çıplak ayaklarla yol boyunca

402 66 28
                                    


medyadaki şarkıyı pek kimseyle paylaşamazdım.

...

siyah geceler ve satensiz günahlar vardı aklımın enlerinde. şeffaf ve özünde saydam olan hislerimin zehirli emelleri beni de onu da yok etmenin eşiğine sürüklemişti. daima yetersiz hissetmiştim, hemen hemen her şey için.

bölük pörçük bir yaşanmışlık ve idam sehpasına çıkartılan hayatların biriydi benimkisi de, tanrı yasaklardı kasıtlı ölümü lakin bizi azrail'e hasret edişi isyankar ediyordu beni. şimdi ıssız ve izbe bir boşlukta zehir soluyordum, sanki kör kalmış ve dilsizdim.

yalnızlığı ilk defa bu kadar derinden hissetmiştim. daha önce hiç canım yanmadığı kadar farklı yanıyordu ve ağlayamıyordum bile. bir dolu tik taklarla geçiyordu günüm, sonrasında hiç gözüm ayrılmıyordu akrep ve yelkovanın kovalamacasından. sanki kavuşsalar benim kurtuluşuma imza atacaklar gibi umutla bekliyordum. kendi kendime konuşuyor ve dinliyordum. susuyordum ve sonra yine konuşmaya başlıyordum. evet, deli gibi.

gece birden sonra bir yunanca şarkı dinliyordu, değiştirmeden bir süre sadece onu dinleyip duruyordu. sonra yine bir şeyleri kırıp, döküyordu. kafayı yiyordum, kendi içimdeki savaş garip bir şekilde aleyhime işleniyordu ve burada suçlu ben değildim. sadece bir şeylerin cezasını ödemeye alışmış ve bu yüzden garipsememiştim. daima haksız çıkan ben olmalıydım, bu denklemler benim sonumu bir karış toprağa ya da cayır cayır yanan odunlara eşitlerdi.

acı çekiyorduk hepten. tanrının sevmediği ama kendisinin yarattığı oğlanlar olarak. belki de en büyük cezası bendim o adamın da. ben yanaşıyordum ve o da şefkat göstermek için bana izin veriyor gibiydi. lakin tanrısının hoşuna gitmemiş olmalıydı ki anında elinin tersiyle itmişti beni. hem de gururumu ve kalbimi aynı anda kıran sözleriyle. bakışlarını tabir edesim bile yoktu. hatırıma her düşüşünde ayrı kavruluyordum ve bu gönül yangını içeride derman bırakmamıştı.

dolan gözlerimin üzerine göz kapaklarımı indirmiş ve saatin yine 1.26'sında çalan yunanca şarkıyı dinlemeye başlamıştım. neden bu kadar inceydi sanki duvarlar?

büyük annem erkenden uyumuştu, gün içerisinde yorulduğu için mutfağı ben toplamış ve sonrasında biraz ders çalışmıştım. ondan ayrılışımın tam 8.günüydü. yüzüme bile bakmıyordu, gerçi evden ne zaman çıktığını hâlâ yakalayamamıştım ama öğlenden sonra ancak dönüyordu, bazen gece geç saatlere kadar dışarıda kalıyor ve beni o yunanca şarkıya hasret bırakıyordu. delirtiyordu. fakat burnumda tütüyordu. hiç sevmem oysaki sarılmayı ve sevilmeyi, ama o alsın istiyordum kollarına beni.

bana çok kötü şeyler söylemişti, gururumu öylesine ezmiş ve paramparça etmişti ki boğazıma takılıp duruyordu. sanki affetmeyecekmişim gibi sevmiyordum. ama deli gibi aşıktım. bu nasıl mümkün oluyordu bilmiyorum, fakat nefret ettiğim adama aşıktım.

boylu boyunca zemine uzanmış ve ellerimi çıplak karnımın üstüne koyup tavanı izlemiştim. biriciği öldüğü gün ondan aldığım tabloya kısa bir bakış atmış ve seslice nefes vermiştim. tablo o kadar karışıktı ki bütün renkler birbiri içinde bir cümbüş yaratmıştı. ve dediğine göre gerçekten resmi bırakmış olmalıydı.

konuşmuyor olmamız ne kötüydü. şimdi yanında uzanmak istiyordum mesela ya da birkaç adım ötemde tutarsız tutarsız sohbetileriyle uyutsun beni istiyordum. uyumamak değildi sıkıntım, aksine sürekli uyuyor ve sürekli uyuşuyordum. sadece benimki huzursuz ve yorgun hissettiriyordu. ama kollarının arasında kaldığımda- ki bunu bir kere deneyimleyebilmiştim- tanrının bana yasak kıldığı cenneti görüyordum.

şarkının üçüncü başlamasında değiştirmişti, birkaç saniye devam eden yeni şarkıyı da kapattığında sesi iyice kesilmiş ve o korkunç sessizliğe geri dönmüştük. bu anlarda çok endişeleniyordum. çünkü ondan haber alamıyor olmak delirtiyordu ve güvenemiyordum. nedense benden daha çok istiyor gibiydi azrail'i.

ağırlayın azrail'i ✔️Where stories live. Discover now