Oops! This image does not follow our content guidelines. To continue publishing, please remove it or upload a different image.
❦
Ben her zaman insanların kendilerine has kokuları olduğunu düşünmüşümdür. Bu kokular sıkça kullanılan özel bir parfümün kokusundan çok, insanın kendi kokusudur.
Kokuları insanların ruhunu yansıtırdı.
Birisi toprak gibi kokar mesela; toprak kadar siyah ve toprak kadar rengarenk. Bilirsiniz, toprak koyu olsa da üzerinde bir sürü renkli çiçek güneşe gözlerini açar. Toprak gibi kokan insanlar da böyledir. En güzel çiçekler karanlık kalpler de açtığı gibi, en renkli çiçekler de koyu topraklarda büyürdü.
Bir diğeri limon gibi kokardı; ismini duyduğunuzda kalbiniz buruşurdu ama damağınıza tadı bir kez yayıldı mı, daha fazla isterdiniz ve kan şekerinizi salana kadar vazgeçmezdiniz ondan. Sizi severek öldürürdü bazı ekşi kokulu insanlar.
Kahve kokulu ruhlar, geceleri en çok düşünenlerdi. Belki de en çok uyumak isterken bunu yapamayanlar ve düşüncelerinin altında ezilenlerdi. Şeker kokulu olanlar sizi kendine öyle bir çekerdi ki, sizi diyabet yapacak kadar ona yaklaştığınızı fark etmezdiniz bile.
Bazı kokulu insanlarda vardı ki, bir kokusu olmazdı. Yanından geçtiğimizde ciğerlerimize bir koku saplanırdı fakat bu kokunun bir tanımını yapamazdık. İşte o insanlara ulaşamazdık. Aramızda elimizi uzatsak dokunacak kadar az bir mesafe olsa da çıplak elle tutamazdık ruhlarını, koklayamazdık kokularını. Varlığını yitirmiş, yok olamayan bir molekül gibi havada dönüp dururdu kokuları, ama içimize çekemezdik.
Dediğim gibi, her insanın kendi kokusu olurdu. Fakat o kadar parfüm sıkıyorlardı ki, kendi kokularını zamanla kaybediyorlardı.
"O kadının ümüğünü sıkıp çıkartarak kendisine yedirmek istiyorum. Bizi nasıl içeri almaz? Her hafta buraya gelmemize rağmen nasıl bizi kesinlikle içeri almama emri verir?" Kristina ellerini sinirle saçlarından geçirip derin nefesler aldı. "Kaçıncı yüzyılda yaşıyoruz."
Kristina'yla, Yağız ve diğer engelli çocukların yatılı kaldığı okulun önüne gelmiştik. Gül'le olan son hararetli konuşmamızdan sonra bu kadar ileri gideceğini düşünmemiştim. Bekçilere kesinlikle bizi içeri almamalarını söylemişti.
Bu yüzden birisinin öğrenmesinden deli gibi korkuyordum işte. Çünkü insanlar hatalarını öğrendiklerinde sana sanki dünyadaki tek günahkar senmişsin gibi davranırlardı. Hatanın ne olduğunu önemli değildi. Hata yapmışsan hatalıydın ve sebeplerle, hislerinin pek bir önemi kalmıyordu.
Hiçbir masum çıkıp elinden tutarak seni sürükleye sürükleye cennete götürmüyordu. Hiçbir saf seni iyileştirmek için orada olmuyordu. Öyleki şeytan bile orada olmuyordu. Sen en kötüsüydün. Hayretle bakar, arkadandan fısıldaşırlardı. Bir de kendi adaletleriyle seni yargılamaları yok muydu, ölene kadar düşmeyeceğin bir dava yakana yapışmış demekti.
Ama hepimiz bunu yapmıyor muyduk? İrem'in hatasını gördüğümde yakasına yapışıp, kendi adaletimi onun üzerinde uygulayan kişi benden başkası değildi ki. Bana göre ben haklıydım, asla pişman değildim. Sana göre sen de haklıydın.
Sebepleri olan herkes haklıydı. Ama tuhaf olanı şuydu ki, hiç kimse bir başkasının sebeplerini görmek istemezdi. Sadece kendi sebeplerini bildiklerinden, haklı olanın kendileri olduğunu sanırlardı.
Ne tuhaf.
"Polise mi şikayet etsek? Cidden bu cadı eskiden yaşasaydı şeytanla sevişiyor diye, ayak bileklerine ve ellerine ip bağlanıp bedeninden kopartılırdı."
Çömelerek oturmuş, karşımdaki kaldırımın üzerinde bir sıra halinde ilerleyen karıncaları izliyordum. Hepsi sözleşmiş gibi aynı yere gidiyordu. Durmadan, duranı beklemeden, geri bakmadan ve aceleyle.
Yağız'a söz vermiştim. Geleceğim demiştim. Mutlaka geleceğim demiştim. O konuşamayan çocuk bana arkamdan seslenememişti bile. Dur gitme, diyememişti.
Ve ben yine sözümü tutamamıştım.
Karıncaların gittiği yeri gözlerimle takip ederek varış noktalarını aradım. Ölü bir böceğin etrafında toplanıyorlardı. Dünyadan giden birisinin bedeni çürümeye mahkum ediliyordu ve hiç kimse onun bedeniyle ilgilenmiyordu. Tıpkı o böcek gibi. Bu yüzden önemli olan ruhtu işte. Ruhunu terk edemiyordu ne insan ne de ki başkaları. Ruh çürümüyordu. Sonsuza dek seninleydi.
Ama sonsuza dek aynı acıları hatırlayıp durmak, bedenini toprağın altında çürümeye terk etmekten daha kötü değil miydi?
Üzerimi silkip ayağa kalktım. "Gidelim."
"Gidemeyiz Erva," Kristina öfkeden yüzünü ovuşturmaya başladı. Burası, bu çocuklar onun değer verdiği tek yerdi biliyordum. Fakat Gül'ün öfkesi geçmeden bizi içeri almayacağını da çok iyi biliyordum. Kristina benim yüzümden giremiyordu içeri. Gül'ün öfkesi banaydı çünkü.
Ama neden herkesin öfkesi banaydı?
"Gidelim hadi, içeri almıyorlar. Daha neyi bekliyoruz?" Yorgun bir şekilde konuşarak Kristina'nın kolunu tutmaya çalıştım fakat elimi iterek kolunu benden kurtardı. Bu haraketi duraksamama neden olmuştu.
"İçeri almadıkları için vaz mı geçeceğiz?" Mavi gözlerinin öfkeyle parladı ve kalbime is gibi düştü. "Sen hep böyle mi yaparsın Erva. Ulaşamıyorsan vaz mı geçersin? Eğer ulaşamıyorsan ayak uçlarına yükselmelisin, daha hızlı koşmalısın, ve yorgunluktan sızana kadar çabalamalısın."
Kristina cevap vermemi beklemeden tekrardan okula doğru dönüp bağırdı. Kapını yumrukladı, tekmelerini savurdu. Hırçınını taştan, banktan ve kapıdan çıktı. Ama o kapı asla açılmadı.
Eğer kapının arkasındaysan ne yaptığının hepte önemi yoktu çünkü.
Biz kapının arkasındaydık.
"Artık gidelim." diye mırıldandım. "Alasan'ın bugün piyano dersi varmış. Öğretmenden öğrendim. Onun yanına gidelim, konuşmam gereken şeyler var."
"Hayır!" Kristina tekrardan kapını yumruklamaya başladı.
"Daha sonra yine.."
"Hayır dedim!" Kristina kapıya attığı yumrukları ve savurduğu tekmeleri durdurdu. Birkaç saniye kısa bir sessizlik aktı aramızdan. Bu sessizliğin ardından daha gürültülü bir sessizliğin daha geleceğinin farkında değildim. Alnını zırh kapıya dayayıp tükenmişçesine nefesini dışarı verdi.
"Niye anlamıyorsun? Daha sonrası yok."
Bana arkasını döndüğü için yüzünün ne şekil aldığını, ağlayıp ağlamadığını bilemiyordum. Sadece sözlerindeki gözyaşlarını sezmiştim. Beni kumdan kalemden çıkartıp, o kaleni suyla yıkacak kadar dalgalıydı.