ANILAR

30 8 0
                                    

Tamam, kabul ediyorum hançerimi biraz fazla savurduğum için karşımdaki adamın avuç içini boydan boya kesmiştim. Fırlattığım hançerim elini kesip arkadaki ahşap duvara saplanmıştı. Karşımdaki adama tedirginlikle baktım ama adamın bu durumdan rahatsızlık duyduğu pek söylenemezdi. Ürkütücüydü, oldukça ürkütücü. Elindeki kandan gözlerini çekmeden "Yerinde olsam bu işi bu kadar zorlaştırmazdım Madeleine" derken kaşları çatılmıştı. Ağlamaklı bir sesle "Madeleine... aylar idam edilen o kızın ismi." diyebildim. 

Evet, aylar önce idam kararım verilmişti. Bununla da kalınmamış; tüm kasabalarda resmim asılmıştı, ben lanetli  kadındım. İdam kararım verildikten sonra adımın herhangi bir kız çocuğuna verilmesi de yasaklanmıştı. Adaşım olan kadınlar -sırf adaşım olduğu için- halkın gözünde, öldürülmesi gereken kadınlardı. İşte bu yüzden bu ülkede Madeleine isimli herhangi bir kadın bulamazdınız. Hepsi çeşitli işkencelere mağruz kalıp öldürülmüşlerdi. Bu masum kadınların da intikamını  alacaktım.     

 Karşımdaki adam gözlerini ahşap parkenin üstünde biriken kandan çekip gözlerimin içine baktı. "İdam edilmesi gereken bir kadındı." diyerek beni düzeltti. "Madeleine, sana sarayda ekmek getirdiğim günleri hatırlıyorum, hadi ama bu kadar çok mu değiştim?" derken gözleri kırgınlıkla bana bakıyordu. Lanet olsun. Bu adam ben o sarayın zindanındayken bana yardımcı olmaya çalışan gençti.

18 ay önce...

Soğuktu, sadece çok soğuktu. Üzerimde incecik hasır kumaştan olan bir mahkum elbisesi dışında hiçbir şey yoktu. Kollarım yapılan işkencelerden dolayı mor renklerle boyanmıştı. Oldukça kötü gözüküyordu. Zindan meşalelerle aydınlanıyordu. Sarayın alt katı, benim gibi özel mahkumlar için yapılmıştı.  Zindandaki bölümler küçük odacıklardan oluşuyordu, duvarlar soğuk metalden yapılmıştı. Yerler topraktı. Zindan çürümüş bedenler gibi kokuyordu ama çürüyen bedenler değil, ruhlardı.

Qwesti hükümdarlığının adaletsiz hükümlerini tüm halk konuşuyordu. İsyan çıkaranlar acımasızca öldürülüyor ve evleri yakılıyordu. Belki de bu yüzden halkın diğer kısmı hükümdarlığa bu kadar bağlıydı. Korkusundan, sadece ölüm korkusundan dolayı.

Dişlerimin birbirine çarpışı canımı yakmaya başlamıştı. Zindandaki 4. günümdü. 4 gündür bir lokma bir şey yiyememiştim. Karnımın açlığı bu soğuk havayla beraber hiç çekilmiyordu. Kollarımı bedenime sardım ve bir köşeye sinip ağlamamak için direnmenmeye çalıştım. Ama başaramadım. Göz yaşlarımın sıcaklığı yüzümü ısıtmaya başladı. "Acıktım" dedim sessizce "Acıktım, lanet olsun!" sesim gürleşmek için çabaladı.

Tam o sırada demir kapıdan ses geldi. Hemen ayağa kalktım, göz yaşlarımı silmek için elimi yanaklarımda hızlıca gezdirdim ki yüzümün kanadığını farkettim. 

Sabah halkın karşısına yuhlanmak için çıktığımda 35 yaşlarında bir kadın ağlayarak kafama kırık bir cam şişe atmıştı. Alnıma denk geldiğinde ellerim ve ayaklarım bağlı olduğu için tiz bir şekilde bağırarak acımı çıkartabilmiştim. Bana "Oğlumu demek sen öldürdün! Tanrı seni kahretsin!" diye bağırdı. "Hayır, oğlunu ben öldürmedim. Hayır, ben kötü biri değilim. Birileri benim üzerime oynuyor. Yemin ederim ben değilim, değilim, değilim..." demek istedim ama diyemedim. Desem de inanırlardı mı ki...

Sabah yaşanan olayın etkisinden çıktığımda, kapının açıldığını ve yüzü peçeli bir adamın bana yaklaştığını gördüm. "Geç kaldığım için üzgünüm..." dedi. Gözlerim dolduğundan dolayı gözlerini net göremiyordum ama rengi sarıydı, altın sarısıydı. Sesi kalındı ve pişmanlık akıyordu... Peki neden?

ORPHEUSWhere stories live. Discover now