ch2- gözlerin yansıması

1.6K 255 451
                                    


pim stones - the life we could have had

yarı açık penceresinden izlediği bahçeye giren talikayla birlikte gözüne ilişen mavi saçları gördü. uzaktan bile çekici görünüyordu prens chris. penceresini kapatmaya zahmet etmeden odasından çıktı. aynı zamanda minho'da odasından çıkınca karşı karşıya gelmişlerdi. minho'nun arkasında kalan bedenle karşılaşınca, içindeki o eski tiksintiye dair bir şey hiç kalmamıştı. nedense ona baktığında anlam veremediği bir dizginlik hissediyordu kendisinde.

yüzüne yapmacık gülümsemesini bile eklemeye gerek duymayarak bakışlarını kendisine bakan iki çift gözden çekip merdivenlerden aşağı indi. heyecanla iniyordu ve bu her halinden belli oluyordu. salona girdiği gibi, açılan kapıdan içeri giren bedeni görünce yüzüne kocaman gülümsemesini yerleştirmişti. chris önce kral lee ile ayaküstü konuşmuş, sonra da kendisine yönelmişti. "yongbokie!" minik beden yüzündeki kocaman gülümsemeyi hiçbir şekilde silemezken karşısında parıldayan gözlerle ona bakan chris'i izlemeye devam ediyordu. "uzun zaman oldu." beline sarılan kollarla felix'te çok bekletmeden sarılışına karşılık vermişti. birbirlerinden ayrıldıklarında chris'in arka tarafında duran bedene kaydı gözleri. mavi gözler ifadesizce izliyordu kendisini. iğrenircesine bakmasındansa bunu tercih ederdi.

kollar bedeninden ayrılırken chris arkasındaki ikiliye dönmüştü. "prens minho, prens hwang, nasılsınız?" dönüp aynı anda sorduğu soruyla, ikisiyle kısa bir sohbet etmiş ardından tekrar felix'e dönmüştü. uzun zamandır görüşmüyorlardı ve konuşacak çok şeyleri vardı.

hizmetkar, felix'in yanına gelip "prens ji biraz gecikecekmiş efendim, kendisi gelmeden önce başlamanızı rica etti" dedi.

felix, chris ve kendisine bakan ikiliye ithafen, "toplantı odasına geçelim, beni takip edin lütfen" dedi. peşinden gelen adımlarla birlikte ihtişamlı sayılan odaya girip geçmeleri için kenara çekildi. hepsi içeri girdiğinde hizmetkara seslenip ikramların getirilmesini söyledi. kendisi de içeri girdiğinde oturuş sıralarına gülmeden edemedi. anlaşılan gruplu halde takılacaklardı. kendisi de chris'in oturduğu koltuğun yanındaki tekli koltuğa oturdu.

"nasılsın hyung?" gözleri parlıyordu, chris'i her zaman abisi gibi görmüş ve çok sevmişti. aralarında resmiyet olmadan konuştuğu tek kişiydi. nadir yakınlık kurduğu alfalardandı. prens chris kendisine her zaman yardımcı olmuştu, farklı krallıklardan olduğunu umursamadan yapıyordu hemde bunu.

"inanılmaz iyiyim şu an yongbok. babamın işleri dolayısıyla çok yoğundum, seninle iletişim halinde olamadığım için çok üzgünüm. seni gördüğüm için ise ayrı mutluyum! sen nasılsın?"

felix, chris'in heyecanına bakıp daha fazla gülümserken, "çok mutluyum ve iyiyim. benim de işlerim yoğundu, biliyorsun bu aralar babam işleri bana daha çok bırakmaya başladı." ikisi de işlerinden bahsedip yüzünden eksiltmedikleri gülümsemeleriyle konuşurken, prens hwang'ın gözü istemsizce ikisine kayıyordu. felix'i ilk defa bu kadar çok gülümserken görüyordu.

"bu tarz bir araya gelmeler olmasa kafayı yerdim sanırım." minho'nun dediği şeyle bakışları kül rengi saçları ile oldukça yakışıklı olan minho'ya döndü.

"prens lee ile hâlâ anlaşamıyorsunuz sanırım?" sorsa da anlaşamadıklarını gayet iyi biliyordu. minho'nun soğuk bakışları hep sarı saçlının üzerindeydi çünkü.

buruk bir gülümseme yüzüne yayılırken, "sizinde yetenekleriniz gözardı edilip kendinizden küçük kardeşinizi veliaht prens seçselerdi benim gibi hissederdiniz sanırım." dedi. haklıydı, öyle hissederdi. ayrıca minho varken felix'i veliaht prens seçmeleri ona hiç ama hiç mantıklı gelmiyordu. kulağına geldiği duyumlara göre ava bile çıkamıyordu sarışın olan. kral lee'nin yongbok'a daha düşkün olduğunu düşünüyordu. bu da minho'ya üzülmesine neden oluyordu. öncü olması dışında bir özelliği olduğunu sanmıyordu.

royaume, hyunlixWhere stories live. Discover now