1912-1914
Sonraki haftalar Clarissa'nın hayatına belli bir huzursuzluk getirdi: hayatında ilk kez kendi başına bir karar vermek zorundaydı. O ana kadar hep başkalarının istekleri belirlemişti yapacaklarını, her gününü, hatta her saatini bile. Şimdi meslek seçmek gibi önemli bir konuda kendisinin karar vermesi gerekiyordu ve belli bir eğilimi ya da hedefi olmadığı için bu önemli sorumluluk onu daha da huzursuz ediyordu. Piyano çalmayı çok seviyordu, en zor parçaları bile hatasız ve kolaylıkla çalıyordu çalmasına, ama yine de gerçek bir başarıya ulaşabilmesi için alması gereken yolun farkındaydı. Üniversiteye gidebilmek için lise eğitimini tamamlaması çok fazla zaman alacağından söz konusu olamazdı; diğer taraftan kesin, belli bir meşguliyeti olmadan üç teyzesinden birinde kalmak fikri hem babasının hem de kendi arzusuna ters düşüyordu. Tesadüf bu ya, babasının bir avukat arkadaşı küçük yatırımlarıyla ilgili bazı formaliteleri halletmek üzere Clarissa'yı yanına çağırmıştı; orta yaşlarda, yardım derneklerindeki çalışmaları nedeniyle kendi çalışma alanının dışında da oldukça tanınmış bir adamdı; Clarissa ona tereddütlerini açıkça dile getirip fikrini sordu. Dr. Ebeseder gülümsedi ve öncelikle özür dileyerek ricasının onu neden neşelendirdiğini açıkladı; ona danışmakla gerçekten doğruyu yapmıştı, gerçi tam bir uzman sayılmazdı. Kendisi eski hükümlülere meslek danışmanlığı yapan derneğin başkanıydı, Clarissa ise manastırdan yeni çıkmış ve "henüz hükümlü" değildi. Dr. Ebeseder Clarissa'ya bazı sorular sorarak konuyu kafasında irdeleyip fikrini şöyle açıkladı: Birkaç yıldır pedagoji alanında tamamen yeni çalışmalar vardı, tüm ülkelerde özellikle kadınlar, örneğin İsveç'te Ellen Key ve İtalya'da Signora Montessori gençliğin eğitimi konusunda yeni ve haklı taleplerde bulunuyorlar ve bu kişiler ağırlıklı olarak çocuğun da bir birey olduğunu ve öte yandan ruhsal, bedensel gelişimini de dikkate almak gerektiğini savunuyorlardı; artık günümüzde aklı başında anne babalar çocuklarını akılsız bakıcı ve eğitimsiz öğretmenlere teslim etmek istemiyordu; bu konuda eğer yanılmıyorsa çok çeşitli meslekler edinmek mümkündü ve bunlar çok ilgi çekiciydi, maddi açıdan yüksek taleplere de uygundu ve Dr. Ebeseder'e göre, önemli yanlarından biri de bunun verimli ve insancıl bir etkiyi içinde taşıdığını bilmekti. Tüm bu eğitim ve öğretimler artık bilimde yerini bulmuştu; klasik çocuk bakıcısı yerine diyet yemeklerinden beden eğitimi ve egzersize kadar sorumlu asistanlar isteniyordu. Bu çabalar şimdi çok değişik yönlerde ilerliyordu; zamanın ruhuna uygun olarak uzmanlaşmak önemliydi. Asabi çocuklar için ayrı okullar, zor eğitilen çocuklar için ve zihinsel geri kalmış çocuklar için ayrı ayrı okullar vardı. Kimi kadınlar sosyal alanda kendilerini yardım etmeye adıyorlardı, kimileri de jimnastik alanında yardımcı oluyordu, bebek bakımı ise başlı başına bir bilim haline gelmişti; kendisinin de hepsini takip edemediği yeni okullar ve yeni kuramlar ortaya çıkmıştı –Dr. Ebeseder işin özünde ruhsuz bir meslekte çalışmak istemeyen ama öte yandan kadının asıl görevinden ve özel yeteneğinden vazgeçmek istemeyenler için bu yeni nesilde birçok kapının açık olduğu düşüncesindeydi. Dr. Ebeseder kesin bir şey önermek istemiyordu, ama psikolojik pedagojiyi kendine uygun görüyorsa bunu tavsiye edeceğini söyledi. Clarissa maddi anlamda sıkıntıda olmadığı için, çok önemli ve herkese kısmet olmayan bir ayrıcalıktı bu, ilk yıllar kesin bir karar vermesi gerekmiyordu, bilakis bebek bakımı ya da pedagoji konusunda değişik üniversite, hastane ve akşam kurslarına katılabilir ve sonrasında edindiği bilgilerle içinden gelen ses hangisini işaret ediyorsa ona karar verebilirdi; çünkü içten gelen ses her zaman meslek seçimi konusunda en doğru kararı verdirirdi.
