Büyük Umutlar

By ClassicsTR

6.4K 310 36

Pip'in sürükleyici hayatının anlatıldığı bu roman 19. yüzyılda İngiltere'deki maden köylerindeki yaşama ayna... More

I
II
III
IV
V
VI
VII
VIII
IX
X
XI
XII
XIII
XIV
XV
XVI
XVIII
XIX
XX
XXI
XXII
XXIII
XXIV
XXV
XXVI
XXVII
XXVIII
XXIX
XXX
XXXI
XXXII
XXXIII
XXXIV
XXXV
XXXVI
XXXVII
XXXVIII
XXXIX
XL
XLI
XLII
XXLIII
XLIV
XLV
XLVI
XLVII
XLVIII
XLIX
L
LI
LII
LIII
LIV
LV
LVI
LVII

XVII

115 5 2
By ClassicsTR


19

Sabah olunca duygularımla görüşlerimde de bir değişim oldu. Yaşam, dünya, gözüme öylesine günlük güneşlik görünüyordu ki dün gecenin dünyası gitmiş yerine başkası gelmiş sanırdınız. Kafamı kurcalayan en büyük tasa ayrılık gününe daha altı gün olmasıydı. Çünkü bu arada Londra'nın başına bir hal gelecek diye kaygılanıyordum; gittiğimde orasını ya çok bozulmuş bulacak ya da tümüyle havaya uçup gitmiş olduğundan, hiç bulamayacaktım.

Ayrılacağımız günün yaklaştığından söz açtığım zaman Joe ile Biddy çok anlayışlı davranıyor, bana çok yakınlık gösteriyorlardı. Ne var ki ancak ben adını andığım zaman değiniyorlardı bu konuya. Kahvaltıdan sonra Joe konuk odasındaki dolapta duran sözleşme kâğıdımı getirmişti. Ocağa atıp yakmıştık bu anlaşmayı; ben de bir özgürlük duygusuna kapılmıştım. Bu yepyeni özgürlük duygusu ve coşkusu içinde Joe ile birlikte kiliseye gitmiştim. Papazın, "Dünya yoksullara miras kalacaktır," konulu vaazını dinlerken, "Durumu bilse bu konuyu seçmezdi," diye içimden geçirdim.

Her zamanki gibi erken yediğimiz akşam yemeğinden sonra tek başıma dışarı çıktım. Niyetim önce bataklıkla vedalaşıp onları aradan çıkarmaktı. Kilisenin önünden geçerken ömür boyu her pazar bu kiliseye gidecek, en sonunda da avludaki o alçak tümseklerin arasına gömülecek olan, bu yazgıdan kurtulma olanakları bulunmayan zavallılara karşı (tıpkı o sabah vaaz sırasında duyduğum gibi) asil bir acıma duygusu yüreğimi doldurdu. Bugünlerden bir gün onlara bir iyilikte bulunmayı içimden kesinlikle kararlaştırdım: Bütün köylülere, rozbifle meyveli puding, bol bira ve alçakgönüllü iltifatlar dağıtacaktım.

Bu mezarların arasında aksayarak saklanan o kaçağı, onunla olan ilişkimi, eskiden beri hep utanca benzer duygularla anımsardım. Hele böyle bir günde buraya gelip de onu gene paçavraları arasında titreyerek, perişan bir durumda görür gibi olduğum zaman neler duyduğumu varın siz düşünün! Tek avuntum olayın üzerinden çok zaman geçmiş olmasıydı. Herif çoktan uzak yerlere sürgün edilmiş olmalıydı; benim için ölmüş sayılırdı artık, belki de gerçekten ölüp gitmişti.

Bu alçak, batak yerlerden uzaklaşıyordum artık, bu hendeklerle setlerden, tümseklerde otlayan şu sığırlardan. Gene de sığırların üzerine bir saygı gelmiş gibiydi bugün. Geleceği bunca büyük umutlarla ışıyan bu gence doya doya bakabilmek için benden yana dönüyorlardı sanki... Sağlıcakla kalın, çocukluğumun siz değişmeyen arkadaşları! Demirci dükkânlarıyla sizin çayırlarınız değil bundan böyle benim yerim; Londra'ya, yükselmeye gidiyorum ben!

Bu coşkuyla yürüyerek eski cephaneliğe gittim, yere uzandım: "Acaba Miss Havisham beni Estella ile evlendirmeyi mi tasarlıyor?" diye düşünürken uyuyakalmışım.

Uyandığım zaman Joe'nun yanı başımda oturmuş pipo tüttürdüğünü görünce pek şaşırdım. Gözlerimi açtığımı görünce Joe beni neşeli bir gülüşle karşıladı.

"Son pazarımız olduğundan keri, Pip, düşündüm ki ben de geleyim bari."

"Ah, Joe, ne iyi ettin de geldin."

"Sağ olasın, Pip."

Tokalaştık, sonra ben, "Sevgili Joe, inan bana seni hiç unutmayacağım," diye ekledim.

Joe güven dolu, rahat bir sesle yanıtladı: "Aman sen de, Pip, elbet inanıyorum, iki gözüm. Tanrı senin iyiliğini versin, çocuk, sorun inanıp inanmamakta değildi ki. Bütün olup bitenlere biraz alışmak, biraz akıl yatırmak gerekiyordu. Durum da öyle damdan düşercesine başımıza geldi ki kendimizi alıştırmak, aklımızı yatırmak biraz zaman aldı, değil mi, cancağızım?"

Joe'nun benim vefama böyle sımsıkı güvenmesi pek hoşuma gitmedi nedense. Bu konuda biraz heyecana gelmesini, "Çok alçakgönüllülük gösteriyorsun, Pip!" gibilerden bir şeyler söylemesini isterdim. Bu yüzden Joe' nun sözlerinin ilk bölümüne hiç değinmeyerek yalnızca son söylediklerine karşılık verip evet, haberin gerçekten gökten düşmüşçesine geldiğini, gene de bir beyefendi olmayı eskiden beri istediğimden, böyle bir durumda neler yaparım diye çok zaman kafamda planlar kurmuş olduğumu söyledim.

"Sahi mi?" dedi Joe. "Bak hele. Amma da tuhaf."

"Ah, sevgili Joe, buraya ders yapmaya geldiğimiz sıralarda biraz daha ilerleseymişsin keşke; derslerden gereğince yararlanmayışın çok yazık oldu, değil mi?"

"Bilemeyeceğim ki," diye Joe karşılık verdi. "Odun kafalının biriyim ben! Yalnızca kendi mesleğimde ustayım. Odun kafalı olduğuma eskiden beri yanmışımdır. Ama şimdi, diyelim bir yıl öncesinden daha çok ah vah etmem için bir gerekçe yok ki. Bilmem anlatabildim mi?"

Oysa ben şunu belirtmek istemiştim: Mirasa konup da Joe'ya bir yardımda bulunacak duruma geldiğim zaman, kendisi de mevkiini yükseltebilecek yetenekte olsaydı ne iyi olurdu! Gelgelelim Joe'cuk benim dediğimi anlamamıştı bile. Ben de bu işi onun yerine Biddy ile görüşmenin daha yerinde olacağını düşündüm.

Böylece, eve dönüp de çayımızı içtikten sonra Biddy' yi yol kıyısındaki bahçeye çağırdım. Genel bir moral yükseltmesi niyetine, onu hiçbir zaman unutmayacağımı söyledikten sonra kendisinden bir ricam olduğunu bildirdim.

"Ricam şu ki, Biddy," diye ekledim. "Joe'nun birazcık daha ilerleyebilmesine yardım etmek için elinden geleni yapacaksın."

Biddy gözlerimin içine büyük bir ciddilikle bakarak, "Nasıl ilerlemek?" diye sordu.

"Canım, öyle işte. Joe ne şeker adamdır, bilirsin... dünyanın en şeker, en iyi insanıdır bana sorarsan. Gelgelelim birçok yönlerden pek geri kalmış; yani, öğrenim, eğitim konusunda; görgü, kibarlık kurallarında."

Gerçi ben bunları söylerken Biddy'ye bakıyordum, o da gözlerini iri iri açmıştı, ama bu kez bana bakmadı. Bir böğürtlen yaprağı kopararak, "Yaa? Onu yeterince görgülü, kibar bulmuyorsun demek?" diye sordu.

"Canımın içi Biddy, bu köye göre çok bile, neylersin ki..."

Biddy elindeki yaprağı ciddilikle süzerek, "Yaa," dedi. "Demek bu köye göre..."

"Sözümü kesmesene. Joe'yu buradan alıp daha yüksek bir çevreye götürsem... ki mirasıma konduğum zaman bunu yapmaya niyetliyim... öyle bir çevrede Joe' nun değerini hiç anlamayacaklardır."

"Sanki Joe bunu bilmiyor mu sanıyorsun?" diye sordu Biddy.

Öyle kışkırtıcı bir soruydu ki... çünkü böyle bir olasılık şimdiye kadar aklımın ucundan bile geçmemişti...

"Ne demek istiyorsun, Biddy?" diye ona çıkıştım.

Biddy yaprağı parmakları arasında ezip ufalamıştı (böğürtlen yapraklarının kokusu o zamandan beri bana hep, kır yolunun yanındaki küçük bahçede geçirdiğimiz o akşam saatini anımsatır).

"Onun gururlu olabileceğini hiç düşünmedin mi?" diye sordu.

"Gururlu ha? O mu?" diye dudak büktüm.

Biddy gene gözlerimin içine bakıp başını sallayarak, "Herkesin gururu kendine göre," dedi. "Gurur dediğin ille tek türlü olmaz ya..."

"Ee, sonra? Ne diye sustun?"

"Joe da başkalarına uyarak yerinden uzaklaşmayı gururuna yediremez belki. Yerinin örs başında olduğunu, bu yere yaraştığını, ustalık kalıbını hakkıyla, saygınlıkla doldurduğunu biliyor çünkü. Doğruyu söylemek gerekirse ben onun bu yönden gururlu olduğuna inanıyorum. Ama yersiz konuşuyorumdur belki de. Öyle ya, sen onu çok daha yakından tanıyorsun."

"Vah vah, Biddy," dedim ben. "Çok üzüldüm senin şu tutumuna. Sana hiç konduramazdım doğrusu. Ama kıskançlık yüzünden böyle konuşuyorsun; mutluluğumu bana çok görüyorsun. Başıma devlet kuşu kondu diye canın sıkıldı; bu duygularını ortaya vurmaktan da kendini alamıyorsun."

Biddy, "Böyle düşünmeye için razı geliyorsa konuş," dedi. "Söyle söyleyebildiğince, için razı geliyorsa böyle düşünmeye."

Ben ona erdemli olmanın verdiği bir yücelikle tepeden bakarak, "Böyle olmaya için razı geliyorsa, demek istiyorsun, Biddy," dedim. "Bana numara yapma. Bu tutumuna çok üzüldüm, çünkü bu... bu insan huyunun en kötü yanlarından biridir. Her neyse, ben gittikten sonra sevgili, biricik Joemuzu her yönden ilerletmek için fırsat kolla, eline geçen en ufak fırsatları bile değerlendir, diyecektim. Ama bu konuşmandan sonra, senden hiçbir şey istemeyeceğim artık. Gerçekten üzüldüm senin bu tutumuna," dedim gene. "Çünkü... insan huyunun en kötü yönüdür bu."

Zavallı Biddy, "Sen beni paylasan da övsen de bir şey değişmez," diye konuştu. "Benim burada, elimden geleni yapacağıma güvenebilirsin. Benden uzaktayken benim için nasıl düşünürsen düşün, o da bir şey değiştirmez; ben seni hep eski Pip olarak anımsayacağım." Sonra kızcağız başını öteye çevirerek, "Ne var ki haksızlık etmek de beyefendiliğin şanına yaraşmaz," dedi.

