dört : şeffaf gökkuşağı

634 95 30
                                    

020519

tatlı bir yorgunluk var bugün üzerimde. saatlerce koşup ona sarılmışım gibi yumuşacık bir his. gözlerine bakıp sesimi çıkarabilmişim gibi bir his. imkânsızlıklarla dolu hayata tekrar tutunabilecekmişim gibi ya da.

onu tanımaya başlıyordum. bugün moladayken her ne kadar utansam da yanına gitmiştim. elindeki kitabı bırakıp beni selamlarken gülümsüyordu. yeni tanışan iki insan gibi aynı, birbirimiz ile ilgili şeyleri anlattık. mor rengi sevdiğini, gökkuşağını mora boyamak istediğini söylediğinde komiğime gitmişti. çünkü benim gökkuşağım şeffaftı, renkleri hiç hissetmemiştim.

hoseok beni onun yanından çekip alana dek oturduk birlikte. hiç arkadaşı olmadığını söyledi bana. şaşırdım çok. asosyal olmadığı hâlde nasıl arkadaşı olmadığını sordum. cevaplamadı beni, gülümsedi sadece.

arkadaş olduk bugün, çok güzel bir gelişme benim için. adım adım okumayı öğreniyorum kelimelerini sanırım. derin anlamlarını ilk anda anlayamadığım cümlelerinin hepsi beynimde. teker teker açığa çıkarıp kurcalıyorum onları. anlıyorum ki, çok naif biri o. ince düşünür ve iki kere düşünür. ben de öyleyim ama bir şeyleri söylemeden önce defalarca düşünmem gerek sanki. çünkü utanç verici olabilir bu söyleyeceğim şeyler ve ben utanmaktan çok yoruldum. artık kim benimle dalga geçecek diye düşünmek çok yorucu.

yoruldum ama çabalıyorum hâlâ. beni fark edeceği günü düşlüyorum. ona her dilde aşkımı itiraf edebilsem ne güzel olur diyorum. bilirsiniz, imkânsızlıklara tutunmayı seviyorum. ya da tek imkânsızlık o iken, uçurumdan kayan biri misali dalıma tutunuyorum.

sevince çok güzel sever o. hatırlıyorum geçen seneden, bir kız arkadaşı vardı. onun saç diplerini öperdi, ben saç diplerimi yolarken. onun gözlerini severdi, benim gözlerim oluk olukken. onun ellerini tutardı ben ellerimi çizerken ve ona onu sevdiğini söylerdi, ben aynalara küsmüşken. fakat ona kırılmazdım. çünkü ne hakkım vardı ki? varlığımı bile bilmeyen birinin peşinden kendimi üzüp, kırıyordum. elimden bir şey de gelmiyordu. aptaldım. keşke diğerleri gibi olsaydım. ona daha erken ulaşabilir ve belki de çoktan- ah ne saçmalıyorsam. diğerlerinin karşısında hiç şansım yoktu. zayıf ve çelimsizdim. konuşamıyordum, duymam bir cihaza bağlıydı. ezilirdim, kendimi savunamazdım çünkü anlaşılmazdım. birilerinin yardımı olmadan yaşayamazdım bile.

ne kadar da acınası.

ama onu düşünürken her şeyi bir kenara bırakıp kendime duyduğum en saf duyguları ayıklıyordum. beni umutlandırıyordu. hâlâ bir ışığın olduğuna dair aydınlatıyordu zihnimi. geceme yıldızım, sabahıma güneşim oluyordu. dokunmaya çalıştığım bulut hâline bürünüp beni gökyüzüne kaçırıyordu.

aklım da oradaydı ya zaten, gökyüzünde.

hoseok da bana umut veren diğer kişi. namjoon'un benimle gerçekten ilgilendiğini ve bana bir şeyler anlatmayı sevdiğini söylüyor. bunları namjoon'un üvey kardeşi yoongi anlatıyor elbette ona. neden bizim dedikodumuzu yapıyorlar bilmiyorum fakat önce kendi işlerine baksınlar. sevgili değiller ama sevgili gibi takılıyorlar falan...

herkes de bi' garip ya.

namjoon bugün bana bir kitap önerdi. adını unuturum diye küçük bir not kağıdına yazdı. mürekkepli kalemi ve uzun parmakları bir düet içerisindeyken kağıttaki güzel el yazısı beni ağlamaya itti.

fark ettim de, namjoon kitaplarla nefes alan bir oğlandı. boşluk bulduğu her anda elinde bir kitap olurdu. oldukça odaklandığından sürekli kaşları çatık, bedeni donuk olurdu. fark etmeden dudaklarını büzer ve elleriyle şakaklarını ovalardı. o kadar sevilesi alışkanlıklardı ki bunlar, her dakika düşünesim geliyordu.

hazine sandığının kilidi kırılıyordu.

ve ben bugün anlamıştım. o, bana renkleri hissettirebilecek tek insandı.

ben park jimin.
ve o da benim kanatlarım, kim namjoon.

-

badbye • minjoonHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin