kalbim bir pranga, acıları hapsediyor

442 61 49
                                    

...

aşınmış fikirler, zalim sözler.
ah ne kavurucu gerçekler...
dileniyorum tanrıdan en iyi günleri ve belki beraberinde gelecek olan huzuru. sevmiyor herhalde beni, duymuyor ya da. cevap alamıyorum. karanlığa gömülüyorum.
vaftiz edilmemiş gibi dibine kadar batmışım günahın, af dilemeye yüzüm dahi yok. sözde yaşıyorum bu zalimliği en çokta yenilgiyi. dibini sıyırdığım doğrudur, el mahkum yalnızlığa...

seyirciyiz hepten bu hayata, sözde yaşıyoruz hayatımız diye bize yutturulan gerçekliği. dünya diyorum, ne asılsız bir yer öyle. bana en çokta yalanı ve sefilliği öğretiyor. acımasızca sergiliyor, kollarımızı bağlıyor, mahkum ediyor. mahkum ediliyor...

ufak bir çocukken kalabalık alanlara olan aşkımı hatırlıyorum, oyun alanlarında uyumak isterdim. insanlar en çokta orada mutlu oluyordu, herkes eğleniyordu. akranlarımla yeni oyuncaklar hakkında konuşuyorduk, belki biraz kıskançlıkla bizden iyi olanlara imrenerek bakıyorduk.
yine de hep birlikte olduğumuz için mutlu oluyordum. eve gitmek istemediğim zamanlarda annemin eteğine yapışır ve biraz duygu sömürüsü ile vicdanını elde etmeye çalışırdım. başarılı olduğum zamanlar da vardı, fakat genelinde eve gitmek zorunda olduğumuz için annem izin vermezdi.

sağlıksız bir hayatın yara almış kısımlarını onarmak küçüklüğümden beri beni yıpratmıştı. oysaki daha 19'dum. bu kadar yorgun oluşumun tek suçlusu tanrı diye düşünüp duruyordum. bu yüzden isyankarlığım da bileklerimdeki intiharları derinleştiriyordu. sanırım en başta tanrı sevmemişti...

yine de lüzumsuz ve akıl almaz dinsizliğimin hıncını ergen kafamdan çıkartıp duruyordum, sonra da kendime eziyet ediyordum. bir kısır döngü haline gelen bu olay bana bir daha aydınlığın gelmeyeceğini haber vermişti. velhasıl güneşi göremez olmuştum işte, inancım sonsuzdu bütün karanlıklara ve inancım yoktu umut dolu aydınlıklara.

kulaklarımda uğuldayan sesler ve duvarlardan aşağıya parçalanarak inen bardakları anımsıyordum kumların üzerine uzanmışken. hava sertti biraz, fakat yenilgimi taşımıştım buralara kadar. baba aşığı bir evlat olmak beni yetim bırakmıştı. yaşıyordu babam, hâlâ bir ailesi vardı. yeni aile üyeleri ile epey yakındı. en son ne zaman gördüğümü hatırlamıyordum, ama kafamın içindeki ufak çocuğun hayran olduğu adamı anımsamadan edemiyordum.

yemek masasının üzerinde çıkan savaş, genelde mutfağın duvarlarını boyardı. eğer annem şanslıysa o gece sadece birkaç küfürle kalırdı. eğer tanrı o gün anneme merhamet etmezse de babam ona çok kötü davranırdı.

tipik aile şiddeti ve beraberinde gelen huzursuzluklar ile o evde bir oğlan büyütmüşlerdi. eğer ilk dakikalarda ellerine birer şefkat veriyorlarsa da diğer dakikalarda zehir ederek alıyorlardı.

güvensizliği ilk o zaman hissetmiştim, kafamı okşamak için saçlarıma daldırılan parmaklardan korkardım. canımı yakan her şeyden nefret ediyordum. babamı çok seviyordum, ama canımı yaktığı zamanlar onu da sevmiyordum.

evden gittikten sonra baba şefkatini dışarıda arar olmuştum, benimle ilgilenmek isteyen arkadaşlarıma çok yanlış bir şekilde yaklaşmıştım. tetiklediğim anda ise onları terk etmiştim. anlamsız bir şekilde kendimden soğutup uzaklaştırmıştım. bu sefilliği hak etmeyen temiz insanlara dokunmak istemiyordum.

kore'ye taşındığımda yalnızca akademik hayatımı yoluna koymayı denemiştim, avustralya'da tamamıyla boka batan bir hayatım vardı ve bu durumu benden başkası toparlayamazdı. büyük annem ev yemeklerinin yapıldığı bir restorantta çalışıp kendi kendini geçindirmeye çalışmıştı. taşındığım ilk zamanlar kendisinden para almaya çekinir olmuştum ve sonrasında part-time işler aramıştım.
bulmuştum da, sadece fazla yorduğu için büyük annem hastalanmamdan yakınıp duruyordu. mecbur hissediyordum, buna engel olamadığım için de vazgeçmemiş ve çalışmaya devam etmiştim.

ağırlayın azrail'i ✔️Where stories live. Discover now