• 24. BÖLÜM • "SON" •

438 27 6
                                    

---------------------------------------------

Yerin kızıllığı göğe yansırken ardından gelen boğucu duman, gökteki kızılın pürüssüzlüğünü bulanıklaştırıyordu.

Savrulduğum yerde ellerimden destek alarak doğrulmuş, hayretler içerisinde önümdeki manzarayı izliyordum. Etrafta duyduğum sesler birleşerek kulağıma boğuk bir melodi gibi geliyordu. Tan ve Profesör ayaklanmıştı. Heyecan ve panik içerisinde bana el uzatıyor ve bağıra bağıra konuşuyorlardı. Ben onları anlamaktan ve görmekten çok uzaktım... Sadece gökyüzüne yükselen dumanları izleyebiliyordum, kulağımdaki çınlama ve burnumdan akan kanların okşama hissi de bana katılıyordu.

Gördüklerim karşısında saklı düşüncelerim beynimin aydınlık kısmını da karartmak için akın etmeye başladı. Kafamda binbir türlü düşünce dönüyordu yine. Art arda sıralanıyor ve sonu gelmeyecekmişçesine beni daraltıyorlardı. Özellikle üst üste tekrar eden birkaç cümle vardı.

Ne sanmıştım ki? POST'u üç kişi yenebileceğimizi mi? O kocaman orduyu? Böyle bir şeye ancak benim gibi bir aptal inanırdı zaten... Gittiğim her yere fazlaca ölüm taşımaktan başka bir şeye yaramıyordum. O gece, uçurumdayken, daha fazla ölüme sebebiyet vermemişken atlamalıydım. Kurtarılmayı hak etmekten çok uzaktım.

Benim yerim, ölümdü.

Düşüncelerimle boğuşurken kollarımdan çekilerek ayağa kaldırıldım. Bir yerlere iteleniyordum ama gözümü büyüyen alevlerden ayıramıyordum. Hayalimde defalarca o yangının başlamadığı anı gördüm, uçakların gelmediği ve bombaların patlamadığı anı... Henüz tanışmaya fırsatımın olmadığı, yaşabilmek için bir umut yer altına sığınmış onlarca insanı gördüm... Ve ardından hepsinin yerle bir olduğu gerçeğini hissettim iliklerime kadar. Bu döngüyü defalarca tekrarlıyordum kafamda, döngünün başladığı yerde hep kendimi görüyordum.

Alya, Alya

ALYA

Alya

Alya, Alya, Alya, Alya, Alya

ALYA ALYA ALYA

Bu anlamsızlaşmış isim yankılanıyordu beynimde. Dört harf, iki hece... Hiçbir önemi ve anlamı olmayan kişinin ismi.

Ben neydim zaten? Alya kimdi? Neden bunca zaman bunları yaptı ki? Kendini ne sanmıştı? Haddi ne kadardı ve Alya onu ne kadar aşarak böyle şeylere sebep oldu? O zamanlar üzerine titrediği umudu neredeydi? O nasıl bir histi ki? Umut. Artık bu kelime bile anlamsızdı.

Tan ve Profesör yanan enkazdan benimle beraber uzaklaşırken "Durun!" dedi ağlamaklı bir ses. "Biliyordum, sizin yüzünüzden..." Hıçkırıklara boğuldu. "Sizin ajan olduğunuzu biliyordum." Fötrlü'ydü konuşan. "Hepsi öldü! Hepsi, hepsi!" Adam kafasını hızla iki yana sallamaya başladı. "Ben de ölmeliyim." Savrulmayla beraber elimden düşen tüfeği toprak üzerinde el yordamıyla buldu ve kafasına dayadı. "Ben de öleceğim, ben de öleceğim." Kahkaha atmaya başladı, sonrasında bir el silah sesiyle kahkahası son buldu.

Soğuk kanlılıkla izledim.

Hatta abartarak Fötrlü yere yığıldıktan sonra gülmeye başladım. Kahkahalarla gülüyordum. "Birini daha öldürdüm, gördünüz mü?!" Gülüşümü durduramıyordum. Tan ve Profesör'ün tuttuğu kollarımı onlardan kurtardım ve yere çömelerek gülmeye devam ettim. "Onca yetmedi, biri daha! Ben neymişim böyle?" Hala katıla katıla gülüyordum ve bunu durduramıyordum. Mutluluktan gülmediğim kesindi, gülerken ne hissettiğimi de anlayamamıştım. Sonra ani bir değişimle gözümden yaşlar akmaya başladı. Önümde yığılmış cesetten akan kanları izliyordum ve bir yandan da ağlıyordum.

Derken fener ışıkları göründü cesetin üzerinde, fenerler pek yakınımızda değillerdi ama çok uzakta da sayılmazlardı. Tan ve Profesör kollarımdan tutarak beni bir kez daha çekelemeye başladılar. Nereye saklanacağımızı ve bu sefer ellerinden nasıl kurtulacağımızı düşünmüyordum. Anlık olayların yansıması dönüyordu zihnimde; tek odaklanabildiğim hareket halinde bulunuyor olmamdı, hiçbir çaba sarfetmeden sürüklenmemi izliyordum.

Arkamızdan gelen ayak sesleri ve bağırışların ardından bir el silah sesi daha duyuldu, tüfek sesi değildi. Daha keskin ve tiz sesli bir silahtan çıkmıştı bu mermi.

Ne olduğunu algılayamıyordum, mermi bana bile isabet etmiş olabilirdi.

Tan'a baktım, iyi görünüyordu.

Hemen sonra boş ve anlamsız bakan gözlerimi arkamızdaki askerlere çevirdim. Fenerlerini bize döndürmüşlerdi, hepsi ateş pozisyonundaydı ve silahlarının namluları da bize bakıyordu. Ama onların içinden de kimseye isabet etmemişti az önceki mermi.

Profesör'e döndüm, geriye bir tek o kalmıştı.

Göğsünün sol yanından durmadan sızan kırmızı leke kirli gömleğini yeni bir renge boyamıştı.

Gördüğüm karşısında üzgün hissetmedim, ağlamaklı değildim. Şok olmamıştım. Mutlu hiç değildim. Olacakları dışarıdan bir göz gibi izlemeye devam ettim.

Profesör'ün beni tutan elleri halsizleşerek sıkı sıkı sarıldığı kollarımı bıraktı.

Dizlerinin üstüne düştü, ardından tüm vücudu toprağa serildi. "Hayır, hayır, hayır." dedi Tan.

Söylediği şeyde vermem gereken tepkiyi bulmuş gibi hissediyordum, yüzümü ekşittim ve "Hayır, hayır, hayır." diyerek Profesör'ün yanına çöktüm. Boğuk iniltilerinin ardından öksürüklerle kan kusmaya başladı. Ağzından sızan kan çenesinin altından boynuna akıyordu. Tan onu sarsarak kendine gelmesini söylüyordu ama Profesör'ün onu duyduğundan emin değildim.

Ayrıca öksürüğüyle beraber ağzından üzerime sıçrattığı kan lekesine takılmıştı gözüm. Ölümüne odaklanamıyordum.

Tan ayaklandı ve askerlere doğru haykırdı. Vücudundaki son enerjiyi onlara bağırmak için kullanmıştı, sesindeki acıyı sezmek zor değildi.

Ölecektik.

Ben ve Tan da burada ölecekti, herkesi bulan kader bizde de tecelli ediyordu işte. Tan yanıma çöktü, arkamızda Profesör'ün cansız bedeni vardı ama gözümden bir damla dahi yaş akmaması garibime gidiyordu.

İkinci kez patladı silah.

Bedenimi saran sarsıntının beraberinde getirdiği keskin ve dayanılmaz acıyla toprağa düşmüştüm, Profesör'ün ayaklarının ucundaydım.

Tan bir çocuk misali bağırarak ağlıyordu, toprağa düşen kafamı dizlerine yatırdı. Ona gülümsemeye çalıştım, Tan rahatlasın istiyordum ama ben ölmek üzereyken bu buruk gülümsememin bir işe yarayacağını da sanmıyordum. Yine de, denemiştim...

Profesör'ün ölümünü izlerkenki hissizliğim bedenimi tekrar işgal ediyordu.

Bakışlarımı gökyüzüne çevirdim.

Şimdiye kadar yaptığım her şey burada son buluyordu, bu ıssız ormanda kendimi bildiğimden beri tanıdığım ve güvendiğim adamın dizlerinde bir kurşun yarası eşliğinde unutulacaktı. Ne kadar uğraşırsam uğraşayım, ailemi ve istemsizce sahiplendiğim insanları koruyamamıştım. POST'un yıkımı için kullandığı en büyük piyon olmuştum. Her şey yoluna giriyor sanarken, onlarca insanın yoluna girip ölümlerine neden olmuştum. Artık dünya üzerinde tek bir tip insan kalmıştı: POST insanları.

Sebebi bendim, POST'un en önemli başarısının kahramanıydım. Onları yıllardır bu yıkımdan kaçmış insanların sığınağına getirmiştim ve şimdi o insanlardan geriye yanmış etler kalmıştı.

Duyduğum dayanılmaz acıya rağmen düşündüklerim beni şaşırtmıştı.

Zihnimin içinde fısıldayan düşünceler de yavaş yavaş sessizleşti. Benliğimin yok oluşunu hissedemeden hemen önce bilincim kapandı. Sorumlusu olduğum kötülük bile önemsizleşmişti artık. POST uzun bir kabusun ürünü gibi geliyordu. Her şey bitmişti. Yeni bir çağ başlıyordu dünyada, benim şahit olamayacağım. Sona gelmiştim.

Acıdır ki; sonunda da gerçekten hak ettiğim ölümü bulmuştum.

---------------------------------------------

İŞGAL/TAMAMLANDIHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin