Bölüm 11: Yolcu Nehirler

408 26 33
                                    

Gecenin ılık kucağında, sanki yalnızca onların üzerine doğan ay ışığının altında nereden gelip nerede canlandığı belli olmayan bir hayal şekil almaya başladı

Oops! Bu görüntü içerik kurallarımıza uymuyor. Yayımlamaya devam etmek için görüntüyü kaldırmayı ya da başka bir görüntü yüklemeyi deneyin.

Gecenin ılık kucağında, sanki yalnızca onların üzerine doğan ay ışığının altında nereden gelip nerede canlandığı belli olmayan bir hayal şekil almaya başladı. Saat sonsuzu bilmem kaç geçerken göz göze, usulca dans ediyorlardı. Zühre'nin belini sarmalayan kadife elbisesi, vurgulu siyahıyla parıldıyor, eteği, bacakları hareket ettikçe dizlerinin üzerinde kıpırdanıyordu. Cahit, bir eli Zühre'nin sırtında, diğeri içine âdeta sığınmış ufak eli kavramış hâldeyken bakışlarını saplandıkları yerden bir kez olsun ayırmıyordu. Etraflarında sürüsüyle insan vardı ve kimsecikler yoktu, kulaklarına eskilerden bir şarkının ezgisi geliyordu ve aynı zamanda her bir yan sessiz sedasızdı, öyle zamansız ve mekânsızdı ki her şey, geceyle sarmalanmış bu düşlü anı belki ikisi de hatırlamazdı. Dünyanın, koca koca kollarıyla kendi üzerine serdiği bembeyaz çarşafta, birbirlerine çekildikçe birbirlerinden kopayazan, öyle oldukça ellerini birbirine daha çok kenetleyen iki nokta gibi gitgide birleşiyorlardı. Cahit alnını az aşağısında kalmış başa dayayınca Zühre yutkundu. Tüm güzel kokuları toplamış bir rüzgâr aralarından geçince ikisi de gözlerini kapattı, her biri ayrı ayrı seçilebiliyor fakat bütünleşmiş o büyük koku da varlığını tek başına belli edebiliyordu.

Ucu yeni açılmış kalem ve pirüpak bir sayfa nasıl isterse birbirini, Cahit ve Zühre de öyleydi. Sihirleri ruhlarına sızmıştı bir kere, karşılıklı komşular gibi balkonlarına bakıp dururlardı. Fakat bir masalda sonsuzluktan bahsedilse de masalın kendisi elbet son bulurdu. Kalem günün birinde kırılır ya da biterdi, o güzelim sayfa yırtılır ya da yakılır, ufalanır giderdi... Masallar sonsuzluğu ancak iki ruhun ayna bakışında tadabilirdi. Kirpikleri olmasa da ruhların, gizleri çözebilen duruşları vardı.

Sen sudaki balıksın ama çırpınırken bağıramazsın, duyuramazsın sesini. Ben çarpan dalgayım kayaya, arasında onca gürültünün, durup da bulurum seni.

Odunları kırmak ölmekten farksızdı şimdi. Saatlerce uyusa bile yorgun hissederdi, yorgunluğu bedeninden ziyade zihninde yoğunlaşmıştı çünkü. Mecbur, önündeki yığının parçalarını hizaya getirip kırmaya başladı, hareketleri ağırdı. İyiden iyiye coşan rüzgâr da mahkûmunu ilk kez gören darağacı gibi kökünü yerden yere vurarak ortalıkta tepiniyordu, Cahit'i dürtüp kaçıyordu, orasını burasını dağıtıyor, uçup kayboluyordu.

Yarılmasına ramak kalmış parçaya tekrar eğildiğinde boğazında bir öksürük düğümlenince doğrulmak zorunda kaldı, baltayı sıkıca kavramış parmakları gevşedi. Boğazı yana yana öksürmeye çalışırken o kargaşada burnuna tanıdık, tatlı bir esinti gelince irkildi. Nerede olsa tanırdı bu kokuyu ama hastalıktan dolayı duyularının tertemiz çalışabilmesi zordu, bu yüzden önemsemedi, zihninde kalmış birkaç tutam kokunun şakasına kapılmaktan kaçındı. Kolunu kaldırıp dirseğinin içini ağzına siper ederek debelendi, hain bir öksürüktü bu. Yaşlı gözlerini açtığında gördüğü, az önceki şakanın aksini bir güzel aksettirince dalga sesleri kusursuz bir berraklığa ulaştı.

Rüzgârınla KalHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin