• 14. BÖLÜM • "NOT" •

1.1K 97 23
                                    

---------------------------------------------

Profesör'ün çadıra girmesiyle bölünen malum durum yüzümü kızartmıştı. Verdiği tepkiyi deli gibi merak etsem de, utancımdan kafamı kaldıramıyordum. Büyük ihtimalle yine o alaycı gülümsemesini gururla sergiliyordu. Öksürür gibi yaptım ve ayağa kalktım. "Gitme zamanı." dedi tanıdık ses. Neden bu kadar acele ediyordu ki? Belli belirsiz kafamı salladıktan sonra sedyenin kenarına yasladığım çantamı sırtladım. Tan'ın hala yatakta bıraktığım gibi durduğunu görünce ona doğru ilerledim ve sağlam olan kolundan tutarak ayağa kalkması için yardımcı oldum. Profesör'ün çadırın girişinde durmuş, bizi izlediğini hissedebiliyordum fakat o tarafa hala bakmamıştım.

"Köyün çıkış yoluna kadar size askerlerimiz eşlik edecek." dedi. Tan'ın çenesi kasılıyordu, Profesör'den pek haz duymadığı belliydi. "Alya," dedi Profesör hissizce. Sonunda kafamı yerden ayırarak kaldırdım ve ona baktım. "Çantaya yeni kıyafetler de koydum. O kirli şeylerden kurtul." Kafamla usulca onayladım.

Gözlerim tekrar Tan'a kaydı. İyi görünüyordu ama acı çektiğini biliyordum. Bir ara ondan özür dilemeliydim, benim yüzümden ölümün eşiğinden dönmüştü.

Profesör ellerini çırpınca düşünce dünyamdan sıyrıldım. "O zaman, yolcu yolunda gerek!" Tan da benim yaptığım gibi çantasını yerden aldı ve sağlam koluna taktı. Buradan İstanbul'a nasıl gidebilirdik onu bile bilmiyordum ama, bir şekilde yapmak zorundaydık. Ailem oradaydı.

                                  •••

Köyden ayrılalı bir saat olmuştu ve biz nereye gideceğimizi bilmeden harabe olmuş şehirde yürüyorduk. Şehirlerin ana merkezleri yaklaşık 3 yıl önce devletler tarafından bizzat boşaltılmıştı. İnsanları "Güvenli Yaşam" vaadiyle köylere tahliye etmişlerdi ve tekrar bulunmamak için sinyal veren tüm elektronik aletler toplanmıştı, yüzyılın icadı olan telefonlar da dahil. Fakat POST köyleri de bulmuştu ve zulmü kendiyle birlikte oralara da taşımıştı. Hızla yayılan bir kanser gibi dünyayı dört koldan işgal ediyordu.

"Yoruldum." diye fısıldadım ve olduğum yerde dikilmeye başladım. Şikayetime kulak veren Tan eliyle bir yeri işaret etti. "İleride McDonald's var, orada oturup dinlenebiliriz ama fazla kalamayız. Şehir tehlikeli, POST uçan gözlerle bizi arıyordur." dedi düz bir ses tonuyla. "Hadi gel. Hem at eti yemeyi özlemişsindir." Gülerken onu ittirdim ve "Çok komikmiş." dedim. Dil çıkartıp o tarafa doğru koşmaya başladığında, bende peşine takıldım.

Mcdonald's'ın giriş kapısını açarken yüzümüze toz bulutu hücum edince öksürmeye başlamıştım. Aynı şekilde tozlu olan masalardan birini seçip oturduk, oturunca yorgunluğumu kemiklerime kadar hissetmiştim. Tan aniden ayağa kalktı ve tek kolunu sırtının arkasına atıp bana doğru eğildi. Yüzünde anlamsız bir gülümseme vardı. "Siparişinizi alabilir miyim efendim?" dedi ciddi bir ses tonuyla, yaptığı tonlamaya rağmen yüz mimikleri aksini iddia ediyordu. "Hiçbir Mcdonald's çalışanı böyle söylemez." dedim gülüşlerim arasında. "Israr ediyorum, siparişinizi alabilir miyim?" Dudaklarımı bükerken kafamı iki yana salladım. "Bana POST'la olanları anlatmaya ne dersin? Ya da neden İstanbul da değil de Duhok da olduğumuzu?" dedim. Gülen yüzü solmuştu ve somurtarak yerine oturdu. Sıkıntılı bir ifadeyle ensesini kaşırken bu hareketin iyi şeyler getirmeyeceğini biliyordum.

"Duhok'dayız çünkü sıradaki şehir burası. İşgal edilecek her şehire önceden gizli bir üs kuruluyor. Büyük ihtimalle ailen de burada, Lider onları kendiyle getirmiştir." dedi. Dediklerine şaşırmamıştım, devam etmesi için yüzüne beklentiyle bakmaya devam ettim. "Babam bir POST askeriydi, Alya." dedi tek nefeste. Söylediği şeyden utanıyor gibiydi, gözlerini kaçırarak başka bir noktaya dikti. "Ben hiçbir zaman bunu doğru bulmadım ve babam öldükten sonra firar etmeye karar verdim. Zaten ardımda hayal kırıklığına uğratacağım
kimsem yoktu. İstanbul'un işgalinde ordudan kaçtım. Uzun zamandır beni arıyorlardı, sonunda buldular işte." Söyledikleri fakir köyümüzde telefonu olan tek insan olmasının da nedenini açıklıyordu. "Bak ben..." Ne diyeceğini bilmiyor gibiydi, derin bir nefes aldı. "Ben asla seni öldürmek istemedim. Öyle bir şey yapmayacağımı biliyorsun, be-"

"Hey, sakin ol. Her şeyi biliyorum." dedim, rahatlaması için masanın üzerindeki elini tuttum ve gülümsedim.  "Seni o adamla konuşurken duydum." İnanmıyormuş gibi kaşlarını kaldırdığında kafamı sallayarak gülümsedim. Adamla konuştukları anlar gözümün önüne gelince ürpermiştim.

Aslında beni öldürmeyi gerçekten de planlamıştı.

Arman'ı öldürmüştü, daha önce işgale uğrayan şehirlerde bulunmuştu ve orada da insan öldürmüştü. Bir katille karşılıklı oturuyordum ve o katili öpmüştüm.

Panik anlarında beni yalnız bırakmayan gözyaşlarım tekrar hücuma geçmişti. Elini elimden ayırıp yanağıma düşen yaşları sildi. "Neden ağlıyorsun?" dedi, yüzünde hüzünlü bir gülümseme vardı. Omuzlarımı kaldırırken "Bilmiyorum." dedim. Aslında biliyordum, onun beni öldürmesi fikrinin ne kadar ürpertici olduğunu hatırlamıştım. Kollarımdaki soğuk ellerin ölümümü arzulayışını ve bunun getirdiği çaresizlik hissini hatırlamıştım, neredeyse ölecek olmam, ailemi geride bırakacak olmam beni ağlatmıştı.

"Seni vurduğum için özür dilerim, seninle kaçmayı daha önce düşünmem gerekirdi." dedim tüm aksi düşüncelerime rağmen. Vicdanım onu yumruklamak isterken içimdeki bencil karakter bana bunları söyletiyordu. Bir katili vurduğum için özür diliyordum, sırf onu sevdiğim için ona iyi davranıyordum. Sanki öldürdüğü insanların hayatı önemli değilmiş gibi. Kaşlarını çattı. "Saçmalama Alya, seni öldürmek üzere olan bendim. Asıl ben özür dilerim." Ellerimle gözyaşlarımı silerken güldüm. "Günah çıkarıyor gibi duruyoruz." dedim. O da gülümsüyordu. "Aileni bulacağız, bunu biliyorsun değil mi? Her şey düzelecek." Kısa saçlarımı kulağımın arkasına sıkıştırdı. Kafamla onu onaylarken söylediği lafların gerçekliğine içten içe inanmıyordum ama yanımda olması beni rahatlatıyordu.

Belki onu değil de, verdiği hissi seviyordum.

Geri çekildim ve "Acıktın mı?" dedim konuyu değişmek ister gibi. "Hem de nasıl!" dedi, heyecanla çantasını karıştırmaya başlamıştı. İki tane bisküvi çıkarıp masaya koydu.

"At eti gibi düşünürsen, at eti gibi tadar."

"Kes şunu." dedim ve güldüm. Ağlamayı bırakmıştım, artık hormonlarımı dizginlemeyi öğrenmeliydim. "Bak ne diyeceğim," dedim çantamı sırtlarken. "Sen burada kendi at etini yerken ben de arkada üstümü değiştireyim." Umursamazca omuz silkip fındıklı bisküvilerden birini ağzına attığında, ayağa kalkarak arka tarafa ilerlemeye başladım. Elektrik yoktu ve dışarıdan gelen ışık içeriye yetmiyordu. Karanlık bir köşeye geçip üstümü çıkarttım ve çantadan Profesör'ün koyduğu tişörtü aldım. Tişörtün rengi griydi ve kesimi boldu.
Tişörtü üzerime geçirdim ve pantolonumu çıkarttım. En azından artık delik bir pantolon giymeyecektim. Çantadan çıkarttığım siyah pantolonu da sargıma dikkat ederek giydikten sonra botlarımı tekrar ayağıma geçirdim. Pantolonun arka cebinde bir şişlik hissettiğimden elimle cebi yokladım. Tuttuğum dikdörtgen şeyi cebimden çıkarırken ağzımın hayretle aralandığını hissedebiliyordum.

Bu telefondu. Bildiğimiz, dokunmatik telefon.

Telefonun arkasına yapıştırılmış bir not  vardı ve şöyle yazıyordu;

"Umarım sana verdiğim kıyafetleri beğenmişsindir. Söylediğin şeye inanıyorum ve halkı en kısa sürede bu köyden çıkaracağım. Yardımına ihtiyacım var, gelmen gereken yeri bu telefona mesaj atarım. -Profesör"

"Tan!" diye çığlık attım. "Alya, ne oldu? İyi misin?" dedi endişeli sesiyle. Bir şeyleri devirdiğini duyabiliyordum. "Alya!" Tan'ın uzaktan gelen sesine cevap vermedim, notu idrak etmeye çalışıyordum. Madem bana inanıyordu, neden öyle değilmiş gibi davranarak bizi apar topar köyden yollamıştı? Güvenlik zaafiyeti olmalıydı. Belki de POST askerlerinin köye sızdığından şüpheleniyordu.

"Alya?" dedi önümde dikilen Tan. Sırıtarak kafamı kaldırdım. "Profesör bana inanıyor." dedim.

"Profesör bana inanıyor!"

---------------------------------------------

İŞGAL/TAMAMLANDIHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin