Akşam yemeğimizi yerken tıpkı eski günlerdeki gibiydik. Yalım'ın gülümsemesi, uzun zaman sonra yeniden beni mutlu ediyordu. Karşımda oturmuş, ağzındaki lokmayı bile yutmadan bir şeyler anlatıyor, kıkırdayarak gülüyordu. Bir süre sonra ne anlattığını bilmiyorum. Sadece gözlerinin ışıltısını ve pürüzsüz yüzüne hayranlıkla bakakaldım. O anlatıyordu, o gülüyordu. Ben de gülüyordum ama anlattıklarına değil. Ona güvenmeye başlamıştım. Hala içimde bir ukde kalsa da görmezden gelebileceğim bir seviyedeydi. Yalım'a yeniden hayranlık duymak garip hissettirdi biraz. Yemek bittiğinde beraber sofrayı toplarken şarkı söylüyordu. Ona eşlik ettim. Yemekten sonra kahve ve sigara eşliğinde camın önünde sohbet ettik. Aklıma bir soru takıldı. "Ev sahibiyle hala konuşmadın Yalım." dedim.
"Önemli değil. Ev, kirasını ödediğim sürece benimdir. Kimse karışamaz." dedi. 'Emin misin?' anlamında tek kaşımı kaldırdım. Gözleriyle onaylayarak gülümsedi. O an içimden onu öpmek geldi ama nedense yapmadım. Kahvelerimiz bittiğinde saat geç olmuştu. Elimden tutup beni odasına götürdü. Beraber uyumayı teklif etti. Daha önce hiç beraber uyumamıştık. Heyecanlandım. Uzandı ve kollarını açtı. Göğsüne kafamı koyup sarılarak uzandım ve dalgalı saçlarımı okşamaya başladı. Saçlarımı okşarken çok geçmeden uykuya daldım.
Uyandığımda kalkmış, hazırlanıyordu. Uyandığımı görünce gelip öptü. Acelesi olduğundan veda edip çıktı. Bugün erken döneceğini söyledi. O gittikten sonra kalkıp mutfağa gittim. Bana kahvaltı hazırlamış, masaya bir paket de sigara bırakmıştı. Çok mutlu oldum. Oturup kahvaltı ederken bir sigara yaktım. İlk defa kendimi yalnız hissetmedim. Yalım bana iyi gelmişti. Keşke ilk mektubunda onunla görüşseydim. Belki tefecilere borçlanmazdım. Kahvaltıdan sonra yürüyüş yapmak için dışarı çıkmaya karar verdim. Kapıya çıkıp ayakkabılarımı girerken Yalım'ın komşusunu gördüm. Kucağında bebeğiyle yürüyordu. Beni görünce gülümseyerek yaklaştı. Boyumuz aynıydı ama iri bir vücudu vardı. Yanıma geldiğinde bebeği tutmayan elini bana uzatarak "Günaydın." dedi. "Sen Yalım'ın bahsettiği arkadaşı olmalısın."
"Evet, günaydın."
"Ben deniz Faruk."
"Raşit. Memnun oldum. Maşallah, Allah bağışlasın. Çok tatlı bir bebeğiniz var."
"Teşekkür ederim."
"Bebeği bırakmaya mı geliyordun?"
"Yo, hayır. Yalım işten döndüğünde ona bırakacağım. Ben de o saatlerde işe gidiyorum zaten."
"Anladım. Ben de bir yürüyüş yapayım demiştim."
"Hm, bize katılmaya ne dersin o halde?"
"Olur, elbette."
Beraber yürümeye başladık. Bebeğin ismini sorduğumda "Ferda." cevabını alınca kız olduğunu zannettim fakat erkek olduğunu öğrendiğimde, ölen annesinin ismini taşıdığını da öğrendim. Ferda bebek, annesiz büyümenin ne demek olduğunu öğreneceği, idrak edeceği yaşa geldiğinde zor yıllar geçirecekti. Biraz bunun üzerine konuştuk ama Faruk rahatsız olunca konuyu değiştirdim. Biraz daha yürüdükten sonra bebek huzursuzlanıp ağlamaya başlayınca Faruk eve gitti. Ben de biraz sahile inmek için birine yolu sordum. Sahile doğru inerken takım elbiseli 2 adam tarafından durduruldum. Adımı sordular. Tefecinin adamları olduğunu anladım ama korkmadım. Adımı söyledim. Söylediğim gibi kollarımdan tutup çekmeye başladılar. Dirensem de başarılı olamadım. Bağırmak istediğimde sağımdaki adam belime bıçak dayayarak canımı yaktı. Bağırmamamı söyledi. Beni bir arabaya bindirip gözlerimi siyah bir bezle kapattılar. Arabadan inerken gözlerimdeki bezi çıkartmadılar.