Ben gene kıskançlığın, insan huyunun en kötü yönü olduğunu belirttim. Ne denli doğru konuştuğumu, yalnızca kıskançlığı kondurduğum kişi konusunda yanıldığımı sonradan çok iyi anlayacaktım. Biddy'den ayrılıp patikaya saptım. Biddy eve döndü, ben de bahçe kapısından çıkarak yemek saatine kadar karamsarlık içinde dolaştım. Yaşantımın büyük umutlarla parlayışının bu ikinci gecesinin de birincisi gibi böyle yalnız, sıkıntılı geçmesine hem şaşıyor, hem üzülüyordum.

Neyse ki sabah olunca karamsarlığım dağıldı. Biddy' yi de hoşgörümün kapsamı içine aldım, konuyu kapadık.

Bulabildiğim en iyi giysileri giyerek, dükkânların açılış saatine yetişmek üzere erkenden kasabaya inip terzi Trabb'in karşısına çıktım. Dükkânının arkasındaki odada kahvaltısını etmekte olan terzi ayağıma gelmeye zahmet etmeyerek beni içeri çağırdı.

"Pekâlâ," dedi Mr. Trabb, beni gördüğüne sevinmiş gibi neşeli, babacan bir tutumla. "Nasılsın bakalım? Bir istediğin mi var benden?"

Mr. Trabb sıcak sandviç ekmeklerini kuştüyü yataklar gibi puf puf üç parçaya bölmüş, arasına tereyağı sürerek üzerlerini battaniyeyle örtmeye dalmıştı. Kendisi, işi çok verimli olan, varlıklı, yaşlı bir bekârdı; açık penceresinden verimli bir bahçeyle meyvelik gözüküyordu, ocağın yanındaki duvara da servet dolu olduğu anlaşılan demir bir kasa gömülüydü. Onun varlığının yığın yığın çuvallar içinde, bu kasada saklandığından benim hiç kuşkum yoktu.

"Mr. Trabb," diye söze başladım. "Söylemesi ayıp, övünmek gibi olmasın ama, hatırı sayılır bir servete konmak üzereyim."

Terzi Trabb'in üzerinden bir değişim, seyirti geçti. Tereyağını kuştüyü yatakta unutup elini masa örtüsüne sildi ve, "Bak hele şu işe!" diyerek ayağa kalktı.

"Londra'da, vasimin yanında kalmaya gidiyorum," diye ekledim. Cebimden sözümona rastgele birkaç altın çıkartarak şöyle bir evirdim çevirdim. "Bu yüzden şık, modaya uygun bir takım yaptırtmak istiyorum, Londra'ya giderken giymek için." Ardından, "Parasını da peşin ödemek istiyorum," diye ekledim, yoksa onun yaparım deyip savsaklayacağından korkuyordum.

Terzi Trabb, "A benim canım efendim," diyerek saygıyla belini kırıp kollarını bana doğru uzattı, elleriyle dirseklerime şöyle bir dokunmak cüretini gösterebildi. "Aramızda paranın sözü mü olur? İnanın, gücenirim. Sizi kutlarsam kızmazsınız ya? Bir zahmet dükkâna kadar buyurur musunuz, efendim?"

Terzi Trabb'in çırağı bizim oraların en arsız, en terbiyesiz çocuğuydu. İlk geldiğimde ortalığı süpürmekteydi. Tozları benim üstüme doğru süpürerek neşesini bulmuş, işine eğlence katmıştı. Mr. Trabb'le ben dükkâna girdiğimiz zaman çırak hâlâ süpürge başındaydı. Bizi görünce süpürgeyi önüne çıkan her şeye, duvarların her köşesine çat çat çarpmaya başladı. Ölü ya da diri, tüm demirci çıraklarıyla eşit olduğunu göstermek istiyordu sanırım.

Gelgelelim ustası son derece sert bir sesle, "Kes!" diye bağırdı. "Yoksa kafanı kırarım ha!.. Beyefendi, hatırım için şuracığa oturmaz mısınız?" Sonra bir top kumaş indirip tezgâhın üzerine dalga dalga serdi, parıltısını göstermek için elini kumaşın altından kaydırarak, "Nefis bir maldır bu," dedi. "Sizin isteğinize uygun, hem de ekstra süper olduğu için candan salık veririm ama, başka parçaları da göstereceğim size. Hey, bana baksana," diye çırağından yana seslendi. "Dört numaralı topu indir şuradan bana." Çocuğa, topu bana çarpmasından ya da başka bir sırnaşıklık yapmasından korkuyormuşçasına dik dik bakıyordu.

Çocuk dört numarayı tezgâha bırakıp uzaklaşıncaya kadar da ustası gözlerini onun üstünden ayırmadı. Sonra, beş numarayla sekiz numarayı da getirmesini buyurarak, "Maymunluk istemem ha, yoksa burnundan getiririm pis köpek, dünyaya geldiğine pişman ederim seni," diye ekledi.

Sonra dört numaranın üstüne eğilerek bir sır ortağı gibi gene saygı dolu bir sesle, bana bunu, soylularla kibarlar arasında sürümü çok olan hafif, yazlık giysiler için salık verdi. Böyle bir kumaşı seçkin bir kişinin sırtında düşünmekle kendinin de onurlanacağını söylüyordu.

Sonra gene çırağına dönerek, "Şu beşle sekiz numaraları getirecek misin sen, aylak serseri?" diye sordu. "Yoksa kıçına bir tekme vurup seni sokağa atayım da topları kendim mi getireyim?"

