• 13. BÖLÜM • "DUHOK" •

1.1K 99 12
                                    

---------------------------------------------

Profesör yarı şaşkın ifadesiyle doğrudan gözlerime bakıyordu. "Gitsen bile tek başına başaramayacağını biliyorsun, değil mi?" Aralık dudaklarının arasından çıkan nefes yanaklarımı ısıtıyordu. "Denerken ölmeyi yeğlerim." dedim, bu artık benim 2042 yılına bakış açım sayılırdı.

Denerken ölmeyi yeğlerim.

Çenesini kaşırken dudaklarını yukarı doğru büküp, kafasını yavaşça aşağı yukarı salladı. "Senin kararın." dedi, eliyle çıkışı işaret ederken benim önden gitmemi söylüyor gibiydi. İtaat edercesine bulunduğumuz çadırdan önce ben çıktım. Profesör önden gitme görevini devralırken, arkasına takılmıştım. Yürürken çakıl taşları ayaklarım altında eziliyordu, çocukluktan beri bu hissi sevmezdim. Ara vermeden Profesör'ün ardından yürümeye devam ediyordum. Etrafımı keşfetmeye çalışırken gözlerim, önümüzde uzanan su birikintisine takılmıştı. Bu gölü daha önce görmemiştim, zaten artık İstanbul da olduğumuzdan bile emin değildim. Sahi, neredeydik?

"Şu an neredeyiz?" diye sordum aklımdaki soruyu gidermek istercesine, alacağım yanıttan korkuyordum. Profesör arkasını dönmeden yanıtladı. "Irak, Duhok'dasın bunu bilmiyor muydun?" Rüzgardan mı yoksa ürperdiğimden mi bir fikrim yoktu ama titriyordum. Alt çenem durmadan atarken sabit durması için dudaklarımı birbirine sertçe bastırdım.

Duhok, Tebriz, Zerka.

Burası sıradaki şehirdi.

Bu defa insanları burada bırakamazdım, aynı hatayı tekrar yapamazdım.

Fakat sorun şuydu ki; kimsenin bana inanacağını da sanmıyordum. Sonuçta üzerimde hala POST'a ait bir üniforma taşıyordum. Gözlerim bulanıklaşırken kendimi tokatlamak istedim, ağlamak işe yaramıyordu. Harekete geçmeliydim.

Profesör bizi bir çeşit yer altı sığınağına sokmuştu. Çadırlara uzaktı ve halktan olanların girmesi yasaklanmıştı. Kapısında da iki nöbetçi vardı.

Kendi köyüme oranla maddi imkanları daha iyi olan bir yerde olduğumu farkettim. Sokakta hastalıktan veya açlıktan ölmek üzere olan insanlar yoktu. Halk hastalıkları için tedavi görebiliyordu. Bu bile Duhok'un sömürülmeye değer olduğunu gösterirdi. Karşımda gördüğüm mühimmat ve erzak karşısında büyülenirken öylece bakakalmıştım. Duvarın farklı köşelerine asılmış telefonlar, telsizler ve tabletler vardı. "İşte geldik." dedi Profesör, eğleniyor gibiydi. Ellerini birbirine sürttü ve bej rengi, bez bir sırt çantasını tam ortada duran büyük, yuvarlak tahta masaya bıraktı. "Sen iyi misin? Dudağını kanatmışsın." dediği şeyle gözlerimi duvardan ayırdım ve elimin tersiyle dudaklarımı sildim. Ona söylemeliydim. Herkesi harekete geçirebilecek tek kişi o'ydu.

"Profesör..." diye fısıldadım tereddütle. Kaşları çatıktı ve iki kaşının ortasında düz bir çizgi oluşmuştu. "Sıradaki şehir burası. Buraya geliyorlar." dedim tek nefeste. Tepkisine hazır değildim, bu yüzden görmemek için gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldım. Bu hareketim bana deve kuşlarını anımsattı. O kuşların artık dünya üzerinde var olduklarından bile emin değildim.

Tekrar gözlerimi açtığımda, Profesör'ün kasılan çenesi konuşmasına gerek kalmadan her şeyi açıklamıştı.

"Bana doğruyu söyle Alya," dedi, sinirle soluyordu. Adımı nereden bildiğini sormak istedim. "POST ajanısın, öyle değil mi?" Kaşlarım şaşkınlıkla yukarı kalkarken kafamı iki yana sallamaya başladım. "Hayır, hayır... Yemin ederim doğruyu söylüyorum." Profesör ani bir hareketle tahta masayı yumruklayınca olduğum yerde sıçramıştım. "Duhok'un bir şeyler başarabiliyor olması hoşunuza gitmiyor değil mi? Tüm sorun bu." Üstüme doğru geldiğini görünce, bir iki adım geriledim. "Bizi yollara düşürüp, boş anımızda hepimizi öldüreceksiniz." Ses tonu sakindi ama mimiklerinden sakin olmadığını görebiliyordum. "B-ben..." Ne diyecektim ki? Hiçbir kanıtım yoktu, ayrıca şu an konuşmak için iyi bir zaman değil gibiydi. Silah deposundaydık ve tabiri caizse burası Profesör'ün çöplüğüydü. Beni öldürse kimin haberi olurdu?

İyice yaklaştı ve beni boynumdan yakalayıp duvara çarptı. "Yalan olduğunu söyle!" diye bağırdığında, kulak zarlarımın hasar gördüğüne yemin edebilirdim. Kesik kesik soluyordum, cevap vermek istemiştim ama boynumdaki baskıdan dolayı konuşamamıştım. Ağzımdan anlamsız sesler dökülürken, Profesör ellerini gevşetti. Yüzü yüzüme çok yakındı, çatılmış kaşları ve kasılmış çenesi bu durumun aksini gösterse bile dışardan beni öldürecekmiş gibi değil de öpecekmiş gibi duruyordu. "Doğruyu söylüyorum." dedim, konuşana kadar nefesimi tuttuğumu farketmiştim. Cümlemin ardından derin bir nefes aldım ve birkaç kere öksürdüm.

"Bak," dedim cılız çıkan sesimle. "Eğer onlardan olsaydım o tesisin kapıları hiçbir zaman açılmazdı. Eğer onlardan olsaydım arkadaşımı ve beni ölmek üzereyken bulmazdınız. Neden yalan söyleyeyim?" Giydiği beyaz önlüğü çıkartıp fırlattı. Cevap vermek yerine bez çantayı doldurmaya başladı. "Bana inanmak zorundasın, çok zaman kaldığını sanmıyorum." dedim. Bir şeyler söylemesini istiyordum. Bana inandığını ya da inanmadığını, ne düşündüğünü söylemesini istiyordum. Belirsizliklerden sıkılmıştım.

"Buradaki insanlar ölecek, sen de dahil. Lüt-" Kulak tırmalayan sesi tekrar etrafta yankılanmıştı. "Düşünüyorum!" Bir kez daha olduğum yerde sıçrarken sessiz kalmaya karar verdim.

Bana inanıyor olmalıydı, aksi halde benim için silah ve erzak dolu bir çanta hazırlaması saçma olmaz mıydı? Kim düşmanı olduğunu düşündüğü birine bunları verirdi ki?

"Bu çantaları da, arkadaşın olan o oğlanı da alıp buradan gideceksin. Geri dönmeye veya bu saçmalığı birine daha söylemeye kalkarsan, seni öldürürüm. Anladın mı?" Kafamı sallamıştım ama sırtı bana dönük olduğu için görmemişti. "Anladın mı dedim!" diye bir kez daha bağırdığında sabrımın tükendiğini hissettim. "Anladım!" diye bağırarak karşılık verdim. Göz yaşlarım başlattığım savaşa karşı her zamanki gibi galip gelmişti ve yanaklarımın her köşesini fethederek süzülüyordu. Vücudum sarsılırken yere çöktüm. Artık dayanamıyordum, hiçbir şey yolunda gitmiyordu. Olacakları bildiğim halde kimseyi kurtaramayacaktım, yine bunca insan benim yüzümden ölecekti.

Asıl katil POST değildi, bendim.

Profesör robotik hareketlerle çantaları doldurmaya devam ediyor ve hıçkırıklarımı duymazdan geliyordu. Yanımdan geçerken ağzının ucuyla "Timsah göz yaşları." dediğini işitmiştim.

                                •••

"Her şeyi berbat ettim. Yeniden." dedim. Tan gözlerimin önünde sapasağlam duruyordu. Benim aksime onun üzerinde POST üniforması yoktu. Üzerimde olan korkunç kan lekeleri koyu lacivert tişörtte basit bir kir gibi dursa da içten içe ne olduğunu bildiğimden rahatsız oluyordum. Yine de bunun için mızmızlanacak zaman değildi. Tan'ın ellerini avuçlarım içine almış, küçük bir çocuk gibi oynuyordum. O da bu durumdan hoşnut olmalıydı, kendini geri çekmiyordu.

Profesör tartaklayarak beni Tan'ın olduğu çadıra soktuğundan bu yana her şeyi Tan'a anlatmıştım. Akşam üzeri buradan gidecektik, Profesör öyle emretmişti. "Profesör de ne, bu adamın gerçek bir adı yok mu?" Omuzlarımı silktim. "Bilmem." dedim umursamazca. "Boşver onu," dedi yırtık pantolonumun içindeki sargının üzerinde parmaklarını gezdirirken. "Senin canın acıyor mu?" Sesi kısık çıkmıştı. "Hayır." dedim düz bir sesle. Kafasını eğip sargımı incelemeye başladı. Saçlarının uzamış olduğunu fark ettim, yüzüne düşen saçlarını elimle düzeltmeye çalışırken kafasını kaldırdı. "Sana da bir 'kesim' lazım." dedim burukça gülümseyerek. Başıma geleni duymuş olmalıydı, o da benim gibi gülümsedi.

"Kısa saç sana yakışmış." dedi aynı fısıltıyla. Sesi bir şeyleri bozmaktan korkuyorcasına tereddütlü çıkıyordu.

Suratını biraz daha bana yaklaştırmıştı. Yapmaya çalıştığı şeyi anlamıştım, yanlış olduğunu da biliyordum çünkü biz arkadaştık.

Öyle olmalıydık.

Dudaklarını, benimkilerin üzerine ittiğinde kendimi geri çekmedim. Kafamda Profesör'ün dediği yankılandı.

"Kesinlikle öpüşeceksiniz."

---------------------------------------------

İŞGAL/TAMAMLANDIHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin