İçimizi Donduran Bir Hikaye

59 20 18
                                    

İstanbul'un yüksek kesimlerinde kış ayları bir hayli çetin geçerdi. Ağaçların tepeleri, evlerin çatıları; sokaklar, yollar, karlara bürünür, sobalara ne odun, ne kömür yetişirdi. Çevredeki insanlar, burunları donduran; yüzleri, elleri, ayakları (daha fazla sayamayacağım sizler anlayıverin) bütün bedeni zangır zangır titreren, soğuğa karşı dışarıya adım atmaya bile yanaşmazlardı. Hani bıraksanız sobanın başından bir an bile kalkmazlardı. Kendilerini çıtır çıtır yanan odunlar eşliğindeki sıcaklığa bırakıp, kedi gibi mırıl mırıl uyuklarlardı. Böyle zamanlarda sokaklar derin bir sessizliğe gömülür, kimsecikler dışarıda görünmezdi. Sanki bütün bir şehir, kış uykusuna yatmış hayvanlar gibi uykuya teslim olmuş ve tembelleşmiş görünürdü.

- Amanın bırakın beni! Şu sobacığı da bir güzel harlayın. Oh! Elimi kolumu kaldırıp, şu pencereye varacak halim yok. Zaten pencereye vardıkça bile içim buz kesiyor, günlerdir kar durmadan yağıyor. Biçare başımı dışarı uzatmak bile dişlerimi titretiyor. Madem ki güneş yüzünü göstermemeye ant içmiş ahanda bende yüzümü karlara göstermemeye ant içtim.

Ancak evlerden birinde, çalışmak zorunda olan bir kızcağızımız vardı ki; durumu içler acısıydı. Yatalak, hasta bir anacığı ile daha küçücük yaşta yetim kalmış evladı için mecbur çalışmak lazımdı. Sabahın ayazında kar kış demeden, evlerinin sobası tütsün de anası ile evladı üşümesin diye; körpe bedenini yollara vurur, çalışmaya giderdi.

Kapıdan dışarı adımını atması ile zayıf bedenini sert esen rüzgarlara teslim etmesi bir olurdu. Güç bela otobüs durağına vardığında ve uzaktan otobüsün yanaştığını gördüğünde, anlık bir sevince kapılıp, kendini işyerinde bulacağını sanırdı. Ancak ne acıdır ki her seferinde yanılırdı.

Ah şu vurdumduymaz belediye otobüsleri, hiçbirinde kar lastiği olduğuna şahit olamazdınız. Otobüsün tekerleri az biraz gitti diyelim ama bir yokuş var ki, bu berbat yollarda bırakın kar lastiği olmayan taşıtı, kar lastiği olan taşıt bile sözünü ettiğim dik yokuşu zorlukla çıkardı. Ha unutmadan şunu da ekleyelim. Belediyenin, buz tutmuş yolları tuzlamak veyahut karla kaplanmış yolları temizlemek gibi bir adeti de olmadığı için, otobüsler yarı yolda tökezlerdi. İşte o vakit bu zavallı kızcağızın günü işkenceye döner, o bir anlık sevinci kursağında kalakalırdı.

Kızcağız, evinden 4 km uzaklıktaki işyerine yürüyerek gitmek zorunda kalırdı. Otobüsün tökezleyerek, yolcuları yarı yolda bırakma vaziyeti, tüm şikayetlere rağmen olumlu bir sonuca bağlanmıyor, kızcağız ile birlikte diğer yolcuların çilesi de her gün tekrarlanıyordu.

Tabana kuvvet diyemeyeceğim. Tabana eziyet olan yollarda, yolcular karlara bata çıka gidecekleri istikamete varmak için acele ediyorlardı. Yarı yolda kalan yolcular, yollarda upuzun bir kuyruk oluşturmuş, arka arkaya ilerliyor, arada sırada düşüp yerlere kapaklanıyorlardı. Bu durum trajikomik bir görüntü oluşturuyor, düştükleri için utanıp; apar topar kalkarak, hiçbir şey olmamış gibi yollarına devam ediyorlardı.

Bu arada yolun bir kenarında; ağır aksak adımları ile ilerlemeye çalışan kızcağımızın, mini mini ayakları, eski botlarının içinde kar suyu dolmuş ve ayaklarının parmak uçlarını hissedemez hale gelmişti. Bu zorlu yol kızcağıza hiç bitmeyecek gibi geliyor, anacığının sağlamken ördüğü hırkasına sarılmış, titreye titreye yolun sonunu görmek için, içinden dualar ediyordu. Yüzüne atkısını iyice dolamış olsa da burnu, kulakları ayaza kesen soğukta buz gibi olmuş; nefes alıp verişleri düzensizleşmiş, kızcağızın dışarı verdiği her nefeste ağzından, burnundan soğuk sebebiyle dumanlar yükseliyordu.

Yolcular, yürürken kar tipi şeklinde yağmaya devam ediyordu. Kızcağız, artık gözünün önünü göremez bir haldeydi. O sırada kendisi gibi zorlukla yürüyen bir adama çarptı. Güçlü hava koşulları ve çarpmanın verdiği şiddetle ikisi de karın doldurduğu yerlere kapaklandılar. Adam kalkmaya çabalarken, ağzından küfürler savuruyordu.

- Hay ben senin! Önüne baksana be! Zaten tepem atık, şu çektiğimiz çile yetmez gibi sayenizde karlara fotokopimizi çektirdik.

Kızcağız güçlükle düştüğü yerden kalkmış, üzerini silkeliyordu. Mahçup bir şekilde;

- Çok özür dilerim efendim! Bir an için önümü görmekte zorlandım. Lütfen kusuruma bakmayın.

Adam, öfkeyle arkasını dönüp, yoluna devam etti. Bütün yolcuların sinirleri bozulmuştu. Koca İstanbul şehrinde, yaşadıkları bu zorlu macera kimsede sakinlik bırakmamıştı. Herkes burnundan soluyordu. Hergün tekrarlanan bu eziyeti kimse durdurmuyor, beyler, efendiler lüks arabaları ile gidecekleri yere keyifle ulaşırken; fakir fukaralar eziliyor ve bu katlanılmaz yolculuğa maruz kalıyorlardı.

Kızcağımız ve diğer yolcular, varacakları istikamete gidedursun, biz yine sıcak evlerinde; sobalarının başına kurulan, kafalarını dışarı çıkarmaya bile yanaşmayan evlerden birindeki seslere kulak verelim.

- Oh ne güzel harlandı şu soba, sobanın kapağından tavana yansıyan ateşin dansını görüyor musunuz? Kestanelerimiz de nar gibi kızardı. İki de patates atalım şu ateşe, kar da ne hoş, pek romantik yağıyor. Aç şu perdeyi de izleyelim. Oh oh değmeyin keyfimize. Kim açmış, kim tokmuş, kim üşümüş, kim donmuş bundan bizene.

Doğru ya; kızcağızın çektiği eziyetten onlara ne ki, bazılarına kar yağışı keyif verirken, bazılarına sadece sıkıntı veriyordu. Barınacak evi olmayan insanlardan, ulaşım sorunu yaşayanlardan; kar kış demeden çalışıp, evine ekmek götürmek için çabalayanlardan, evinde yakacak odunu, kömürü olmayandan, sokakta donan hayvanlardan, görevini yapmayan belediyeden kime ne, herkes keyfine baksın keyfine...

Kimine huzurdur kış mevsimi, kimine vicdansız bir mevsim, yüzüne yüzüne vurur çaresizliğini.. Ne derler; kar, karnı toka, sırtı peke, cebinde parası olana, evinde odunu, kömürü olana, evi, damı, çatısı olana zevktir. Üşüyen bir halk içinse sadece çaresizliktir.

21.11.2022


ÖYKÜLERİMWhere stories live. Discover now