Mr. Trabb'in verdiği akıllardan da yararlanarak bir kumaş seçtim, sonra ölçümün alınması için oturma odasına döndük. Gerçi Mr. Trabb'de zaten ölçüm vardı; kendisi şimdiye dek bunları hiç sesini çıkarmadan kullanıp durmuştu. Ne var ki şimdi, "Bu durumda işe yaramaz, efendim; hiçbir işe yaramaz," diye ezilip büzülerek oturma odasında beni yeni baştan ölçtü, biçti; sanki ben bir mülktüm, kendisi de en titizinden bir bilirkişi. İşi öylesine uzattı, öyle ıkınıp sıkınıp kan terlere battı ki içimden, "Şu zahmetle yorgunluğu hiçbir giysi takımının parası karşılayamaz," diye düşündüm.

Sonunda ölçü işini bitirip takımı da perşembe akşam üzeri Mr. Pumblechook'lara yollamaya söz verdiği zaman, eli oturma odasının tokmağında, biraz duralayarak, "Beyefendi, Londralı kibar takımının taşra esnafıyla iş yapması elbet düşünülemez," dedi. "Gene de hemşerimiz olmak sıfatıyla arada sırada bana bir şeyler ısmarlarsanız pek kıymete geçer. İyi günler, efendim; sağ olun, var olun... Aç kapıyı!"

Bu son sözler çıraktan yana fırlatılmıştı ya çocuk bu sözlerin anlamını hiç bilmez gibiydi. Ne var ki biraz sonra ustasının ellerini ovuşturup yerlere eğilerek beni geçirdiğini görünce, ben de bu arsız oğlanın yerle bir olduğunu gördüm. Paranın akıllara durgunluk verici kudreti kafama ilk olarak işte o zaman dank etti; Trabb'in çırağını, söz gelişi, çöküp yüzü yere gelmiş durumda gördüğüm zaman...

Bu unutulmaz olaydan sonra şapkacıyı, kunduracıyı, manifaturacıyı sıradan geçirdim. Kendimi tekerlemedeki köpeğe benzetiyordum: Hubbard Ana'nın, giydirilip kuşatılması için türlü zanaatların ürünlerini almak zorunda bırakan köpeğe.7 Posta arabalarının kalktığı yere de gidip cumartesi sabahı, saat yedi arabasında yerimi ayırttım. Güzel bir paraya konduğumu her gittiğim yerde söylemenin gereği yoktu, gene de bu haberi ne zaman çıtlatsam, karşımdaki dükkâncı pencereden High Sokağı'nı seyrederek gönül eğlemekten o saat vazgeçiyor, tüm dikkatini bana veriyordu. Bütün istediklerimi ısmarladıktan sonra Pumblechook'lara yollandım. Dükkâna yaklaştığım zaman onun kapıda durduğunu gördüm.

Büyük bir sabırsızlık içinde beni beklemekteydi. Sabah erkenden arabasıyla çıkmış, bizim köye, demirci dükkânına uğrayınca havadisi duymuştu. Barnwell'in salonunda benim için soğuk yemeklerle donatılmış bir sofra düzenlemişti. O da yamağına benim kutsal varlığım rahatça geçebilsin diye, "Açılalım, yol verelim," diye seslendi.

O, ben ve sofra baş başa kaldığımızda Mr. Pumblechook ellerime sarılarak, "Sevgili dostum," dedi. "Talih yüzüne güldü, ne mutlu sana; hayırlı, uğurlu olsun. Ama sen bunu çoktan hak etmiştin zaten, böylesi yaraşırdı sana!"

Hah şöyle, sonunda ana konuya değinmiş, akla yakın bir laf etmişti. Bir süre burnundan bana doğru hayranlık solukları salıverdikten sonra, "Bu sonucu sağlayan ilk ufak adımı kendimin atmış olduğumu düşünüyorum da," dedi. "Koltuklarım kabarıyor doğrusu; ödül almış gibi oluyorum."

Bu konuda hiç, dolaylı yoldan bile hiçbir şey söylenilmeyeceğini unutmaması için Mr. Pumblechook'a ricada bulundum.

Mr. Pumblechook, "Çok sevgili genç dostum benim," diye mırıldandı. "Sana böyle dememe izin verirsen..."

Ben de, "Elbette," diye mırıldandım.

Pumblechook gene ellerimi kavrayarak yeleğine bastırdı. Gerçi yanlışlıkla biraz aşağıya, mide yöresine rastlatmıştı, gene de amacının duygusal olduğu anlaşılıyordu.

"Çok sevgili genç dostum, sakın gözün arkada kalmasın. Senin yokluğunda bana düşen küçük görevi elimden geldiğince yerine getirip gerçekleri her zaman Joseph'in kafasına kakacağıma güvenebilirsin. Ah, Joseph," diye Mr. Pumblechook anlayış, acıma, düş kırıklığı belirten bir sesle ekledi. "Ah şu Joseph yok mu, şu Joseph!" diyerek başını salladı, sonra Joseph'de bir noksanlık bulunduğuna inandığını belirtmek için parmağıyla şakağını tıklattı.

Derken, "Ama pek sevgili küçük dostum, karnın acıkmıştır senin," dedi. "Yorgunluktan ölmüşsündür. Kuzum otur hele. Bak, Blue Boar'dan getirttiğim bir piliççik var şurada; biraz dil var Blue Boar'dan gelme, daha birkaç lokma bir şey var, hepsi Blue Boar'dandır; umarım hor görmeyip atıştırırsın biraz."

Yerine oturmuşken gene zıp diye ayağa kalkarak, "Ne mutlu bana," dedi. "Tasasız küçüklük günlerinde dizimde hoplattığım çocuk ha, şimdi karşımda oturan şu delikanlı? İnanamıyorum. İzin ver bana, izin ver..."

İstediği şey gene ellerime sarılma izniydi. Razı geldim, Pumblechook yeniden coştu, sonra gene yerine oturdu.

"İşte şarabımız! İçelim, kadere şükredelim. Bundan sonraki gözdelerini de hep böyle isabetli seçmesini umalım! Ama elimde değil," diyerek Mr. Pumblechook gene ayağa kalktı. "Karşımdakinin SEN olduğunu bilmek... SENİN onuruna içtiğimizi düşünmek... Elimde değil, içime sığdıramıyorum işte. İzin verir misin bana, izin verir misin?.."

İstediği izni verdim, Pumblechook gene ellerime sarıldı, bardağını boşaltıp baş aşağı çevirerek masaya koydu. Ben de onun gibi yaptım. Kendi kendimi baş aşağı çevirip öyle içseydim şarap beni ancak bu kadar çarpabilirdi!

Mr. Pumblechook tabağıma pilicin ciğerli kanadıyla dilin en güzel parçalarını koyuyor (bana domuzun kenar mahallelerindeki çıkmaz sokak köşelerinin düştüğü günler çok gerilerde kalmıştı şimdi), bana oranla kendini neredeyse aç bırakıyordu.

Bir ara çatalını tabaktaki pilice doğru uzatarak, "Sen, ey piliç!" diye konuştu. "Sen, ey mutlu piliç! Küçücük bir civcivken yazgının sana neler hazırladığını nerden bilecektin? Nasıl bilebilirdin ki bu yoksul çatının altında, böyle bir onur konuğunun midesine ineceksin? Böyle birinin... Dileyen aşırı duygusallık desin buna," diyerek Mr. Pumblechook yeni baştan ayağa kalktı. "Ama elimde değil işte. İzin ver..."

İzin veriyorum, demeye artık gerek kalmadığından Mr. Pumblechook yapacağını hemen yaptı. Bu işi, elimdeki bıçakla yaralanmaksızın böyle üst üste kaç kez nasıl yapabildi? Akıl erdiremedim.

Mr. Pumblechook bir süre aralıksız yemek yedikten sonra, "Ya ablan, seni kendi elcağızıyla büyüten..." diye konuşmasını bıraktığı yerden sürdürdü. "Ne acıklı bir tablo. Çünkü kendisi bu onuru tümüyle kavrayabilecek yetenekte değil, yazık ki. Ama ben..."

Gene üzerime yürüyeceğini anlayarak onu durdurdum.

"Ablamın onuruna içelim," dedim.

Pumblechook hayranlıktan iyice gevşeyip koltuğuna yayılarak, "Aah, ah!" dedi. "Bunlar böyledir işte, beyefendiciğim." Bu beyefendi kimdi, bilemiyorum. Ben olamazdım, oysa odada bir üçüncü kişi de yoktu. "Yüce gönüllü olanların özelliğidir bu, beyefendiciğim. Her zaman bağışlamasını bilirler, hatır sayarlar, güler yüzlüdürler." Böyle diyerek dalkavuk Pumblechook bardağını hiç içmeden masaya bıraktığı gibi gene ayağa kalktı. "İncelikten yoksun kişilere belki aşırı bir davranış gibi gelebilir, gene de eğer izin verirseniz..."

Pumblechook, yapacağını yaptıktan sonra gene yerine oturdu, ablamın onuruna içti.

"Huysuzluk, terslik gibi kusurlarına hiçbir zaman göz yummayız elbet," dedi. "Gene de hiç değilse niyetinin iyi olduğunu umalım."

Onun yüzünün gitgide kızardığını bu sıralarda algılamaya başladım. Bana gelince, salt surat kesilmiştim sanki, şaraba yatırılmış, cayır cayır yanan bir surat.

Pumblechook'a yeni giysilerimi onun evine yollatmak istediğimi söyledim. Kendisine böyle bir ayrıcalık bağışladım diye sevincinden deliye döndü. Köyde göze batmaktan çekindiğime değindim; beni övdü, göklere çıkardı. Buralarda ondan başka güvenip yakınlık gösterebileceğim kimse olmadığını söylemeye getirdi, sonra uzun lafın kısası... gene izin istedi. Ellerime bir kez daha sarıldıktan sonra duygu dolu, sevecen bir sesle, çocukluğumda onunla oynadığım hesap oyunlarını anımsayıp anımsamadığımı sordu. Hani nasıl birlikte gitmiştik, beni resmen çırak yazdırtmaya? Kısacası, oldum olası benim gözbebeğim, en yakın arkadaşım o değil miydi?

O akşamkinden on kat daha çok şarap bile içmiş olsam, onunla aramızda böyle bir yakınlık bulunduğuna hiçbir zaman inanamazdım. Hiç değilse içimden, gizlice, bu iddiaya karşı çıkmam gerekirdi. Ne var ki bir ara, "Onun hakkında iyiden iyiye yanılmışım," diye düşündüğümü, onu aklı başında, iyi yürekli, olgun, kafadar bir insan gibi gördüğümü bile anımsıyorum...

Zamanla onda da bana karşı öylesine bir güven doğdu ki kendi işleri konusunda akıl danışmaya başladı. Tahıl piyasasında büyük bir şirketleşme, tekelleşme olanağı söz konusuymuş, ne bizim bu yörelerde ne de başka bir yerde görülmedik çaplara ulaşılabilirmiş. Bunun gerçekleşmesi için gerekli olan tek şey, çok büyük bir para yatırımıymış, onun deyişiyle: Biraz Daha Sermaye! Onun ağzından çıkan üç küçük sözcük buydu: Biraz Daha Sermaye. Şimdi ona (Pumblechook'a) öyle geliyormuş ki bu sermaye şirkete "dışarıdan" bir ortakça yatırılsa... ki, beyefendiciğim bu ortağın yapacağı tek şey kendisi gelerek ya da bir vekilini yollayarak istediği zaman hesap defterlerini gözden geçirmek, yılda iki kez de buyurup yüzde elli oranında kârı cebine indirmekmiş... Ona (Pumblechook'a) sorarsanız böyle bir iş hem paralı hem de atılgan bir genç için, üzerinde dikkatle durulmaya değer, çok güzel bir başlangıç olurmuş... Ama ben ne düşünüyormuşum bu konuda? Kendisi benim düşüncelerime çok güvendiği için soruyormuş, ne düşünüyorum diye.

Ben de düşüncemi belirttim ona: "Biraz bekleyin hele!"

Bu düşüncenin, derinlikle açıklığı kendinde birleştirmiş olması onu öyle bir etkiledi ki, ellerime sarılmak için izin bile istemedi artık; bunu yapmazsa yaşayamayacağını söyledi... ve yaptı.

Şarabı içip bitirdik. Mr. Pumblechook kaç kez üst üste, Joe'yu hizada tutacağına (hangi hiza bilmiyorum) bana da elinden geldiğince hizmette (hangi hizmet bilmiyorum) kusur etmeyeceğine sözler verdi, yeminler etti. Bir de, eskiden beri benden söz edilirken, "Bu çocuk öyle sıradan çocuk değil; şu sözlerimi bir yere yazın, sonra dediydi dersiniz, büyüdüğü zaman da sıradan bir insan olmayacak," dediğini anlattı ki bunu ilk kez duyuyordum. Sırrını bunca yıl böyle titizlikle saklayabildiğine doğrusu şaştım. Pumblechook gözleri dolu dolu olarak gülümsedi; o eski sözlerini şimdi andıkça bir tuhaf olduğunu söyledi; ben de bir tuhaf olduğumu söyledim.

Sonunda açık havaya çıktım. Güneşin alışılmadık bir biçimde parladığını hayal meyal seziyordum. Bir de ne göreyim, geçtiğim yolların farkına bile varmadan paralı yola gelmişim bile! Burada Mr. Pumblechook'un arkamdan seslenmesiyle aydım. O, güneşli sokağın taa ötesindeydi. Benden yana, durmamı isteyen anlamlı işaretler yaparak koşuyordu. Durdum, o da soluk soluğa bana yetişti. Konuşabilecek kadar soluğunu toparladığı zaman, "Yok, sevgili dostum, olamaz; böyle bir şeye göz yumamam," dedi. "Bana iltifatınızı bağışlamadıkça bırakmam sizi... Eskiden beri sizin iyiliğinizi isteyen bir dostunuz olarak bana... İzin vereceksiniz, değil mi?"

Böylece en azından yüzüncü kez tokalaştık. Bu arada Pumblechook, yoldan geçmekte olan genç bir arabacıyı, önümden çekilsin diye öfkeyle kalayladı. Sonra bana iyilikler diledi. Ben köşeyi dönünceye kadar da durup arkamdan el salladı. Köşeyi dönünce bir tarlaya sapıp hendekteki bir çalının dibinde uzun bir uyku çektim, ancak ondan sonra evin yoluna koyuldum.

Londra'ya götürecek pek bir yüküm yoktu, çünkü sahip olduğum birkaç parça bir şey, zaten yeni durumuma uygun nitelikte değildi. Ben gene de hemen o gün öğleden sonra çantamı hazırlamaya başladım. Aklım öylesine bir karış havadaydı ki, yitirilecek tek dakika olmadığına kendimi inandırarak deliler gibi, ertesi sabah kullanacağımı bildiğim şeyleri bile yerleştirdim.

Salı, çarşamba, perşembe günleri böylece geçti. Cuma sabahı Mr. Pumblechook'lara yollandım. Niyetim yeni takımımı giyip Miss Havisham'ı görmeye gitmekti. Mr. Pumblechook giyinmem için bana kendi odasını ayırmış, ben geleceğim diye tertemiz havlular astırtmıştı. Giysilerim beni düş kırıklığına uğrattı elbet. İnsanların giyinmeye başladıklarından bu yana, böyle dört gözle beklendikten sonra giyilen her yeni giysi, giyeni düş kırıklığına uğratmıştır sanırım. Her neyse, yeni takımımı giyip de Mr. Pumblechook'un pek yetersiz kalan aynasında bacaklarımın tümünü görebilmek uğruna eğrilip bükülerek sayısız biçimlere girdikten sonra takım üzerime daha iyi oturmaya başladı sanki...

On beş kilometre uzaktaki bir komşu kasabada pazar kurulduğundan Mr. Pumblechook evde yoktu. Ayrılış saatini kendisine kesin olarak bildirmediğimden gitmeden önce bir daha tokalaşacağımızı sanmıyordum. Bu da benim işime geldiğine göre yeni kılığımla sokağa çıktım. Kalfanın önünden geçerken utancımdan neredeyse yerin dibine batıyordum! Joe'nun bayramlık kılığını giydiği zamanlardaki durumuna düşmüşüm gibi, gülünç kaçıyormuşum gibi bir kuşku vardı içimde.

Miss Havisham'ın oraya hep arka sokakları seçerek gizlice gittim; eldivenimin katı, uzun parmakları yüzünden çıngırağı güçlükle çalabildim. Kapıya Sarah Pocket çıktı. Beni böylesi değişmiş görünce resmen sendeleyerek geriledi. O ceviz kabuğuna benzeyen yüzünün rengi de esmerden yeşile, yeşilden sarıya döndü.

"Sen ha? Sensin ha? Tövbe! Bir yaşıma daha girdim. Ne istiyorsun?"

"Londra'ya gidiyorum da, Miss Pocket," dedim. "Miss Havisham'a veda etmek istedim."

Geleceğimden haberleri yokmuş demek. Çünkü Sarah Pocket beni avluda kilitli bırakarak içeriye alınıp alınmayacağımı sormaya gitti. Çok az bekledim, sonra Miss Pocket geldi, beni yukarı çıkarttı. Yol boyunca gözlerini üzerimden hiç ayırmayarak beni şaşkınlıkla süzmüş, durmuştu.

Miss Havisham şölen sofrasının kurulu durduğu odada, koltuk değneğine yaslanmış, yürüyüşünü yapmaktaydı. Oda gene eskisi gibi aydınlatılmıştı. Benim girdiğimi duyunca kadın durdu, döndü. O sırada o küflenmiş gelin pastasının tam önündeydi.

"Gitme, Sarah," dedi. "Eee, Pip?"

Sözlerimi sonsuz bir titizlikle seçerek, "Miss Havisham, yarın Londra'ya gitmek üzere yola çıkıyorum," dedim. "Sizinle vedalaşmama izin vermek iyiliğini gösterirsiniz diye düşündüm."

Miss Havisham, "Cakana diyecek yok, Pip," diyerek değneğini çevremde dolaştırdı. Beni dilencilikten prensliğe yükselten İyilik Perisi, gerçekleştirdiği değişimin en son ayrıntılarını yaratmaktaydı sanki...

"Sizinle son görüşmemizden sonra öyle bir şansım açıldı ki Miss Havisham!" diye mırıldandım. "Öyle minnet doluyum ki bu yüzden Miss Havisham!"

Sarah Pocket bu sözleri duyunca kıskançlığından çatlayacak gibi olmuştu. Miss Havisham ondan yana keyifle bakarak, "Güzel, pek güzel," dedi. "Mr. Jaggers'la ben de görüştüm, Pip. Haberi aldım. Yarın gidiyorsun ha?"

"Evet, Miss Havisham."

"Çok zengin birisi mirasını senin üstüne yapmış, ha?"

"Öyle, Miss Havisham."

"Adı belli değil mi?"

"Değil, Miss Havisham."

"Mr. Jaggers da sana vasilik edecekmiş, öyle mi?"

"Evet, Miss Havisham."

Sarah Pocket'in kıskançlığıyla sinirinden aldığı zevk öylesine keskindi ki Miss Havisham bu soru yanıt oyununu ballandıra ballandıra uzatıyordu.

"Güzel!" dedi gene. "Önünde nurlu ufuklar uzanıyor. Geleceğin parlak. İyi bir insan ol, hak et bunu. Mr. Jaggers'ın sözünden de sakın çıkma." Böyle diyerek bir bana bir de Sarah'ya baktı. Sarahcık o dikkat kesilmiş olan yüzünü sıkarak, acı bir sırıtış çıkarabildi. "Güle güle git, Pip! Pip adını hiçbir zaman bırakmayacaksın, biliyorsun."

"Biliyorum, Miss Havisham."

"Yolun açık olsun, Pip!"

Miss Havisham'ın uzattığı eli dizüstü çökerek dudaklarıma götürdüm. Ondan ayrılırken nasıl davranacağımı önceden düşünmemiştim; o dakikada diz çöküp elini öpmek içimden geldi. Kadın o garip, ürpertici gözlerinde bir zafer parıltısıyla Sarah Pocket'ten yana baktı. Ben de böylece İyilik Perimi orada bırakıp çıktım; orada, mumların loş ışığıyla aydınlanmış odada, örümcek ağlarıyla sarılı küflenmiş gelin pastasının yanında, iki eliyle koltuk değneğine dayanmış olarak...

Sarah beni, savulması gereken bir hortlakmışım gibi aşağıya indirdi. Kılığımdaki değişikliğin verdiği şaşkınlıktan kendini hâlâ kurtaramadığı, bu işe bir türlü akıl erdiremeyip kahrolduğu belliydi.

"Sağlıcakla kalın, Miss Pocket," dedim.

O ise bana bakmakla yetindi; aklı öylesine karışmıştı ki benim konuştuğumu bile algıladığını sanmıyorum.

Evden uzaklaşınca, elimden geldiği kadar kimseye görünmemeye çabalayarak gene Pumblechook'lara gittim, yeni giysilerimi çıkarıp çıkın yaptım, eve eski takımımla döndüm. Ne yalan söyleyeyim, elimde bir de çıkın taşımakla birlikte daha hafiflemiş, rahatlamıştım.

İşte böyle, hiç geçmeyecekmiş gibi gelen altı gün göz açıp kapayana dek geçivermiş, "yarın" gelip çatmış, gözümün içine bakıyordu da ben onun gözünün içine pek bakamıyordum. Önümde uzanan altı akşam eriyerek beşe, dörde, üçe, ikiye indikçe ben de Joe ile Biddy'nin yanından ayrılmaz olmuştum. Bu son akşamda onların hatırı için cicilerimi giyinip kuşandım, yatak zamanına kadar tüm şatafatımla dolaştım. Son gecenin onuruna, başta bu tür sofraların kaçınılmaz baş yemeği sayılan piliç kızartması olmak üzere, sıcak yemekler yedik. Yanında da flip8 içtik. Gel gör ki hepimizin yüreği ezgindi; neşe tasladıkça içimiz daha bir kararıyordu.

Köyden, elimde çantamla sabahın beşinde ayrılacaktım. Joe'ya tek başıma gitmek, kasaba yolunu yalnız yürümek istediğimi söylemiştim. Utanarak, yerin dibine geçerek açıklayayım ki bunun nedeni, posta arabasına birlikte gidersek Joe'nun kılığının benim cicilerimle çelişmesinden korkmamdı. Amacımda böyle çirkin bir leke bulunmadığına kendi kendimi inandırmıştım. Gelgelelim köyümüzdeki bu son gecemde üst kata, yatak odama çıktığımda, art niyetli davranmış olabileceğimi kendi kendime itiraf etmek zorunda kaldım. İçimden gene aşağıya inerek, "Sabahleyin sen de gel; beni geçir," diye Joe' ya yalvarmak geçti. İnmedim.

Sabaha değin tedirgin uykumu posta arabaları bölüp durdu: Londra'ya değil de başka yanlış yerlere giden, koşumlarında at yerine attan başka her tür hayvan; köpekler, kediler, domuzlar, hatta insanlar bağlanmış olan arabalar... Akıldışı aksaklıklarla dolu bir yolculuğun düşleri arasında tanyeri atıp güneş doğdu, kuşlar şakımaya başladılar. O zaman ben de kalkıp üzerime bir şeyler aldım, köye son bir kez bakmak amacıyla pencere başına oturdum. Bakarken uyuyakalmışım.

Biddy benim kahvaltımı hazırlamak için öylesine erkenden ayaklanmıştı ki pencere başında topu topu bir saatçik uyuduğum halde, "Eyvah, saat öğleyi geçti!" diye yüreğim ağzıma gelerek uyandığımda mutfak ocağında yanan ateşin dumanı burnuma geldi. Ne var ki bunun üzerine dakikalar geçtiği halde, mutfaktaki tabak şıkırtılarını duymamın, giyinip hazırlanmamın üzerinden dakikalar geçtiği halde, ben aşağıya inecek gücü kendimde bir türlü bulamıyordum. Böylece kim bilir kaç kez, ufak çantamın kayışlarını çözüp kilidini açtıktan sonra kayışları gene tokalayıp kilidi kapatarak, Biddy, "Geç kalıyorsun," diye sesleninceye dek odamda kaldım.

Aceleyle ettiğim kahvaltıdan hiç tat alamadım. Sofradan kalkınca, aklıma daha o dakikada gelmiş gibilerden, "Eh ben artık gideyim bari," dedim. Her zamanki köşe koltuğunda sallanarak gülüp duran ablamı öptüm, Biddy'yi de öptüm, Joe'ya gelince kollarımı sımsıkı boynuna doladım. Onları son olarak, arkamda bir hışırtı duyup da geri baktığım zaman gördüm: Joe arkamdan bir eski ayakkabı fırlatmaktaydı. Ayakkabının öbür tekini de Biddy alıp fırlattı. Zınk diye durdum o zaman, şapkamı çıkarıp salladım. Joe, sevgili dost, o güçlü kolunu ta havaya kaldırıp sallayarak boğuk sesle, "Uğurlar olsun!" diye bağırdı, Biddy de önlüğünü yüzüne örttü.

Hızlı adımlarla oradan uzaklaşırken, evden ayrılmanın sandığımdan daha kolay olduğunu, evdekiler beni geçirmeye gelseler ve tüm High Sokak ahalisinin gözleri önünde, posta arabasının ardından pabuç eskisi atsalar hiç de yakışık almayacağını düşünüyordum. Köyden ayrılmak umurumda değilmişçesine bir de ıslık tutturdum. Gelgelelim köyümüz öyle bir dingin, sessizdi ki bu saatte, hafifçecik sis bulutları dünyayı gözlerimin önüne sermek istercesine ağırdan yükselirken... öyle masum, küçücük bir çocuktu ki burada bırakıp gittiğim Pip; bu köyün ötesinde uzanan her şey de öylesine büyük, öyle bilinmezdi ki birden içim kabardı; dudaklarımdan hıçkırıklar, gözlerimden yaşlar boşandı. Köyün bitiminde, parmağıyla yol gösteren işaret direğinin dibindeydim. Elimi direğe koyarak, "Sağlıcakla kal, sevgili dostum," dedim.

Gözyaşlarımızdan utanmamızın hiçbir zaman gereği yoktur bence. Bunlar kötü yüreklerimizin üstünü örtüp kapatan tozlara dökülen rahmettir çünkü. Ağladıktan sonra ben de daha iyi bir insan olmuştum... daha pişman, nankörlüğünü daha açık anlayan, daha duygulu bir insan. Daha önce ağlamış olsaydım Joe şimdi yanımda olurdu.

Bu ağlayışım, daha sonra, sabah sessizliğinde yürürken durup durup gözlerimden boşanan yaşlar beni öyle durgunlaştırmıştı ki posta arabasına binip kasabadan uzaklaştığımızda içim yanarak, "Atları değiştirmek için ilk durduğumuzda arabadan insem de eve dönüp geceyi orada geçirsem; yarın sabah oradan, şöyle adam gibi ayrılsam mı?" diye düşünüp taşındım. Atlar değişti. Ben henüz kararımı verememiştim; aşağı iniverip geriye dönmekte bir güçlük olmadığını, hem de içimin rahatlayacağını düşünürken atlar yeni baştan değişti. Kafamda bu düşünceleri tartıp dururken kimi zaman karşıdan yaklaşan adamın birini tıpatıp Joe'ya benzetince yüreğim ağzıma geliyordu; Joe buralara dek gelebilirmiş gibi!

Atlar bir kez daha değişti, sonra gene, bir kez daha. Geri dönemeyeceğim kadar geç olmuş, uzaklaşmıştım artık, böylece ben de yoluma devam ettim. Bu arada sis bulutlarının hepsi de ağır ağır yükselmişti ve dünya gözümün önünde sere serpe uzanıyordu.


Pip'in yaşamındaki büyük umutlarla dolu yıllarının birinci döneminin sonudur.





7. Eski bir İngiliz tekerlemesinde, sahibi olan yaşlı Hubbard Ana'yı durmadan öteberi almak zorunda bırakan yaramaz bir köpek. (Ç.N.)

8. (İng.) Alkollü içki (viski, konyak, bira, şarap vb.), şeker, yumurta, hindistancevizi karışımıyla hazırlanan kokteyl. (Y.N.)

Continue Reading

You'll Also Like

8.3K 447 9
Jack London'ın bütün eserlerine bir simgeci natüralizm örneği olan Deniz Kurdu ile devam ediyoruz. Varlıklı bir aileden gelen Humphrey Van Weyden, ge...
101K 8.8K 21
Ailesinin zoruyla tatilini fındık toplamaya gitmek için harcayan Enes'in başına Ordu'nun mafyası musallat olur.
375K 25.4K 23
Berfan ve Bahoz'un hikayesine hoş geldiniz! Hikaye 1990'lar da geçmektedir ve yetişkin içerik sahneler bulunmaktadır.
5.4K 216 20
Otuz yaşındayken yurdunu ve yurdunun gölünü ardına bırakarak dağa çekildi Zerdüşt. Dağda on yıl zaman zarfında, bıkmadan, usanmadan hep ruhunu dinled...