Bir

459 47 31
                                    

Acı en kötü kısmı değildi.

Bir şeyler hissedebildiğini zar zor hatırlıyordu. Damarlarında dolanan şiddetli adrenalinle her şey donuklaşmıştı. Köpekler tam dişlerini çıkarıp öne doğru atıldığı sırada, ancak tepki verebildi.

Havlamaları gök gürültüsü gibiydi, kulaklarını deliyor ve kalbinin göğüs kafesinde gümbürdemesini sağlıyordu. Kurtulmaya çalıştı ama içini kaplayan korkudan dolayı uzuvları birbirine karıştı. Çakıllı ıslak yola zorlukla fırladı, dizleri ve dirseklerini çıkıntılı yüzeye sürtüp kesti.

Köpekler acımasızdı, pençelerini aniden üzerine attılar, söktüler ve yırttılar. Yüzünü iki koluyla korumaya aldı, büzüştü ve emeklemeye başladı. Kalbi gümbürdüyor ve gözlerinden yaşlar akıyordu.

Sokaktaki insanların kara gölgeler gibi uzayıp sallandığını görüyordu, hepsi birbirinin içine geçiyordu. Uğultular yüksek gülme seslerine evrildi, zihninin içine nüfuz ettiler ve fiziksel acıdan daha acı vericiydiler.

Tek istediği yalnız bırakılmaktı. Sessizce sürünüp bir köşede acısını çekmeye bırakılacağı bir an istiyordu. Ancak saray muhafızlarının alaycı yuhalamaları devam etti, köpekler her geçen dakika daha da azdılar, açık yaralarından sızan demirimsi kan kokusuyla gözleri yandı.

Gerçeklik nihayet kendisine çarptı; kimse ona yardım etmeyecekti. Yalnızdı, kesinkes ve bariz bir şekilde. Yine de bu düşüncelerin arasında, kesik nefeslerinin ve suratından damlayan soğuk terlerin arasında başka bir düşünce filizlendi.

Kaynayan o öfke. Yıllar boyunca birikerek kabarmış ve doruğa ulaşmıştı, nihayet taştı. Babasının karanlıkta eve dönerken çıkardığı adım sesleri, çatlak çatıya damlayan yağmur suyunun patırtısı ve birileri sıtmaya yakalanmış gibi havadaki o iğrenç bayatlık kokusu - düşüncelerinin aromaları birbirine karıştı, sonra aniden artık görmezden gelemeyeceği bir isyan ateşiyle tutuştu.

Gerisi bulanıktı.

Etraftaki insanların gözlerindeki korkuları ve köpeklerin çığlıklarını hatırlıyordu. Tüm hislerini kör eden bir vahşetle tekmeler savurup yumruklar attı, içinde sadece her şeyi yok etmek isteyen kavurucu hırs kaldı. Gardiyanlar tarafından fiziksel olarak parçalandığı zaman, kolları ve gövdesi yer yer kendi kanları olan parlak kan lekeleriyle kaplıydı.

Yoongi o zamanlar yirmi yaşındaydı. On üç yıl içerisinde; gözleri kendisininkilerle aynı hırsla parlayan binlerce devrimciye, elindeki meşaleden suratına yansıyan alev ışıklarının altında Paris sokaklarında liderlik edecekti. Birlikte, önünde tökezlediği o sarayı yok edecekler ve Tanrı'nın ilahi monarşisini sarsmaya cesaret edeceklerdi.

⚜️

Ceketinin kumaşı kalındı ve nefis bir maviydi; koyu, büyüleyici. Taehyung'un parıldayan gözleriyle uyumlu.

Jimin'in o renge ayrı bir tutkusu vardı, ne zaman Kraliyet armasının üstünde görse dudaklarının kenarı hafifçe kıvrılırdı. Taçların altın kemerlerinin, krallığın vecizesi Montjoie Aziz Denis yazılı sancakların önünde. Savaşçı atalarının sloganı. Ne kadar ironikti ki şimdi aynı büyüleyici mavi, tembel soyluların süslü ropdöşambırlarında kullanılıyordu.

Nefes kesici gösterenin Taehyung olması da ayrıydı tabii.

Varaklı uzun kapı çerçevesine yaslanmıştı, boynunu uzatarak kraliyet muhafızlarının kırsal kesimlerden gelen genç bir asili karşılamasını izlemeye çalışıyordu.

"Bu adam... farklı." Taehyung mırıldandı, gözlerini odanın içinde bir noktaya sabitlemişti.

Jimin hımladı. Pencerenin dışında, ağacın dalına tünemiş bir serçe kanat çırptı. Bu hareketlilikteki bir acele, nedense onu tedirgin etti.

"Ailesini önceden hiç duymadım. Ama adamım, o gözler..." Taehyung kaşlarını kaldırdı. "Başka bir bahisin yaklaştığı kokusunu alıyorum."

Jimin yanıtladı, "Az önce kulağa sıkıcı bir keşiş gibi geldiğini söylemiştin."

Taehyung omuz silkti, "Pekala, başka nelerimiz varmış. Mmm o dudaklar... Ben - bir ayda yatakta diyorum?"

Jimin esnedi, omuzlarını oturağına biraz daha yasladı, "istediğin buysa, yap. Yine de kanıta ihtiyacım var, kalbini kırmak ve herkesin görmesi için yeterince yok etmek zorundasın."

"Elbette, kanıt olmadan kazanmanın ne zevki var..." Taehyung ona minik çapkın bir gülümseme gönderdi. "Ve ödül?"

"Ödül..." Jimin istemsizce parmaklarını ağzına kaldırdı, yüzüğündeki cilalı mücevher dudaklarına sürtüldü, "peki, belki bütün bunlar bitince, geceyi benim hanemde geçirebilirsin."

"Ah, arkadaşlarını yatağa atmıyorsun sanıyordum." Taehyung alay etti.

"Gerekli şartlar sağlanırsa, kurallarda tavizler verilebilir." Jimin düz bir sesle yanıtladı. Bir an bekledikten sonra ekledi, "Vekilin üç hanedanla bir toplantı yapacağını duydun mu?"

Taehyung'un aklı başka bir yerdeydi, odanın içindeki birine bakmak için uzanmaya devam ediyordu. Dudaklarında kaygısız bir sırıtış vardı, "Siyasetle ilgilenmeyi tercih etmediğimi biliyorsun. Ne sıkıcı, tekrar tüm festivalleri kesmemizi söylemezlerse iyi olacak."

"Maalesef, bu sefer daha fazlası bile olabilir..." Jimin tekrar pencereden baktı. Kuş gitmişti, sadece bulutlu gri gökyüzü ve rüzgarla kıprayan boş dal gözüküyordu.






Yıl 1789'du. İkisinin de aklının ucundan geçmezdi ancak beş ay içerisinde, Versay ve bildikleri dünya çöküp parçalanacaktı. Jimin'in yüzlerce arkadaşı ve tanıdığıyla birlikte, Taehyung da ölmüş olacaktı; göz açıp kapayıncaya kadar Paris'i yutan karanlığın kurbanları olacaktı.

Ca Ira | yoonmin | [Türkçe Çeviri]Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin