettim.
Karşıya baktığımda toplam altı kişi olduklarını gördüm. Eğer daha fazlası gelmezse onları atlatmak bizim için çok da zor değildi. Telaş yapma sebebim o değil, Aras'ın bana doğrultulan silahın önüne geçmesiydi. Tam bir şey söyleyecektim ki ortadaki adam "Ne bekliyorsunuz gelsenize buraya, kollarımız ağrıyacak şimdi. Sizin de bizim de." deyince abim öfkeyle soludu.
"Senin o kolunu tutar götüne..."
Adam abimin küfrüne karşılık silahı ateşlediğinde kalbim korkuyla göğüs kafesimin içerisinde hareketlendi. Aras'ın arkasından çıkıp abime baktım. Çok şükür ki iyiydi. Adama bir küfür daha savurduğunda Aras soğuk kanlılıkla konuştu. "İlerleyelim. Akşama kadar burada bekleyemeyiz." Arkasından çıkıp abime doğru yürümeye başladığımda bana sesleniyordu. "Bilge, arkamda dur!"
"Hayır." Kaşlarım istemsizce çatıldı. "Bir aydır tanıdığın biri için kendini siper etme, başkası olsa yanlış anlar."
Haftalar önce yaptığımız o konuşma aklıma geldiğinde ciğerlerime derin bir nefes çektim. Biz o yanlış anlama durumunu çoktan aşmıştık. Tam onun önünden olmasına dikkat ederek ilerleyip abimle beraber karaya çıktım. İçinden bana ne kadar sövüyordur kim bilir Adamlar çantalarımıza el koyup bir ağacın dibine atarken "Tüh! Onca yol boşu boşuna kollarınız yoruldu." deyip sırıttığında kafama doğrultulmuş bir silah olmasaydı yumruğumu yüzüyle buluşturacaktım.
Üç adam daha geldiğinde ellerimizi arkadan bağlayıp silahlarını üzerimizden çekmeden ilerletmeye başladılar. Aras ve abim göğsüne kadar, ben de omuzlarıma kadar sırılsıklam ıslanmıştım. Beni bir kişi, abimle Aras'ı da üç kişiyle beraber götürüyorlardı. Geri zekalılar, beni kolay lokma sanıp başıma bir kişi vermişlerdi ama benim sayemde kurtulacağımızı bilmiyorlardı tabii. İlerlerken "Kimsiniz siz?" diye sordum. Seferilerden olmaları şu an Seferi kampına gittiğimizi gösterirdi ki bu baya canımızı yakardı.
"Asıl siz kimsiniz lan?" diyen öndeki adamlardan biriydi.
"Bunlar onlar mı abi?" diye seslendim önden giden abime.
"Ta kendileri!"
"Vay unutmamışsın. Bundan sonra da hiç unutamayacaksın merak etme."
İkisi tartışmaya başladığında arkamdaki Kapanın Sahibi'ne bakmak için başımı çevirdim. Sağ tarafındaki adam silahını tam alnına, sol taraftaki adamın da kalbinin üzerine dayadığını gördüğümde tüylerim diken diken oldu, zorlukla yutkundum. İçime dolan o hissi tarif edemiyordum. İç sesim 'Ya öyle olursa, ya bir yanlışlık olursa...' diye başlayan cümleleri sıralarken boynuma dayalı silahın soğuğunu hissetmiyordum bile. Sonunda gözlerimi silahlardan gözlerine çevirebildiğimde bakışlarının yumuşadığını gördüm. Endişelenmemem için öyle bakıyordu. 'Bakışları bana merak etme, bir şey olmayacak.' diye fısıldıyordu.
Adam önüme dönmem için kolumdan çekelediğinde omzumu zorlamıştı. Ses çıkarmamak için dudaklarımı ısırmam gerekti. Hepimizin elleri arkamızdan bağlıydı. Arkamdaki Aras, adamlara bizi nereye götürdüklerini sorduğunda bir cevap alamayınca onun da bir şeyler düşündüğünü anladım. Bir yolunu bulup kurtulacağımızı biliyordum. Aklımda bir plan oluştuğunda arkamı dönüp Kapanın Sahibi'yle göz göze geldim. Gözlerimi önce ellerime sonra da ona çevirdiğimde ellerimdeki iplerden kurtulabileceğimi anlatmaya çalışıyordum ama bunun için onların dikkatini dağıtması gerekiyordu. Adam "Dönsene lan önüne!" diyerek beni sertçe öne itince her şey doğaçlama gelişti. Kendimi yere atıp yarısı ıslanmış saçlarımla yüzümü kapatarak bağırmaya başladım. "Ah kolum! Kırıldı galiba, ah!"
Adam yanıma eğildi. "Saçmalama lan, ne kırılması!"
Dibime soktuğu kafasına kafa attığımda her şeyi başlattım. Önümde acıyla kıvranan adamın yüzüne attığım dirsekle bayılmasını sağlarken abim ve Kapanın Sahibi de diğer adamları oyalıyordu. Şu an acayip tehlikedeydik, adamlar her an silahlarını ateşleyebilirlerdi. Çabuk olmam gerektiğini biliyordum. Gizlice adamın kemerinden aldığım bıçağı kendi pantolonuma sıkıştırıp hedefim sanki silahını almakmış gibi göstermek için yerdeki silahı elime aldım. Aynı iki hafta önce olduğu gibi ellerim arkada da olsa silahı abimi tutan adamlara doğrulttum. O sırada Kapanın Sahibi de bir adamın silahını eline geçirmişti. Silahı onlara nişan alıp geri geri yürüyerek yanıma gelince daha deminki telaşım durulmuştu. En azından kalbinin tam üzerine tutulan bir silah yoktu. Yan yana duruyorken silahlarımızı iki farklı yöne doğrultmuştuk. Tek sıkıntı silahları arkadan bağlı ellerimizle tutuyorduk ki bu durum biraz kötü olmuştu.
"Bırakın onu!"
Bu cümleyi silahım abimi tutan adamlara doğruyken söylemiştim ama cevapları silahlarını bize doğrultmak olmuştu. İki grup birleşmek için adım attığında Aras "Kimse hareket etmesin!" diye bağırdı. Oldukları yerde durdular ama sözümüzü dinliyor olmaları, üzerimize tutulan dört silah olduğu gerçeğini örtbas etmiyordu. İşte bu durumdan nasıl kurtulacağımız biraz meçhuldü. Eğer abim bir hamle yapmazsa bu insanları vurmak zorunda kalacaktık. Enfekte olmamış kimseyi öldürmek istemiyordum. Kararsızlığımı dışarıdan belli etmemek için silahımın emniyetini açtığımda daha demin Kapanın Sahibi'ni tutan adamlar abimden tarafta olan adamlara baktılar. O üçünden biri liderleri olmalıydı. Silahı abimin başında olan lider, konuştu. "Silahlarınızı bırakın yoksa arkadaşınızı vururum."
"İstersen bir dene." diye kişi Kapanın Sahibi'ydi. Dikkatimi dağıtmasın diye yüzüne bakmıyordum ama kendine güvenen ifadesiz suratını aklımda canlandırabiliyordum.
Sinirlenen lider, silahın emniyetini açsa da abim ondan daha sinirliydi. Onu tutan adamın kollarından kaçmak üzereydi ki başka bir adamın silahını indirip abimi tutmaya yardım etmesi gerekti. Şu an ne yapacağımızı, buradan nasıl kurtulacağımızı hiç bilmiyordum ama teslim olmak zorunda kalsak bile gizlice aldığım bıçakla kendimizi kurtarabileceğimizi biliyordum.
Abim "Şura!" diye bağırdığında ona dönsem de enseme aldığım sert darbeyle elim ayağım boşaldı. Başımdaki keskin acıyla yere yığıldığımda bilincimi kaybetmeden önce hatırladığım tek şey yanıma düşen Kapanın Sahibi'ydi.
*
Gözlerimi açtığımda karanlık çökmüştü. Sağ taraftan gelen kızıl ışık ve sıcaklık yakınımda bir ateş olduğunun göstergesiydi. Zonklayan başım ve ensemin ağrısı, kulaklarımı ve görme duyumu etkiliyordu. Sesler boğuk ve uzaktan geliyor, gözlerim gördüklerini algılamaktan sıkıntı çekiyordu. Birkaç kez gözlerimi yumup açmayı ve yutkunarak kulaklarımdaki basıncı azaltmayı denedim. Bir süre sonra yavaştan kendime gelmeye başlamıştım. Sırtım bir ağaca dayalı, kalçam toprağa değiyordu ama üst bedenimi saran ipler, hareket etmemi kısıtlıyordu. Neyse ki ellerim önümdeydi, pantolonuma sıkıştırdığım bıçağı alabilirdim. Etrafta birilerini görme ihtiyacıyla gözlerimi ağaçların arasında gezdirdim, ateşin arkasında birkaç kişi olduğunu görebiliyordum. Diğer yana baktığımda çok şükür ki Kapanın Sahibi ve abimi gördüm. Onlar da benimle aynı durumdaydı ama benden birkaç ağaç uzakta birbirleriyle karşı karşıya bağlanmışlardı. Çok tehlikeli bir durumdaydık, her an bir tabari gelebilirdi ve vücudumuz bir ağacın gövdesine bağlıyken anında enfekte olurduk. Bizi burada bağlayıp uzakta neyi bekliyorlardı anlamıyordum. Duyularım gibi zihnimin de kendine gelmesi biraz zaman almıştı. Tabarilere yem edilmek için buraya bağlandığımızı fark ettiğimde kalbim hızla atmaya başladı.
Onlara seslenecektim ama o kadar hararetli konuşuyorlardı ki, merak duygum korkumu bir kenara itti. Biraz zorlansam da tüm dikkatimi verdiğimde ne konuştuklarını seçebilmiştim. Kapanın Sahibi cümlesini tamamladığında duyduklarım şaka gibi geliyordu. İnanamıyordum. Gerçekten artık zihnim bu kadar şoku kaldıramıyordu.
KAPANIN SAHİBİ
Uyandığımda tam karşımdaki ağaca bağlanmış olan Gökhan "Sonunda be oğlum!" deyince gözlerimi kıstım. Başıma balyozla vurmuşlar gibi ağrıyordu. "Yarım saattir seni uyandırmaya çalışıyorum. İyi misin?"
"Ne oldu?" Bilge'nin arkasında biri olduğunu bile anlamadan bayıltılmıştık. Hiçbir şey anlamamıştım. Aklıma geldiğinde gözlerim hemen onu aradı. O da birkaç ağaç ileride, benim hizamda, aynı bizim gibi bağlanmıştı. Hala baygındı.
"Arkadan destek geldi. Ağaçların arasına saklanmışlar, ben de göremedim. Uyaramadım sizi." derken yüz ifadesinden suçlu hissettiğini anlayabiliyordum.
"Bilge'nin bıçağı var. Uyandığında ipleri keser kaçarız. Zaten burada kimse yok gibi." Başını iki yana sallayıp benim arkamda bir yeri gösterdi. Ağacın geniş gövdesi yüzünden arkamı döndüğümde hiçbir şey göremedim. "Ne var orada?"
"Bizi çoktan kamplarına getirmişler. Arkanda kocaman geniş bir bina var. Onun bahçesinde bağlıyız." İlk aklıma gelen, en azından Seferilerin kampında olmadığımızdı. Orada olsak uyandığımız an bizi işkence odasına tıkarlardı.
"Kim bunlar? Ne oldu da peşine takıldılar?"
"Saçma sapan olaylar oğlum. Yolda bunlarla karşılaştım, bana sanki tabariymişim gibi davrandılar. Sinirimi bozdu bu durum lan. İnsanım diyorum kafama silah doğrultuyorlar. Neyse o gün kurtuldum onlardan, başka bir gün ben bunlarla yine denk geldim ama onlar beni görmemişti. Yanlarında bir kız, kucağında da kocaman gri metallerle kaplı bir çanta vardı. Kız çok tedirgin gözüküyordu ben de onu zorla yanlarında tutuyorlar sanıp konuşmaya çalışıyorken bunlara yakalandım. Ee bende yok mu silah? Ben de çıkardım ama kızı o kadar el üstünde tutuyorlar ki görmen lazım. Sonra biraz çatıştık tabii. Bu arada kıza bir şey olmadı ama onların adamlarından birkaçını yaraladım. O yüzden işte." deyip burnundan öfkeyle bir nefes verdi.
"Gökhan, macera mı arıyorsun Allah aşkına?" derken gerçekten sinirlerim bozulmuştu. Ormanda gördüğü kişilerle çatışmaya girecek biri varsa o da Gökhan'dı. Bazen deliliğinin tuttuğu oluyor, Emir'e bile kafa tutuyordu. Oradan kaçmış olması çok da şaşırtıcı değildi. Zaten onun için oradan kaçmak kolay, ailesiyle güvenli bir şekilde kaçmak zordu.
"Benim de kızım var, karım var oğlum! Kıza bir şey yapıyorlar sandım!"
"Neyse, olan olmuş." diyerek konuşmayı sonlandırdım. Bir an bir sessizlik oldu. Ona baktım. Aylardır birbirimizi görmüyorduk. Gözlerindeki hüzün artık yoktu. Umudu görebiliyordum. Oradan kaçmış, küçük kızını o kan emici heriften kurtarmıştı.
Yorgun gözleri, gülümseyen dudaklarıyla aynı anda kısıldı. "O kamptan kurtulduğumuz günleri de gördük."
"Deniz'in nerede olduğunu biliyorum." Onu bulduğumuzdan beri söylemek istediğim şey dudaklarımdan döküldü. Bilge'ye Deniz olayını anlatmıştım ama Deniz'in kendi yeğeni olduğunu bilmiyordu. Eğer öğrenirse neler olacağını, nasıl yıkılacağını tahmin bile edemiyordum. O yüzden o varken söyleyememiştim. Yüz ifadesi anında şokla çevrelenirken "Nerede? Nasıl?" diye sordu.
"Kamp 41'de. Sen bilmiyor musun?" Tepkisi kafamı karıştırmıştı. Onu korumak için 41'e saklayıp kendisi de Bilge'yi aramaya çıkmamış mıydı?
"41 mi?" derken sesi hayal kırıklığıyla çatladı. Başını dik tutmayı bırakıp umutsuzca eğdi.
"Sen bilmiyor muydun? Sen kaçırtmadın mı onu?"
"Evet ama 41'e değil. 41 duraktı, onların Kamp 22'de saklanmaları gerekiyordu. Demek ki kaçıramadı."
(41: Kocaeli | 22: Edirne)
"Kim? Şu olayı düzgünce anlatsana."
"Kim olduğunu boş ver. Emir şerefsizi Deniz'in böbreğini isteyecek kadar yüzsüzleşti. O kadar da değil! Çocuğumun hayatını bu kadar tehlikeye atamam. Tehdit falan dinlemedik. Işık'ın ölümünden beri planladığımız bir kaçış vardı zaten. Hep beraber kaçacaktık ama daha plan için gerekli şeyleri tamamlayamamıştık. Böyle olunca birini bulup sadece Deniz'i kaçırtabildik. 41 üzerinden 22'ye gideceklerdi ama olmamış demek. Deniz nasıl?"
"O iyi merak etme, tanıdık birinin yanında. Berter'in durumu nasıl?"
Kaşlarının arasındaki çizgi derinleştiğinde yüzündeki acıyı gördüm. "Çok kötü. Çocuk gözümüzün önünde ölüyor. Böbrekleri iflas etmiş, kalbi zaten zor dayanıyor. Çok üzülüyorum ona ama artık elimizden bir şey gelmez. Ona Deniz'in böbreğini veremeyiz. Ne kadar tehlikeli biliyorsun. Hadi tehlikeyi atlattı, böbrek bulundu. O çocuğun asıl ihtiyacı olan şey yeni bir kalp. Yakında Deniz'in kalbini de ister o pezevenk! Nasıl bir batağa battık anlamıyorum ki."
Sıkıntıyla bir nefes aldım. "Şerefsiz herif, o kadar ileri gitti demek." Öyle bir bataktı ki bu, kurtulmaları için birinin ölmesi gerekiyordu. Ya Deniz'in, ya Berter'in ya da Emir'in...
"Deniz'in yanına gitmem gerek. Onu iyice saklamam lazım. Çok korkmuştur tek başına."
"Bana sizi sordu."
Özlem dolu ses tonuyla "Kızım benim." derken ateşin yansıdığı göz bebeklerindeki hüzne şahit oldum. "Siz orada ne yapıyordunuz? Bundan sonra Şura'yı arkamda bırakmam. Onu da 22'ye götürürüm, biz gelene kadar Deniz'le beraber kalırlar." dediklerine hazırlıksız yakalanmıştım. Bilge'ye o kadar alışmıştım ki, bir gün ayrılacağımızı biliyordum ama bu kadar çabuk olması yüzüme bir tokat gibi çarpmıştı.
"Emir'den saklanıyoruz. 54'de saklandığımızı öğrendiler, o yüzden bir süre depoda kalmayı planlamıştık. Şu an 54, bizi gizlice kampa alıp orada saklama planları yapıyor. Eğer Bilge'yi alırlarsa bırakmazlar."
"O zaman alamayacaklar. Sen onlarla gider söylersin benim geldiğimi."
"Olmaz."
"Neden?"
"Şura yoksa benim orada durmamın da bir anlamı yok."
"Anlamadım?" dedi Gökhan boynunu dikleştirip. Sorguluyordu, bizi bir arada gördüğünden beri sorguluyordu ama elimde ona sunacak bir açıklamam yoktu. Önce onun nişanlı olduğunu öğrenmesi gerekiyordu, tabii sonra da nişanlı olduğu kişinin ben olmadığımı.
İşin duygusal yanındansa teknik kısmını anlatmaya karar verdim. "Ben aylar önce Hasan'a yakalandım. Bana Şura Deniz'i getirirsem Emir'den kurtulmam için yardım edeceğini söyledi. Şura Deniz'i buldum ama onu Hasan'a vermem."
"Hiçbirine güven olmaz ki. Hasan'ın seni kurtaracağı ne malum? O önce kendi götünü kurtarsın!"
"Biliyorum ama demek o kadar çaresizdi ki beni saldı. Şura'yı bulacağımı düşündü."
"Çok pis işler dönüyor. Ailemi onlardan kurtarmaya çalıştıkça gitgide daha da batacağız diye korkuyorum."
"Gökhan..." Yüzüme baktığında devam ettim. "Bilge, Deniz ve Berter olayını biliyor ama Deniz'in kendi yeğeni olduğunu bilmiyor. Ona anlattığımda Deniz'e böyle yapılmasına çok kızmıştı."
"Bizi kimlerle tehdit ettiklerini bir bilse..."
"Kimlerle?"
"Kendisiyle, Şura'yla." dediğinde bir an donakaldım.
"Nasıl yani? Siz onun yaşadığını biliyor muydunuz?"
"Evet, o Birlik'ten çıktığından beri yaşadığından haberimiz vardı."
Ne diyeceğimi bilemez bir şekilde kalakalmıştım. Bunca zaman ne olmuştu da Bilge onları her yerde ararken kendilerini gizlemek zorunda kalmışlardı?
"Ne?" Uzaktan gelen sesle ikimiz de Bilge'ye baktık. Acıyla bakan gözleri Gökhan'ı hedef almıştı. "Biliyor muydunuz yaşadığımı?" derken ciğerlerinden gelen ses tonu çektiği acının somut bir yansımasıydı. Gözlerinin yaşardığını gördüğümde ne hissettiğini anlayabiliyordum. Hayal kırıklığından da öte, terk edilmiş hissediyordu. Onları çok aramış, bulamadığı için öldüklerini düşünmüştü ama ailesi onun yaşadığını bile bile ondan saklanmaya devam etmişti.
Gökhan yumuşak bir ses tonuyla "Biliyorduk ama sana ulaşma şansımız yoktu." dedi.
"İsteseniz ulaşırdınız. Ucunda ölüm yok ya! Bir yolu bulunurdu!"
Gökhan savunmacı bir ses tonuyla konuşmaya başladı. İkisinin de sabrı buraya kadardı. "Ucunda ölüm vardı işte! Deniz olayını biliyormuşsun, Deniz senin yeğenin. Berter için kurban edilen çocuk, senin yeğenin! Bizi seninle tehdit ettiler, Deniz'in kanını artık vermeyeceğimizi anladıkları an, her baş kaldırışımızda senin resimlerini çekip önümüze koyuyorlardı. Ya Deniz'in kanı ya da kızınızın canı dediler bize! Ablanla annen her gün senin fotoğraflarına sarılıp uyuyordu. Birkaç ay önce Berter iyice kötü olana dek nerede olduğunu, ne yaptığını, her şeyi biliyorlardı. Gözü hiçbir şey görmedi. Tek istediği Deniz! Deniz! Deniz! Evladımı kendi evladına kurban etmek istedi o şerefsiz! Hiçbir şeyi umursamadan kaçırdım onu, şimdi de onu alıp uzaklara gideceğim. Bu planı annen ve ablanla kurduk ve onları arkamda bırakmış olmak... Elimi kolumu bağlıyor ama, evladımızı kurtardım. Doğduğundan beri olduğu kafesten çıkardım onu. Bu yolda seni bulacağımı düşünmemiştim ama en azından ailemizden birini daha kurtarmış oldum diye seviniyorum."
Uzaktaydı Bilge. Aramızda üç koca ağaç vardı ama bakışlarını görebiliyordum. Ağlamamak için tuttuğu çenesinin titrediğini biliyordum. Duydukları sebebiyle tutulan dili çözülünce konuşmaya başladı. "Deniz benim yeğenim mi? Ona çok yakındım ama göremedim bile. Keşke bir kere olsun baksaydım." Bir an duraksadı, kelimeler ağzından çıkmakta tereddüt ediyordu. "Şimdi 41'e de giremiyoruz. Nasıl alacağız onu? Peki annemlere ne olacak? Emir onlara zarar verecek mi?"
"Emir şu an onlara odaklanmış değil, Berter'e bir çözüm bulmaya çalışıyor. Berter olayı sonuçlanana kadar onlar güvende olur diye umuyorum."
"Onunla aynı yerde olup da onu hiç göremediğime inanamıyorum." Yüzüne düşen yansımalardan ağladığını gördüm. "Annemleri arkamızda bırakamayız!"
"Deniz'i aldıktan sonra onlar için geri dönmem mi sanıyorsun abiciğim?" Gökhan yumuşamıştı, olayın ciddiyeti ve Bilge'nin çektiği acıyı tanıyor olmalıydı. Bilge kesik kesik nefesler alıyorken "İkiye ayrılalım. Oturup doğru düzgün bir plan kuralım. 54 arkamızda, bir sürü dostum var. Yardım ederler bize. Bir kısmımız Deniz'i kaçırırken diğerleri de annemleri kurtarırız." dedi.
Gökhan sakince "Şura." deyip lafını bölünce sustu. "Sakinleş. Bir yolunu bulacağımı biliyorum. Hepimiz için öncelik Deniz'di o yüzden herkes onun için fedakarlıkta bulundu. Deniz'i bulup 22'ye götürmem gerekiyor sonra da annenleri almak için bir şeyler düşüneceğim. Onları arkamda bırakmam."
"Abi neden Birlik'ten çıkmamı beklemeden Emir'in grubuna girdiniz? Kim kamptan çıkıp da bir çeteye katılır ki? Neden yaptınız bunu?"
"Emir o zaman 16'ya bağlıydı Şura. Çete değildi. Hem babam istemiş, Birlik'ten çıktığında da seni getirecekti ama her şey yalan oldu."
(16: Bursa)
"Benim babam mı? Neden istemiş ki bunu?"
"Babamla Emir önceden arkadaşmış, sen hatırlamıyor musun? Ablan hatırlıyor, siz küçükken hep size gelirmiş."
Bilge biraz düşündü. "Emin değilim, Emir amcanız geldi diye konuştuklarını hatırlıyorum ama..." Dopdolu zihni iyice karman çorman olmuştu. İkisi konuşurken aralarına hiç girmemiştim ama ateşin arkasından bize doğru bakan adamların dikkatini çekmiş olmamız elimizde olan tek şansı da kaybetmemize neden olabilirdi.
"Bilge?" diye seslendiğimde bakışlarımız birleşti. "Bıçağa erişebilir misin?"
"Evet ama ipler için biraz süre gerekli."
Arkadaki adam ayağa kalktı. "Şu adam gelmeden bıçağı alabilir misin? Devamında biz onu oyalarız."
"Alırım." deyip burnunu çekti ve başını iplere doğru eğip ellerini halatın içine soktu. Adam bizden önce onun yanında durduğu için Bilge'nin durması gerekmişti. "Günaydın gençler. Sohbetiniz bittiyse artık bizim işe geçelim diyorum."
"Neymiş bizim iş?" diye sordum.
"Bilmem, kafamıza silah tutarken ne düşünüyordunuz mesela? Bununla başlayabiliriz." Adam onun yanından geçip bizim yanımıza yaklaşınca Bilge başını eğip ipi kesmeye devam etti.
"Bizim kimseyle bir derdimiz yok. Sadece bize saldıranlara karşılık verdik." Kelimelerimi dikkatle seçiyordum. Belli ki bu adamların derdi bizden intikam almak değildi Öyle olsa uyanmamızı beklemez, insanlık dışı yöntemler kullanarak uyandırırlardı. Uyanmamızı beklemişlerdi, konuşmak istiyorlardı. Gökhan'ın bilerek sustuğunu varsayarak adamın dikkatini kendi üzerimde tutmaya çalıştım.
Adam arkasındaki genç çocuğa bir şey söyleyince çocuk koşa koşa uzaklaştı. "Akıllı çocuksun. Silahları nasıl kullandığınızı görmüşler, belli ki eğitimlisiniz. Biz düşman edinmek istemeyiz. Diyorum ki şu işi medeni bir şekilde halledelim."
"Halledelim." Adam, benim ve Gökhan'ın arasındaki Bilge'ye sırtını dönerek yere çöktüğünde içimden bir oh çektim. "Kimsiniz? Hangi gruptansınız?"
"Kendi başımıza yaşıyoruz." Tüm Marmara bölgesi bizi arıyorken kimseye doğruları söyleyemezdik.
"Ama önceden başka bir yerdeydiniz?" derken aslında soru soruyordu. Konuyu değiştirmek adına "Burası neresi?" diye sordum.
"Ulus kampı." Aylarca sokaklarda yaşamıştım ama hiç böyle bir kamp duymamıştım.
"Şehir olarak neredeyiz?"
"Bursa. Sizi biraz uzağa getirdik ama sorun olmaz diye düşünüyorum, sonuçta bağlı olduğunuz bir grubunuz yok." Adamın dedikleri bir kulağımdan girip diğer kulağımdan çıkarken diğerlerinin de aynı ben gibi donakaldığını biliyordum. Burası Emir'in eski mekanıydı. Şimdi gerçekten mahvolmuştuk işte. Bu kamptan çıkarsak Emir'in adamlarına yakalanmamamız imkansıza yakındı. Tanımadığımız bir kampta, kafalarına silah doğrultup bizi affetmelerini beklediğimiz adamların, bizi kamplarına kabul etmelerinden başka bir seçeneğimiz yoktu.
"Neden bizi buraya getirdiniz?" diye soran kişi Gökhan'dı.
"Çünkü sen bizim adamların baya bir sinirini bozmuşsun. Üçüncü karşılaşmanızda yaşanılanlardan sonra da başka bir seçenekleri kalmamış."
"Çok şüpheli davranıyorlardı." Adam Gökhan'ın sorusuyla rahatsız olup başını bana çevirdi. Nedense bu hareketi beni işkillendirmişti. Hem bu adamların kampı Bursa'daysa Sakarya'da işleri neydi? O kızı almak için mi gelmişlerdi?
"Ben Tayfun, Ulus kampının yardımcı yöneticisiyim. Sizin isimleriniz neler?"
Kendimizi tehlikenin göbeğinde bulmuştuk, kimliklerimizi saklamaktan başka çaremiz olmadığı için yakın gelecekte tekrar Mirza olacağımı sanmıyordum. "Ben Aras, Bilge ve..." Gökhan'a isim düşünmediğim için bir süre duraksadığımda Gökhan adını söylemek için ağzını açtı ama cümlesini bölmemle ortaya çıkan ismin Gökhan'ı bana düşman edeceğini biliyordum. "Gök..."
"Berk!"
Adam ikimizin ismi söylemek için bu kadar telaşa düşmemiz karşısında kaşlarını çattı. "Gökberk?"
"Evet."
"Memnun oldum gençler."
Gökhan'ın bana attığı seni öldüreceğim bakışlarını görmezden gelmeye çalışırken "Bizi ne zaman çözeceksiniz?" diye sordum.
"Sizin güvenilir olup olmadığınızdan emin olduktan sonra tabii ki."
"O ne demek? Nasıl emin olacaksınız?"
"Bakın bizim sadece bir düşmanımız var. Eğer onlardan değilseniz güvenilirsinizdir." Arkadan gelen dört adama baktığımda göz bebeklerimin büyüdüğüne yemin edebilirdim. Adamların ikisi neredeyse iki metre boyunda, büyük cüsseli ve çevikti. Ayrıca ikisi de birbirine benziyordu. İkiz olma ihtimalleri aklıma geldiğinde Tayfun konuşmaya devam etti. "Arkadaşlarımız sizin onlardan olup olmadığınızı kontrol edecek. Eğer değilseniz dinlenmeniz için ayrılan odaya götürecekler."
İstemsizce tedirgin olmuştum. Nasıl bir kontroldü bu? "Düşmanınız kim?"
"Eğer onlardansanız..." Durdu, dudaklarını birbirine bastırarak cümleyi bitirmeyi tercih etti ve arkasını dönüp bizi izbandut gibi adamlarla baş başa bıraktı. Yüzümü hemen Bilge'den tarafa çevirdim. Başını iki yana sallayarak ipleri açamadığını anlatmaya çalıştı. Şimdi önümüzde üç şık vardı. Hiçbir ekipmanımız ve hayatta kalmamız için gereken eşyamız yoktu. Ya dışarı çıkıp direkt Emir'in adamlarına yakalanacaktık, ya burada kalmak için yapılan testi geçemeyip Ulus kampı tarafından ipimiz çekilecekti ya da testi geçip burada kalmaya hak kazanacaktık. Hepsi birbirinden beterdi. Üç gün sonra Fuatlar depoya gelecekti ve bizi göremedikleri zaman Emir'in adamlarına yakalandığımızı düşünüp asıl savaşı o zaman başlatacaktı. Yapılan tüm planların bu şekilde bozulacağını hiç düşünmemiştim. Bizim önce buraya kabul edilip, üç gün sonra da buradan güvenli bir şekilde kaçmamız gerekiyordu. Ve bunun gerçek olma olasılığını zihnimde tarttığımda sonuç üzücüydü. Şansımız baya düşüktü. Neler olacağını zaman gösterecekti.
İri adamların biri Bilge'nin diğeri de benim halatlarımı çözerken Gökhan'a yaklaşan adam aniden durup "Kardeşim! Sen? Burada ne yapıyorsun?!" diye sordu. Gökhan da ona bakıp adamı gördüğünde, yüzünde kocaman bir rahatlama gülümsemesi belirdi. "Lan, Serdar!"
"Ne işi var burada senin? Lan Hüso ve Muzo, yavaş davranın onlar benim tanıdık!" Benim de içime bir rahatlama geldiğinde yavaşça tuttuğum nefesi bıraktım. Uzun zamandır ilk defa bu kadar çok gerilmiştim.
Serdar, Gökhan'ın yanına eğildiğinde Gökhan'ın adamın kulağına dediği şeyle adamın kahkaha atarak geri çekilmesi bir oldu. O an Gökhan'la göz göze geldim, bana gözleriyle beddua ediyordu resmen. Gerçek adını bilen adama takma ismini söylediğini tahmin etmek çok da zor değildi. Hafifçe başımı eğip selam verir gibi yaparak bakışlarımı çevirdim.
İzbandutun biri Bilge'yi çözdüğünde, Bilge'nin bıçağı tekrar saklamayı başardığını görüp gülümseyerek ona baktım. Bunu başaracağını biliyordum.
"Serdar neyi kontrol edeceksiniz? O kız benim eşimin kardeşi, öz kardeşim sayılır. Bir şey yapmayın ona." dediğini duyduğumda Serdar'ın ağzından çıkacak cümleye odaklandım.
"Merak etmeyin vücudunuzda iz var mı diye bakacaklar. Sizde herhangi bir gruba ait iz var mı?"
"Yok oğlum, ne izi?"
"Bazı şerefsizler o gruba ait olduğu anlaşılsın diye insanları damgalıyor."
"Harbi mi lan?" O ikisi konuşmaya devam ederken gözlerim önden giden Bilge'yi takip ediyordu. Arkasını dönüp bana baktığında bedenim bir ağaca bağlı olmasa koşa koşa yanına gidecektim. O gün olduğu gibi gözleri beni arıyordu. Adam halatları çözdüğünde hemen ayağa kalkıp peşinden yürümeye başladım. İzbandut, üç adımda yanımda bitip kolumdan tuttuğunda Bilge'yle peşi sıra Gökhan'ın dediği binaya girdik.
BİLGE
Kolumdan tutan dev gibi adam beni bir odaya sokup "Üstünü çıkarıp burada bekle." dedikten sonra kapıyı üzerime kilitledi. O kadar rahatsız hissediyordum ki. İçinde bulunduğum bu küçücük odada bir pencere bile yoktu. Gaz lambası, odadaki tek mobilya olan sehpanın üstünde duruyordu. Onun dışında bir tane de hastanelerde olan paravanlardan vardı.
Beni kim kontrol edecekti? Üstümü çıkartmak istemiyordum. Rahatsızlık hissiyatı tüm bedenimi ele geçirdiğinde midem bile bulanmaya başladı. Islakken yerlerde sürünmekten pislenmiş olan kıyafetlerime baktım. Odaya giren kişiyi görene kadar hiçbir şeyi çıkartmayacaktım. Beş dakikanın sonunda kilit açılıp içeri otuzlu yaşlarda, güler yüzlü bir kadın girdiğinde biraz olsun rahatlamış hissettim. En azından erkek değildi.
"Merhaba Bilge, ben Tuğba. Serdar'ın eşiyim, tanışmışsınız galiba?" Gitgide daha da rahatlıyordum. Serdar, abimin arkadaşıysa bu kadın da iyi biri olmalıydı.
"Merhaba."
"Vücudunda bir damga olup olmadığını kontrol etmem gerekiyor, üzerindekileri çıkartabilir misin?" O kadar kibar bir ses tonu vardı ki sanki beş yaşındaki çocuğu ikna etmek ister gibi yumuşakça konuşmuştu. Ama bunu yapmak istemiyordum.
"Üzerimdekileri çıkartamam. Bu şekilde kontrol edebilirsiniz."
"Üzgünüm ama kurallar böyle. İç çamaşırlarınla dursan yeter." Resmen pazarlık yapıyorduk ve sonunda onun kazanacağını bildiğim için diğerlerini de düşünerek kabul ettim. İşimiz ne kadar çabuk biterse onların yanına da o kadar çabuk dönerdim. Burada kalmaktan başka çaremiz yoktu. O yüzden kendimizi bu kampa kabul ettirmek zorundaydık.
Kontrolü geçtiğimde Tuğba gülümseyerek konuştu. "Zorluk çıkarmadığın için teşekkürler." Adamdan çaldığım bıçağı bulmuş olması sinirlerimi bozmuştu.
"Arkadaşlarım nerede?"
"Kontrolü geçtilerse onları da odaya götürmüşlerdir."
Beraber odadan çıktığımızda buranın nasıl bir yer olduğunu anlamaya çalışıyordum. Oldukça geniş koridorun duvarları, ortasından geçen parlak bir metalle kaplıydı. Bu görüntü mekana oldukça zengin bir izlenim veriyordu. Ana koridorun bir tarafında on iki kapı saydığımda diğer tarafında da o kadar olduğunu düşünürsek sadece ana koridorda yirmi dört kapı olması gerekiyordu. Bir de koridorun kenarlarındaki araları hesaba katarsak burası devasa bir yerdi. Hem otele hem de özel hastaneye benziyordu.
"Burası neresi?" 34'e gittiğimde bile bu kadar lüks bir yerde bulunmamıştım.
"Yönetim binamız ama çoğu işimizi burada hallediyoruz, ana bina diyebiliriz."
Sorup sormamakta kararsız kalsam da cümle istemsizce dudaklarımın arasından çıktığında merakla ondan gelecek cevabı bekledim. "Şimdi ne olacak?"
"Bu gece misafirimiz olacaksınız, isterseniz burada kalmaya devam edebilirsiniz." Bu sözler bana çok tanıdık geliyordu. Aynı şeyi ben de Kapanın Sahibi'ne söylemiştim değil mi?
Koridorun diğer ucundaki merdivenden iki kat yukarı çıkarken merdivenin alt kısmında iki adam dikkatimi çekti. Adamlar üzerinde 'Uyarı!' yazan büyük bir kutuyu gizli gizli bir odaya koyarken başka bir adam da etrafta biri olup olmadığını kontrol ediyordu. Görmemem gereken bir şeyi görmüş gibi hissediyordum. Burada neler dönüyordu?
Kadın bir kapının önünde durup konuşmaya başladığında gözlerimi hemen ona çevirdim. "İçeride yiyecek ve temiz kıyafetler mevcut, eğer bir ihtiyacın olursa Serdar'a söyleyebilirsin. Bu gece aşağıda nöbette."
"Diğerlerinin odası?"
Kadın mahcup bir tavırla "Şimdilik hepinizi bir odaya koyduk." dedi. Benim için sorun yoktu, onların yanımda olması içimi rahatlatırdı.
"Anladım. Teşekkürler."
"İyi geceler canım." deyip gittiğinde ben de kapıyı tıklatıp içeri girdim. Kapanın Sahibi'ni yataklardan birinde oturuyor gördüğümde neredeyse kucaklayacaktım.
"Aras?" İsmi dudaklarımdan çok şükür dermiş gibi çıkmıştı. Beni görünce ayağa kalktı. Sevil ablanın bile fark ettiği bu durumu tekrar yapmasıyla istemsizce gülümsemeye başladım.
"Şura?" Gerçek ismimle sesleniyordu.
"İyisin değil mi?" derken yanına gittim. Ellerini yumruk yapıp yatağa geri oturdu. "Ne oldu?"
Başını iki yana salladı. "Yok bir şey."
"Sanki var gibi ama?"
"Yok."
"Peki." Bu kadar inkarın üzerine daha fazla ısrar etmeyecektim. "Abim nerede?"
"Serdar'la konuşuyor. Polis okulundan arkadaşlarmış."
Kendimi yatağa bırakırken tüm gün yaşadığımız şeylerden sonra sesli bir nefes verdim. "Ben bugün dışarı çıktığımızda bunların olacağını hiç düşünmemiştim. Önce abimi bulduk sonra da kaçırıldık, hem de asıl kaçtığımız kişinin bölgesine. Resmen burada kapana kısıldık." Son cümleme kadar gayet ciddi olan suratı, kapan dediğimi duyduğu an gülümsemeyle aydınlandı. Başını oynatmadan gözlerini bana çevirip "Bu hissi gayet iyi biliyormuş gibi konuştun." deyince bir kaosun içinde olduğumuzu unutup ben de gülümsedim.
"Zamanında birileri bana öğretmişti."
"Bilge." deyince başımı ondan yana çevirip "Efendim?" diye sordum.
"Sana bir şey emanet etmek istiyorum."
"Anlamadım? Neyi?" diye sorduğumda kalçasını yataktan kaldırıp arka cebinden bir şey aldı ve avucunun içinde gizledi.
"Eğer bu şey bana geri dönerse, geçen sefer olduğu gibi olmayacak. Bu sefer yerimi bileceğim."
Yerimi derken neden bahsettiğini anlamamıştım. Ta ki avucunu açıp içindeki fuları görene kadar. Bu fuların anlamı bizim için büyüktü. Geçen sefer bu fular, kampta kalması için bir aracı görevini görmüş, benim fuları ona geri vermemle gitmeye karar vermişti. Şimdi fuları bana geri vermek istiyordu. Bu seferki konu ise onun yeriydi. Onun yeri neresiydi? Kalbimde olduğunu inkar edemeyecek kadar güçlü bir şekilde hissediyordum ama o hala gerçekleri bilmiyordu. Bilmiyor olmasına rağmen bu fuları bana geri veriyordu.
Fuları elinden aldım. "Senin için saklayacağım."
Ve artık öğrenmesinin vakti gelmişti.
⚜
Oh be, ekşın yazmayı özlemişim. Bu bölümle kendime geldim. 😂
Sizce Ulus Kampının olayı ne?
Gökhan hakkında neler düşünüyorsunuz?
(5k)12 TEMMUZ 2020