TEKİN ALACA
Bence askerlikte yaşanabilecek birçok durumu yaşadım; kar, savaş ortamı, madde bağımlısı teröristler, Türk taklidi yapanlar, kardeşlerimin şehitliği, yoğun ateş altı, bombalanmak. Hiçbirinde pes etmeyi düşünmedim, öyle ki bazen sırf üzerime gelen sebepler yüzünden daha da sarılmak istedim.
Ama bu görevde pusulamızın okları çok fazla. Eminiz, tüm oklar illa bir yerde toplanıyordur ama o yere gidene dek kim bilir yolumuzu uzatacak nerelere gireceğiz. Öncelikle Tepe Göz ve Şeytan'ın neden birleştiği, kimden ve nasıl emirler alıyorlardı onları bulacağız. En son ikisi ya da ikisinden biri, en çok nerede görülmüş, kimlerle görüşmüşler onları araştırdık, o kişilerin ne olduklarını da araştırırken gözüme hiç şaşırtmayacak bir isim çarptı; Bingöl barosundan İngiliz olduğunu saklayan Ulaş Kırılgan. Hani şu utanmadan babamla yolumuzu kesip Türk olduğunu iddia eden it.
"Senin tanıdığın, gözüne çarpan isimler var mı?" diye sorarken hâlâ bilgisayardaki isimlere bakıyordum.
"Yani, şöyle böyle işte. Şu Ulaş'a hemen ulaşsak mı ne yapsak?" Turgut'un iğrenç, soğuk laf cambazlığına karşılık yüzümü buruşturup ona döndüğümde onun otuz iki diş güldüğünü gördüm.
"Oğlum, senin şaka seviyen niye düştü lan? Mağarada mı yaşıyordun?" Anında yüzü düştüğünde bu sefer ben güldüm. "Şaka lan, şaka. Gül diye," diyerek en kalın sesimle kahkaha attım.
"Ayısın oğlum sen! Ayılarla takılmaktan hepten manyağa dönmüşsün. Ne diyorsun, gidip Ulaş'ın ensesine çöksek mi; adım kadar eminim o baya şey biliyordur?" Sorusuyla çok uzatmadan yine konuya girince başımı aşağı yukarı sallayarak onayladım, anında ayaklandık.
Bilgisayarlarımızdaki o her bilgiyi zaten yanımızda götüreceğimiz deftere kaydetmiştik, çünkü bazı zamanlar telefonlarımızı komple kapatmamız gerekecek veya olası şarj sorunları yüzünden onu elemek zorundayız. Şu anda da Ankara'da, babamın bulunduğu askeriyenin ana bilgisayarların odasındayız, buradaki internet oldukça güvenli.
Turgut hızlıca benim arabama giderken babamla vedalaşmak için ondan ayrıldım. Resul komutanımın odasına giderken ne kadar süre ayrı kalacağımı bilmediğim gibi geri dönüp dönemeyeceğim de meçhul olduğunu düşünüyordum. Odasının önüne geldiğimde kapıyı çalıp bekledim, içeriden bağırtı sesleri duyulduğundan mecburen bekledim.
Babamın burada diğer tüm herkese karşı aşırı öfkeli, anında celallenen biri olarak gördüğümde gerçekten çok şaşırmıştım. O her zaman sevdiklerine karşı nazik, rica-minnet bilen bir adamdı. Ama burada...
Kapısı açıldı, gözleri dolu üst rütbeli bir komutan dışarı çıktı; bana bakmadan, yanımdan hızlıca geçip gittiğinde babamın odasına girdim; öfkeli adımları odada volta atıyor, hızlı nefesleri sanki uzun koşudan gelmiş gibi çıkıyordu. Sessizce kapıyı kapatıp kapıdan birkaç adım uzakta askeri duruşta bekledim. Beni gördüğünü görmüştüm ki küfretmeyip bir yerleri tekmelemeyi kesmesi de gördüğünün işareti.
"Sakinim," diye derin bir nefes aldı. "Gidiyor musunuz oğlum?"
Cevap vermek ve tam yanında olmak için ona doğru gidip aramızda birkaç adımlık mesafe bıraktım. Masasının önünde ikimiz de ayakta dikiliyoruz.
"Gidiyoruz baba; başlama noktamızı bulduk, hızlıca yol alacağız. Oradan sonra neresi gelir Allah kerim, çünkü çoğu insan birbirleriyle bağlantılı," diye net ama bilgi vermeden açıkladığımda babam başını aşağı yukarı salladı.
"Allah'a emanet olun. Her ne zorluk olursa olsun beni arayabilirsin," deyip bir de sarıldığın gülerek karşılık verdim.
"Sen de Allah'a emanet ol baba. Her zaman arkanda olacağım. İntikam evet ama bir şey olursa anında geri dönerim, biliyorsun."
"Biliyorum," dedi hâlâ sarılmaya devam ederken. "Hakan abine uğramayı unutma," diye ayrıldı.
"Emrin olur baba." Elini öpüp helallik aldıktan sonra odasından çıktım ki daha ona arkamı döner dönmez öfkesini tekrar yaşamış, resmen 'siktim lan sizi' diye fısıldamıştı. Adamın işi zor, gerçekten çok zor.
Tamamen binadan çıkıp otoparktaki arabaya yürürken daha metreler öteden Kökbörü'nün ve Ilan Ata'nın karşılıklı konuştuğunu gördüm. Kahkaha atarak Börü'mün sırtına atladım, anında bacaklarımı ve kollarımı düğüm yapıp abimin yanağından sıkıca öptüm ki öperken hissettim, o da gülüyor.
"Özleyecek misin lan beni?" Sorarken otuz iki diş sırıtıyor, adamın yanağını dişliyordum.
"Nefesim kadar," diyerek aniden beni önüne çekti. Sıkıca sarıldı. "Sırıtmanı görmeden nasıl dayanacağım? Şu sırıtman var ya, tüm motivasyon siklerinden daha iyi."
"Sik mik hayırdır? Canın mı çekti?" Daha lafımı bitiremeden gülmeyi kesip beni üzerinden attı ve sanki üzerine bulaşmış tozlar var gibi elleriyle üzerini silkeledi.
"Tövbe estağfurullah... Sapıklık Oğuzhan'dan miras mı kaldı lan size? Hepinizi bir merak sarmış." Konuşurken beni tekrar kendine çekmişti. "Gidin ve çabuk dönün, cansız yaşayamam."
"Kökbörü'nün asaletine bak be! Can man... Vay anasını." Kıskanır bir sesle konuşan Turgut, ellerini ceplerine koyup göz devirdiğinde şevkle kahkaha attım. Onlar kapışırken tam ortalarına denk gelecek şekilde yan durup sırtımı arabaya yaslayarak ikiliyi mutlulukla izledim. Sonunda tatlıya bağlayıp birbirlerine sarılıp helalleştiler ve Turgut arabaya binip beni abimle yalnız bıraktı.
"Abimin mezarını boş bırakma abi, sadece sana rica edebilirim. En azından haftada bir üzerindeki çiçekler sulansa..."
"Senin abin, benim kardeşimdir; senin kıymetlin, benim göz ağrımdır." Cevabının verdiği güvenle rahat bir nefes aldım ve sakince gidip ona sıkıca sarıldım. "Kendine dikkat et yüreğim. Sana bir şey olursa cansız vücudumun bir değeri kalmaz."
"Sen de benim canımsın. Hakkını helal et," diyerek ayrıldığımda başını aşağı yukarı salladı.
"Helaldir aslanım, sonsuza dek helal olsun. Sen de helal et." Ben de ettiğimde aniden tekrar sarılıp burnunu enseme yaslayarak derin bir nefes aldı. Ayrılıp arabaya bindim, şoför koltuğundaki Turgut son kez eliyle selam vererek oradan çıktığında boğazımda bir düğüm oluştu.
Sözsüz, önceden de hiç anlaşmadan direkt ilçe kabristanlığına gelen Turgut sayesinde rahatladım ve arabadan ikimiz de sessizce indik. Oğuzhan yazdığı vasiyette şehitliğe değil, abisinin yanındaki o boş kısma defnedilmek istediğine değinmiş. O yüzden kardeşim bir şehitlikte değil, sıradan ilçe mezarlığında ve abim de burada, sadece mezarlığın diğer ucunda.
Kardeşimizin kabrine geldiğimizde Turgut'la aynı anda, aynı saniyede askeri selam verip haykırdık; "selam dur!" Mezarlık sesimizle çınlarken sanki Oğuzhan da mezar taşının tam yanında ayakta dikilmiş, sapıkça gülerek selamımızı alıyordu. Bir dakika boyunca selam duruşunda durup sonunda yine aynı saniyelerde iki yanına çöküp oturduk ve Oğuzhan'ın o görüntüsü, hissi kayboldu.
Ben ne diyeceğimi bilemezken Turgut güldü; "özledin mi lan bizi? Gerçi Yavuzer'in öğrettiklerine göre İslam dininde ölen kişinin dünyayla tüm bağlantısı kopar, melekler orada sevdiklerinin suretine girermiş ki özlem olmasın. Meleklere de sapıklık ediyor musun puşt herif?"
Turgut'umun titreyen, ağlamaya yakın sesi ve bir elinin kıyafetimin eteğini sıkıca tuttuğunu incelersek zorla güldüğünü söyleyebilirim. Salak. Gülerek uzanıp saçlarını karıştırdığımda ıslak kirpikleriyle bana baktı ve zorlukla yutkunarak başını omzuma yasladı.