Gözlerimdeki bezi çıkarttıklarında karşımda simsiyah takım elbise ve içinde siyah gömlek giyen bir adam duruyordu. Oldukça heybetli bir adamdı. Boyu benden 15 santim kadar uzundu. Göbeği gömleğin düğmelerini zorluyordu. Bir elinde tesbih, bir elinde kelebek bıçağı vardı. Bana doğru ağır adımlarla yürümeye başladı. Saçının üst kısmı keldi. Çirkin bir adamdı. Simsiyah gözlerini gözlerime dikmiş, kalın kaşlarını çatarak bana bakıyordu. Yanıma geldiğinde "Parayı neden ödemiyorsun ulan?!" diye bağırdı. İşe girdiğimi ve ödeyeceğimi söyledim. İş yerimi ve yaşadığım evin adresini sordu. Bu adam Faysal olmalı diye düşünürken omuzuma bir el yapıştı. Arkamı döndüğümde tam karşımda benimle aynı boyda, oldukça karizmatik bir adam duruyordu. O da simsiyah giyinmişti. Saçları benimki gibi dalgalı, gözleri benimki gibi karanlıktı. Göz altları mosmor olan bu bıkkın adam bana elini uzatarak "Faysal. Kuralsız derler." dedi. Elini sıkarak "Raşit, bir şey demezler." dedim. Ciddi bir ifadeyle bakarak "Sana 2 ay mühlet, borcunu ödemediğin takdirde canınla tahsil ederim. Biz böyle çalışırız. Bilirsin." dedi. Cevap vermedim. Kibarca gitmem için bana kapıyı gösterdi. Adamlarına da beni götürmelerini söyledi. Yine gözlerime bant çekildi ve arabaya bindirildim. Mahallede gözlerimi açıp evi tarif etmemi istediler. Evin önüne geldiğimde beklemeye başladılar. Ben eve girene kadar beni izleyip gittiler. Sanırım evin adresinin doğruluğunu onaylıyorlardı.
Eve girdiğimde Yalım'ı tehlikeye attığımı düşündüm. Yine de borcumu ödeyip bu adamlardan kurtulmak için elimden geleni yapacaktım. Yalım'a bir şey anlatmamak en iyisiydi. Mutfağa gidip bir sigara yaktım ve Bangu abiyi düşündüm. Ayhan abiyi düşündüm. Onlara kızgın değildim. Bunları hak etmiştim. Okulu bıraktığım için pişman değildim. Okul pek bana göre değildi zaten. Ne arkadaş edinebildim, ne bir dersi anlayabildim. Ezber yapıp geçtiklerimden ibaretti. Kafam bassa da merakım yoktu matematiğe falan. Muhasebe bana göre değildi. Bunları düşünürken aklıma annem ve babam geldi. Sahi, kimlerdi acaba? Kaza mıydım yoksa ben? Belki bana bakamayacakları için bırakmışlardır beni. Yine her zamanki gibi bunlara kafa yormak istemedim. Kalkıp biraz uzanmak istediğimde kapı çaldı. Yalım geldi diye düşünerek kapıyı açtığımda karşımda takım elbiseli bir adam belirdi. Öfkeden kapıyı suratına çarpmak istedim. Bir gün için fazlasıyla takım elbiseli adam görmüştüm. "Buyur?" dedim.
"Sen kimsin?" diye sordu ak saçlı, takım elbiseli adam. Ak saçına rağmen yüzü genç görünüyordu.
"Asıl sen kimsin birader? Hayırdır?" dedim.
"Ben bu evin sahibiyim ve sen benim kiracım değilsin." dedi.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
MÜMKÜN
Non-Fiction2000'li yıllarda, üniversite okumak için İstanbul'a gelen Raşit, birtakım talisizliklerle yüzleşmek zorunda kalır. Hiç tanımadığı bu şehirde hayatı öğrenir ve başından geçenler adeta bir ders niteliğindedir. Bu dersin konusu iste; asla pes etmemekti...