17. Bölüm

848 24 1
                                    

Soğuk havanın pencereden odama dolmasıyla uyanıyorum. Gözlerimi daha tam açamadan Oktay’ın odada olduğunu hatırlayıp kafamı yatağa doğru çevirdiğim an acıyla inliyorum. Ah! Tabi güzelim yatağımdan sırf doğru şeyi yapmış olmak adına kalkarsam bu küçücük berjere kıvrılırsam acıdan da kıvranırım. Kendime geldikten sonra Oktay’ın etrafta olmadığını görünce hem niye erken çıktığını merak ediyorum hem de hafif rahatlıyorum. O etraftayken hem kasılıyorum, kendim olamıyorum sanki. Rol yapıyorum. Aslında dün gece rahattım ama uykuluydum yani uyuyacaktık o zaman da rol yapamam ki. Belki hoşlandığımdandır fakat gerçekten hoşlanmak böyle bir şey mi? 

Saate baktığımdays... Eyvah, hep geç kalıyorum ben bu ilk derslere. Halbuki alarm da kuruluydu. Çaldı da uyanmadım mı ki? Üstüme birkaç bir şey geçirip odadan koşarak çıkıyorum. Koridorları teker teker geçerken uzaktan sesler duyunca durup o tarafa yöneliyorum. Meraklı biriyim ne yapabilirim? Sese yaklaştıkça kavga olduğunu anlayıp daha hızlı koşunca ileride pek kullanılmayan koridorun sonunda iki öğrencinin kavga ettiğini görüyorum. Kavga dediğim biri diğerini öldüresiye dövüyor diğeri de sadece acıdan kasılıp bağırıyor. Daha fazla dayanamayıp incelemeyi bırakıyorum. O tarafa doğru olayı durdurmak için koşarken bir yandan da yüzlerini görüp tanımaya çalışıyorum. Hiii! O Oktay değil mi? Of acıdan nasıl kasılmış yüzü. Onu döven çocuğa bakmadan direkt Oktay diye bağırarak kolunu tutup tanımadığım çocuktan uzaklaştırmaya çalışıyorum. Fakat ne mümkün? Zaten kendini taşıyamıyor üstüme yığılmak üzereyken diğer çocuk onu tutup duvara fırlatıyor. Ben ona sinirli bakışlarımı çevirmişken onun yüzünü alaycı bir gülümseme kaplıyor.

“Ooo kimler teşrif etmiş?” Ne saçmaladığını sorgularken onun Oktay’a çok benzediğini düşünüyorum. Yoo, hayır benzemiyor aslında. Yüz hatları farklı. Gözlerinin yeşili daha koyu, saçlarıysa neredeyse aynı. Elmacık kemikleri onun da çıkık fakat ağız yapısının alakası yok mesela. Adama dik dik batığımı farkedince kendimi düzeltip merak ettiğim soruyu soruyorum.

“Kimsin sen?” Pekiii merak ettiğimin bu olmaması gerekiyordu. Daha çok sen kim oluyosun da Oktay’a böyle yapıyorsun falan demeliydim sanki. Fakat onu incelerken ağzımdan kaçtı işte. Zaten kahkaha atmaya başladığında onun da yanlış soruyu sorduğumu farkettiğini anlıyorum. Kahkahası bitince gözlerini kısıp beni süzmeye başlıyor. Ben tam iyice sinirlenip Oktay’ın yanına gidecekken çocuk başını geriye atıp gülmeye devam edince Oktay’ın yanına geçeceğime ona öldürücü bakışlar atıp diklenmeye başlıyorum.

“Ne gülüyorsun be?” Ben böyle yapınca gözlerini gözlerime dikip soğuk bakışlarını yöneltince biraz tırsıp geri çekilecek gibi olsam da gözlerimi kaçırmadan bakmaya devam ediyorum. Onun da bakışları daha alaycı bir hal alırken beni daha da sinirlendirecek cümleler kuruyor.

“Hiç canım bizim Oktay’ın sana bakacağı aklıma gelmezdi. Ne bileyim fazla sıskasın sanki?”

“Ne?! Ne sıskası ya? Gayet dolgun bir vücudum var benim.” Ne dediğimi farkedince utanıp olayı kurtarmaya çalışıyorum. “Kör müsün nesin?” Çıkışlarıma aldırmayıp sırtını duvara yaslıyor. Ellerini pantolonunun ceplerine koyuyor. Bana yukarıdan bakıp aşağılayıcı bakışlar atınca Oktay’a yöneliyorum.

Hiii! Nasıl dövmüş pislik. Kanlar içinde kalmış yüzü. İyice yanaşıp yüzünü ellerimin arasına alıyorum. “Çok kötü gözüküyorsun. Senin hemen revire gitmen gerekiyor.” Tanımadığım çocuğa bakınca bizi izlediğini görüyorum. Kendi başıma götüremem ki Oktay’ı. Hem konuşamıyor bile kendisi de yürüyemez. Diğer çocuktan da yardım istemeyeceğime göre telefonuma yöneliyorum. Sık arananlardan Kıvanç’ı bulduğumda hemen telefonu kulağıma götürüyorum.

“Alo.” Hemen açmasına sevinip direk konuya giriyorum.

“Kıvanç hemen müzik sınıfının oraya gel Oktay çok kötü onu revire götürmemiz gerek.” Kıvanç beni rahatlatıp yola çıktığını söylerken yanımızda deminden beri bizi izleyen çocuk bana iyice dönüp gözlerini deviriyor. Ne deviriyorsa gözlerini aptala bak hem dövüyor hem ben revire götürmek isteyince gözlerini deviriyor.

 Tam Kıvanç’a cevap verecekken elimden telefonu alıp konuşmayı bitiriyor.

“Çocuk mu sandın sen Oktay’ı sıska?” Sıska ha? Gerizekalı. “Azıcık hırpaladım diye hemen revirler falan. Geri ara şu arkadaşını da boşuna gelmesin. Ben hallederim.” Halledermiş. Halletmişsin halledeceğin kadar. Halledilecek yeri kalmamış.

“Yaa, asıl sen beni mi çocuk sandın? Öldüresiye dövdün onu. Senin yanına mı bırakacağım bide?”

“Bak sıska beni tanımıyorsun. Hata yapmıştı dövdüm. Cezasını çekti. Daha üstüne gidecek değilim. Bayılmak üzere zaten benim yumruklarımı hissedemezken daha niye döveyim.” Bu gereksiz konuşmasını takmadığımı göstermek için Kıvanç’ı geri aramadan telefonu cebime attım. Oktay’ın yanına çöküp başını kucağıma doğru çektim. O öyle yatarken düzensiz nefeslerini kontrol edip yanağını okşadım. Diğer çocuk da öyle durduğu yerden bana alaycı bakışlar atıyordu.

“Peki sen bilirsin. Ona yardım etmek için daha ısrar edemeyeceğim.” Böyle söyleyip arkasını dönüp benim geldiğim yönden giderken onu izledim. Koyu bir kotun üstüne beyaz bir tişört ve onun da üstüne siyah bir blazer geçirmişti. Yürüyüşünden bile havalı olduğu anlaşılıyordu. Bir kere baksan tekrar bakasın gelirdi. Koridorun sonundan sağa dönüp gözden kaybolunca dikkatimi Oktay’a verip onu rahatlatmaya çalıştım.

Yeni DeneyimlerWhere stories live. Discover now