Uzaklardan gelen bir ses vardı. Bana yaklaştı, beni kendine yaklaştırdı. Sonra izini hızına katarak sırra kadem bastı.
Güneş batmak üzereyken balkona çıktı. Kendini, tozlanmış balkon terliklerini yere sürüyerek biraz ileri atıp öylece dikilmeye başladı. Rüzgâr elbette üşütüyordu ama zihni o kadar yoğundu ki, kazağının dirseğine doğru çıkmış kolunu düzeltmeyi akıl edemedi. Gökyüzü rüyalarını andıran bir pembelikteydi, bu pembe gökyüzünü gördüğü her rüyadan mutlulukla uyanırdı. Tattığı mutluluğu, uykudan tamamen arınınca öteki hoş rüyalarından uyanışına nazaran hemencecik kaybetmezdi. Burada böyle kıpırtısız kaldığı hâliyle saniyeler ilerledikçe düşünceleri somutlaştı. Şu anki hislerinin iskeleti ortaya çıkmış değildi ama bildiği bir şey şuydu ki artık kafasını yastıktan kaldırmak, hatta yatağından tamamen ayrılmak istiyordu.
Güçlü bir tonla "Baba." dedi, hem devamı gelecek bir seslenişti hem de söylemek istediği her şeyi o tona sığdırmıştı. Pembe koyulaşıyordu. Ağaçların tepesine, sallanışlarına bakarken gülümsedi. Her hareketi, son kez yapılıyormuş gibi usulcaydı. Ensesine değen rüzgâr babasının anlattıklarından birini taşıyıp getirmiş gibi anımsadı: "Dünyada yok olmayacak kimse yok. Bu yüzden kimseye, öldüğünde onsuz yaşayamayacakmışsın hissiyle bağlanma. Babana, annene, eşine, çocuğuna... Severken hep bunun farkında ol." Tam olarak böyle demiş olmasa da hafızası zamanla böyle şekillendirmişti babasının cümlelerini. O zamanlar tuhaf, acımasız gelmişti duydukları; sevgi kocaman bir şey değil miydi, derinliği baş döndürmemeli miydi? Döndürebilirdi tabii. Sonra annesini, babasını kaybetmesinin ardından, dönen başını durdurması gerektiğiyle yüzleşince cümlelerin gerçek anlamını kavradı. Sevgi ne kadar derinse yarattığı kaybolma duygusu da derinliğin boyutunda sarhoş ediyordu. Kaybetmekten korkmayacağı insanlar azaldıkça o hisse yabancılaşmıştı. Zühre hayatına doğuncaysa hissin kemikleşmiş yabancılığı gitgide kırıldı. Babasının onca sözünün arasından neden bunu hatırladığını anladı. İnsanlar böyle şeyleri, çok sevdiklerine söylerdi.
Üzerinden haftalar geçen o gün, sahilde verdiği kararı Ömer'e söylemişti. Ömer korktuğu gibi bir haber duymadığı için sevinmişti, tabii bu kararın nasıl yol alacağını düşününce biraz tedirgin olmuştu ama bunu belli etmemişti. O günün akşamında evine gider gitmez, çarşıdan getirdiği kolileri açıp bantladı. Sabaha doğru biten işinin sonunda, sayılamayacak çoklukta boş kutu odanın orta yerine dağılmış duruyordu. Soba da sönmüştü, kendisini biraz daha yorarsa hastalığının beterleşeceğinin uyarısıydı bu Cahit'e.
Geçen haftalarda Zühre'yle üçten fazla kez görüşmemelerine rağmen aralarındaki bağ görülebilecek şekilde güçlenmişti. En sıradan hâlle iki kez kahve içmeye gitmişlerdi, birinde de sahil boyunca yürümüşlerdi. Yürürken Zühre'nin kestaneyi çok sevdiğini öğrenmişti, kestanenin henüz çıkmamış olmasına daha önce öyle üzüldüğünü hatırlamıyordu. İlerleyen günlerde birlikte olmadıkları anlarda iletişimlerini olabildiğince sürdürmüşlerdi. Birbirlerine karşı sorgulamaları yoktu çünkü oluşabilecek her soruyu ister davranışlarıyla ister sözcükleriyle biri sormadan öteki cevaplıyordu. Hiçbir şey itiraf edilmiş değildi, ikisi de bir itiraf gereksinimi duymuyordu; her şey ortadaydı, her şey kalplerinin, kafalarının içinde ve ruhlarının göbeğindeydi.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Rüzgârınla Kal
General FictionGüneş batıyordu. Deniz çekiyordu içerisine büyük ışıltıyı, alizarin rengini alıyordu gök. O rengin içerisindeydi adam; zihni denizin tuzuna hapsolmuş, gölgesi dalgalara iltica ediyordu. Gün oldu, bir rüzgâr doğdu kısır topraklarında. Mucizesi o kadı...