Clarissa ona içtenlikle teşekkür etti ve ertesi yıl duyduğu bu minnettarlığın doğru olduğu kanısına vardı. Yılmayan ve tutarlı bir gayretle –babasından aldığı birçok karakteristik özellik gibi bunu da ondan almıştı– gününü tam olarak planlıyor ve azami bir çabayla değişik alanlarda kendini yetiştiriyordu. Genel bir kayıt yaptırdı, bebek bakımı kursunu tamamladı, üniversitenin pedagoji bölümünün verdiği seminerlere katıldı, hastanelerde çalıştı, konferanslara gitti ve birbirinden çok farklı eğitim metotlarına vâkıf oldu. Spiegelgasse'deki evinden sabahın yedisinde ayrılıyor ve akşamları o kadar geç dönüyordu ki ancak bir saat piyano çalabilecek vakti oluyordu. Bu nedenle profesörlerden biri onun için, saatleri yürürlükten kaldırmak gerekir diye şakalar yapıyordu. Clarissa henüz bir şeye karar vermemişti. Birçok şey ilgisini çekiyordu. Ancak öğretmenlik yapmaya yeteneğinin olmadığını anlamıştı. Manastırdayken sorunların çeşitliliği hakkında hiçbir fikri yoktu. Sessizce dinlemesi ve becerikliliğiyle her yerde olumlu anlamda dikkat çekiyordu, diğer yandan o kadar çok şeye ilgi duyuyordu ki, manastırdaki onca yıldan sonra... Okul yıllarında babasına hesap verdiği gibi şimdi de kendisine düzenli olarak hesap veriyordu. Hastalara, düşkünlere ve genel olarak insanlara yardım edebilecek kadar metanetli miydi? Sağlıklı insanlar onu daha çok çekiyordu. Çevresinde huzursuz, asabi insanlar istemiyordu. Onları da hastalarla aynı kefeye koyuyordu. Bir sonuca varması gerekiyordu.
Clarissa insanlara hizmet etmenin kendisini mutlu ettiğini ve bu sayede kendisini daha özgür hissettiğini fark etti. İçinden gelen sesin kendi iradesini coşkuyla, sabırsızca bildirebilmesi için inzivaya çekildiğinde nihayet o "şeyi", asıl olanı seçeceğini biliyordu.
Karar kendiliğinden geldi –her zamanki gibi hiç beklemediği bir anda. Katıldığı seminerler arasında Clarissa'ya göre en ünlü sinir hastalıkları doktoru olan Profesör Silberstein'ın "Asabi Çocuk" seminerleri de vardı; bu seminerler Clarissa'ya, çok önemli diye tavsiye edilmişti ve Clarissa onları ilgiyle takip ediyor, hepsini olağanüstü buluyordu. Silberstein, alışılmışın dışında çok genç yaşta profesör olmuşsa da şimdilerde takriben elli beş yaşlarındaydı; keskin yüz hatlarına sahipti ve büyük bir hatip olarak tanınıyordu, her ne kadar Freud hakkında pek bilgiye sahip olmasa da. Özellikle edebiyat alanında çok bilgiliydi; Dostoyevski ve Poe onun için önemliydi ve eserleri arasında bağlantılar kuruyordu. Modern bir tipti, keskin hatlara sahip yüzü Yahudi menşeini gösteriyordu, zayıf yapılıydı, hatta çelimsiz denebilirdi, biraz fazlaca öne eğilerek yürüyordu. Burnu fazlasıyla büyüktü. Saçları simsiyahtı, öyle ki bu da tüm görüntüsünü çok daha sert yapıyordu. Aynı zamanda biraz keşiş havası vardı. Hızlı, akıcı konuşuyor, el kol hareketlerini çok fazla kullanıyordu. Clarissa'yı büyülüyordu, bunlar dinlediği ilk ciddi seminerlerdi. Örneklerini tamamen özgürce veriyordu. Bu da karşı çıkmaları körüklüyordu. Anlaşılan o da zaten bunu istiyordu, insanlar her zaman kendilerine en yabancı olan şeye hayran olurlar. Clarissa tartışmaktan keyif alıyordu, tüm bunları hızlı algılamaktan da haz duyuyordu. Bütün dikkatini verebiliyordu; o güne kadar yalnızca aklı yavaş işleyen insanlar tanımıştı; o andan itibaren hastalıklara ilgi duymaya başladı.
Clarissa onun seminerlerine üç ay boyunca katıldı; ilk sıralardan birinde oturuyor ve not tutuyordu. Bu şekilde not alarak duyduklarını unutmuyordu. Babasından aldığı bir özellikti bu, yazılı olana güvenmek. Clarissa yavaş çalışan bir insandı. Tuttuğu notları evde temize çekiyordu. Sırf bunun için kendisine bir defter almıştı. Profesör bir gün seminerini bitirdiğinde kürsüden ona yönelerek şöyle dedi: "Biraz zamanınız varsa..." Clarissa, profesörün doğrudan kendisine hitap edince, duyduğu onurla biraz şaşırdı. Hofrat Silberstein sözünü sürdürdü: "Affedersiniz hanımefendi, iyi bir dinleyici olduğunuzu ve not tuttuğunuzu fark ettim. Sizce bir sakıncası yoksa her şeyi mi yoksa yalnızca önemli bilgileri mi not ettiğinizi sorabilir miyim?" Clarissa'nın yüzü kızardı. Yanlış bir şey yapmış olabileceği endişesiyle yalnızca önemli yerleri not ettiğini ve evde tuttuğu bu notlardan bir metin oluşturduğunu, bunun bir alışkanlık olduğunu söyledi. "Harika, bu mükemmel. Dinleyin, hanımefendi, bana çok büyük bir iyilik yapabilirsiniz. Bu seminer dönemi için yalnızca birkaç not almıştım ve bir aksilik sonucu temizlik yapılırken atıldılar. Şimdi ise bir Amerikan dergisi için onlara ihtiyacım var. Tekrar bir araya getiremiyorum. Bugün sizin not tuttuğunuzu görünce, bunun çok güzel bir tesadüf olduğunu düşündüm. Bana notlarınızı ödünç vermeniz mümkün mü acaba?" Clarissa kabul etti. İlk yedi sunumu bitirdiğini, ancak bugünkünü daha hazırlaması gerektiğini söyledi. Böylece onları üniversiteye ona ulaştırması konusunda anlaştılar. Ertesi gün hepsini hazırlayacaktı; gece son notlarını da tamamladı. Bir sonraki gün Hofrat Silberstein'ın kendisine teşekkür ettiği ve perşembe günü kendisini ziyaret etmesini rica ettiği bir telgraf aldı. Clarissa'nın manastırdan çağrıldığı günden sonra aldığı ilk telgraftı bu.
Hofrat Silberstein onu kabul odasında karşıladı; daha antrede evin çok özel olduğu dikkatini çekmişti, özellikle zevkli döşenmiş olması; burada daha önce hiç görmediği tablolar asılıydı, garip türden tablolar. Daha sonra bunların Hieronymus Bosch ve Callot'nun eserlerinin reprodüksiyonları olduğunu öğrendi. Mesmer'in karikatürlerinin bazıları bir doktoru alaya alan ne varsa sergiliyordu ve Clarissa bunların kara bir ironiyle seçildiklerini düşündü. Hofrat Silberstein bir aşağı bir yukarı yürüyüp duruyordu. "Öncelikle, size nasıl teşekkür edeceğimi bilmiyorum. En zor anımda uzatılmış bir yardım eli oldu. Elyazmasını dün yolladım bile. Ancak bundan çok daha fazlası vardı. Beni şaşırttınız. Dikkatinizi tamamen vermişsiniz, bazı şeyleri benim söylediğimden çok daha açık bir şekilde ifade etmişsiniz. Çok daha güzel özetlemişsiniz. Genelde kendimi kaptırırım ve çoğu zaman yeterince açık ifade edemediğim hissine kapılırım. Daha iyi bir özet düşünemiyorum. Zihni açık bir insanın söylediklerimi nasıl algılayabileceğini gösterdiniz. Bu çok önemli." Yerine oturdu. "İzin verirseniz özel bir şey sormak istiyorum size. Bir yerde çalışıyor musunuz yoksa okuyor musunuz?" Clarissa sakince içinde bulunduğu durumu izah etti. "Sormamın bir nedeni var. İşlerim son yıllarda biraz geri kaldı. Hafızam zayıflamadı, en azından ben böyle olduğunu umuyorum, ancak işler birikiyor. Birçok şeyi ihmal ettim. Tüm hasta vakalarını tam olarak kaydedecek zamanım olmuyor. Uzun zamandan beri kendime bir yardımcı almak, bir asistan yetiştirmek düşüncesindeydim; bunu iki kez denedim, belki de ben yeterince sabırlı değildim. Dün özetiniz bana ulaştığında hayret ettim, istediğim şey aynen buydu, benim anlatırken uzattığım şeyleri özetlenmiş, açıklamalarımı anlaşılır halde bulmak. İşe o an sizi düşündüm; sizi görmek istedim, sabırsızlığımdan dolayı size bir telgraf yolladım, çünkü aklıma bir şey koyduğumda, bu ne olursa olsun beni durdurmak mümkün değildir. Bunun ilginizi çekebileceğini düşündüm. İşim kısmen ilginç, kısmen de sıkıcı ve zordur... ve kartotek hazırlamak herkesin harcı değildir... ama niçin gülümsüyorsunuz?"
Clarissa ister istemez kartotek sözcüğüyle babasını hatırlamıştı, onun koleksiyon tutkusunu. Babası bir keresinde onu gizli odasına götürmüş ve göstermişti. Atölyesine girdiği o gün yüzünde daha sert, daha katı bir ifade vardı. "Bunun herkesin harcı olmadığını söylediğiniz için gülümsüyorum... ben bunu... bir tesadüf sonucu biliyorum. Ve itiraf etmeliyim ki bunu yapmayı her şeyden çok isterim. Belki de bu iş, benim en çok katkıda bulunabileceğim bir iştir... özel şartlar nedeniyle."
Anlaşma çok çabuk gerçekleşti. Clarissa dolgun bir maaş karşılığında her gün üç dört saat kadar asistan, arşiv görevlisi ve sekreter olarak profesörün yanında çalışacaktı, vaka raporlarını onun dikte ettirdiği şekilde özetleyecek ve düzenleyecekti. Ancak profesör, Clarissa'nın yardımına o kadar alışmıştı ki bazen onu tüm öğleden sonraları ve hatta sık sık akşamlan da çalıştırıyordu; Clarissa yirmi yaşında yalnızca geçimini sağlamakla kalmamış, aynı zamanda da tutkuyla ilgilendiği bir işe sahip olmuştu. Zekâsının kıvraklığı ve hızı dışında Silberstein'da en hayran olduğu şey, çalışırken yorgunluk nedir bilmemesi ve zamanını son dakikasına kadar kullanabilme sanatına sahip olmasıydı; Silberstein'ı ne o yıl ne de sonraki yıllarda tembellik ederken görmedi. Sabahları saat dokuza kadar herkes için hatta ailesi için bile görülmez ve ulaşılmaz oluyordu; her zaman tam tamına yediye çeyrek kala kalkıyor ve yediden dokuza kadar kilitli kapılar ardında kuramsal eseri üzerinde çalışıyordu, özellikle de hayatının eseri olarak gördüğü "Halkların Nevrozları" üzerinde. Bu eserinde bir sürü tarihi doküman aracılığıyla halkların da tıpkı insanlar gibi depresyon ve iritasyondan geçtiklerini ispat etmeye çalışıyordu; bitirdiği tek bölüm olan Yunanistan bölümünü bir tür önsöz olarak başa almıştı ve Nietzsche'nin edebi alanda yapmak istediği gibi bu ulusun ruhsal durumuna yeni bir bakış açısı sunuyordu. Öğleye kadar olan zamanını üniversitenin işlerine, öğleden sonralarını da muayenehanedeki çok çeşitli işlere ayırıyordu, sosyal sorumluluk görevleri dışındaki mektuplaşma ve eğitimi ise akşamları yapıyordu; ama bunların arasında arabada, tramvayda her zaman elinde bir kitap olurdu, onun için dinlenmek bir konudan diğerine geçmek demekti. Clarissa onun hakkında bir fikir edinmek için çok fazla zamana ihtiyaç duymadı, gösterdiği başarılara duyulan saygının dışında gerek meslektaşları gerekse hastaları tarafından pek de sevilmediği gözünden kaçmadı; hastalarına karşı sert, hatta genelde kaba bir tavrı vardı ve (bilinçli bir şekilde) onların acılarını ve yakınmalarını küçümsemeyi ya da her zaman uygun düşmeyen esprilerle basitleştirmeyi seviyordu; onun yakınında, onu gözlemleme fırsatına sahip Clarissa kısa sürede bu kabalığın ve alaycılığın yufka yüreğine karşı bir tür savunma mekanizması olduğunu anladı. Özünde çok iyiliksever ve kendini feda edecek kadar yardımsever biri olan Silberstein insani yanını kabullenmekten utanıyordu. Çoğu kez tek tek hastalıklarla kendini yoruyor, örneğin kleptomani sorununu çözebilmek için karakollara koşuyordu; söz konusu hasta kadını ise kaba bir şekilde "hırsız" diyerek aşağılıyordu; "Eğer ciddiye alındığını fark ederse nevrozlu bir hasta karşısında bitmişsiniz demektir," demişti bir defasında Clarissa'ya; bir doktor olarak şahsen dahil edilmekten rahatsızlık duyuyor gibiydi ve bu utangaç tavrıyla daha nice garip özelliği ortaya çıkıyordu. Çekingenliğinden dolayı genelde Clarissa'ya birtakım esprili lakaplarla hitap ediyordu. "Evet, hafızam", ya da "Sırların sahibesi" diye sorardı ona ve vaka raporlarını dikte ettirirken, ki bunlar genelde oldukça mahrem içerikli olurdu ve o da bunu pek aydınlık olmayan odadaki yazı masasından yapardı ve böylece yüzü lambanın önünde gölgede kalırdı. Bu Clarissa için daha önce hiçbir insanda görmediği bir tür saygının ifadesiydi. Diğer taraftan Dr. Silberstein, Clarissa'ya ne kadar müteşekkir ve onun çalışmaları için vazgeçilmez olduğunu şaka yollu da olsa asla saklamazdı; bazen onun fikrini alırdı; ona "bizim" eserimiz dediği yazıdan dikte ederdi, onu ailesine dahil etmişti; on beş yaşında bir oğlu vardı; ve tıbbi olduğu kadar özel görüşlerini de Clarissa'yla paylaşırdı; bizzat eşiyle Clarissa'nın birlikte seçmesini istediği hediyeler de alırdı ona. Clarissa, Siberstein'ın kendini açtığı tek ve hatta belki de ilk insan olduğu hissine kapılıyordu ve yabancı insanların kaderleri ve yabancı sırlarla ezilmiş Silberstein için içini dökmenin bir rahatlama anlamına geldiğinin farkındaydı. Bu güven ortamı Clarissa'ya fevkalade iyi geliyordu hatta bunu sıra dışı buluyor ve bir lüks gibi görüyordu. Ama tüm bunlara kendini kapıp koyvermek niyetinde değildi. Silberstein'a hizmet etmekle bir davaya hizmet ettiğini
biliyordu; çok sonra bu yılları hayatının en tasasız ve en rahat geçen dönemi olarak sık sık düşünecekti.