• 17. BÖLÜM • "İĞNE" •

1K 88 39
                                    

---------------------------------------------

Ensemi saran sancıyla birlikte uyanmıştım. Acımı dindirmek ister gibi elimi enseme götürdüm ve ovaladım. Bir yandan da araladığım gözlerimle nerede olduğumu algılamaya çalışıyordum. Karanlığın içinde doğruldum. En son ne olmuştu öyle? Sırtıma saplanan iğneyi ve Tan'ın endişeli bir ifadeyle bana seslenişini hatırlar gibiydim. Bir de ailemin çaresizlik içerisindeki çığlıklarını. O seslerin beni yanıltmak için geldiğini çok geç anlamıştım. Beni Tan'dan uzaklaştırmak amaçlı bir tuzaktı. Ama ne kadar tuzak olursa olsun, o ses kaydını elde etmek için o insanlara ihtiyaç yok muydu? O sesleri aileme zarar vererek elde etmiş olabilirler miydi?

Hayır, zarar vermezlerdi. Bana karşı kullanabilecekleri tek şey, ailemdi. Büyük ihtimalle onları bir şekilde korkutmuşlardı. Zıttını düşünmek istemiyordum.

Görüşüm hala bulanıktı, gözlerimi tekrar açıp kapadım.

Çelikten yapılmış duvarlar bana POST'tan kaçtığımız günü anımsatmıştı. İçeriyi kapının üzerindeki küçük, dikdörtgen pencereden vuran beyaz ışık az çok aydınlatıyordu. Bu sayede seçebildiğim duvarın her blokuna işlenmiş "POST" amblemleri başımın ne derece belada olduğunu açıkça gözler önüne seriyordu. Şimdi nasıl kurtulacaktım? Ayrıca artık bana yol gösterecek biri bile yoktu yanımda. Tek başıma buradan kaçmak gibi bir işe kalkışacak kadar da cesaretli miydim, bilmiyordum.

Peki Tan'a ve Profesör'e ne olmuştu? Kendimden geçmeden hemen önce silah sesleri duymuştum. Tan onlarla çatışmış olmalıydı. Belki POST onları da kaçırmıştı. Zaten asıl asker Tan değil miydi? Ben onun yanında işe yaramazdım. POST'un gözünde ailesi için her şeyi yapabilecek bir aptaldan başkası değildim. Düşüncelerin beynimi kemirdiğini hissettim.

Aklımda dolanan hiçbir sorunun cevabı yoktu.

Henüz.

Beklemeden ayaklandım. Çelikten yapılmış bir kare kutunun içinde gibiydim. Büyük ihtimalle odanın her köşesine konan kameralardan beni izleyenlerin gözüne güçsüz bir fare olarak görünüyordum. Omuzlarımı dikleştirdim. Tam anlamıyla dağılmıştım, en azından bu dağılmışlığı biraz da olsa toparlamalıydım. POST'un beni böyle görmesine izin veremezdim. Pantolonumun kenarından sarkan tişörtü tekrar pantolonumun içine sıkıştırdım. Dağılmış saçlarımı ellerimle düzelttikten sonra iki yana ayırdım ve kulaklarımın arkasına sıkıştırdım.

Emin adımlarla çelik kapıya doğru ilerledim. Işığın yansıdığı dikdörtgen pencereye doğru iyice yaklaştım, etrafı zar zor görüyordum. Ellerimi yumruk yaptım ve kapıya vurmaya başladım. Ses tellerimin güç getirdiği kadar bağırıyordum. Cevapsız naralarımın içeriği genel olarak ailem ve Tan hakkındaydı. "Beni bırakın." gibi saçma cümleler sarfetmeye gerek yoktu, bu POST'tan istenecek en son şeyler listesinde bile en sondaydı. Sıktığım yumruklarım nedeniyle avuç içime batan tırnaklarım canımı yakmıştı.

Yaptığım şeye bir son verip öylece dikilmeye başladım. Etrafı dinledim fakat etrafta ölüm sessizliği hakimdi, kimse beni duymuyordu. Duyuyorlarsa bile duymazdan geldikleri açıktı. Parmak uçlarımda yükselip, küçük pencereden yeni bir açıyla bakmaya çalıştım. Hala kimse yoktu.

Sırtımı kapıya yasladım ve yavaşça yere çöktüm. Yaptığım şey faydasızdı.

Bakışlarımı gözüme çarpan ilk kameraya diktim. "Beni duyduğunuzu biliyorum." dedim bitkin bir ses tonuyla. "Ailem ve Tan. İyiler mi? Onlara ne yaptınız?" Kafamı umutsuzca iki yana salladım. Bana asla cevap vermeyeceklerdi. Benim yüzümden köylüler tesise girmişti, iki askerleri ölmüştü ve işgal haritası ifşa olmuştu.

İŞGAL/TAMAMLANDIHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin