8) Kumdan Kaleler

73.8K 1.7K 24
                                    

Bütün bunları düşünürken bütün gece odamın karanlık tavanını izledim. Damian'ın odasına gitmemek için kendimi tuttum, yorganı üstüme çektim ve kendimi yatağıma mıhladım. Sabaha doğru kavuşabildiğim uykumdan iki saat sonra ayrıldım. Gün ışıkları beni yine delirtiyordu. Bu perdenin derdi neydi? Hep aynı köşesinden açılıp duruyordu. Oflayıp puflayarak sızlayan başımla mutfağa indim. Altın saçlı arkadaşım çoktan tezgâha dayanmış sabah kahvesini içiyordu. Kupasının altından gülümsedi.

"Bana da var mı?" Suçluymuş gibi gözlerini kaçırdı, sonra da yarısını içtiği kupasını uzattı. Sıcak kupayı dikkatle tuttum.

"Bu kadar erken uyanacağını tahmin edemedim."

Yudumumu zor yuttum. "Ah! Bu çok acı!" Bardağı geri verdim. Marie'nin ayak seslerini duyduk, telaşla bu tarafa geliyordu.

"Angela! Haberleri duydunuz mu hanımefendi?" Hareketlerinden çok korktuğu anlaşılıyordu. "Marlo'nun sebzeleri aldığı kasabada bir saldırı olmuş. Şehirden gelen bir grup serseri iki kişiyi öldürmüş." Küçük eski tip televizyonunu açtı. Yemek yaparken bu külüstürle gündüz kuşağını takip ederdi. Haber kanalını çevirdi. "Kocam o insanları tanıyordu. Baba oğullarmış. Yüce Tanrım bu çok, çok korkunç!" Haberi anlatan spikeri dinledik. Görgü tanıklarına göre saldırganlardan üçü erkek biri kadın, yirmi-yirmi beş yaşları arasındalarmış. Kadının söyleyecekleri bitince kamerayla mikrofonu yaşlı bir kadına çevirdiler.

"Kızgın görünüyorlardı. Onları tanımıyorum. Kimse tanımıyor! Hepsi şapkalıydı, şapkalı hırkalar, süveterler giyiyorlardı. Yüzlerini göremedim ama o kadar hızlı hareket edebilmek için genç olmak gerek. Ben on basamaklı merdiveni üç dakikada çıkıyorum. Her dört basamakta durup dinlenmem gerekiyor. Doktorum, Bay Blank-" Kadının konuşmasını kestiklerinde dönüp Damian'a baktım. O da endişeyle bana bakıyordu.

"Kasaba buradan ne kadar uzakta?"

Gitmek istiyordu. Gitmesini istemiyordum.

Marie cevap verdi. "Arabayla en fazla yarım saat. Çok uzak sayılmaz." Damian kapıya doğru atıldı.

"Çoktan gitmişlerdir. Kaçmışlardır. Eminim polis her yerde onları arıyordur. Yapabileceğimiz bir şey yok." Evden çıktığında ona anca yetişebildim. "Bekle, tamam. Anahtarları alayım. Birlikte gidelim."

"Tamam, ama bir şey görürsek arabada bekleyeceksin."

"Beni en son kavganın dışında tuttuğunda neler olduğunu hatırlıyor musun?" İç çekti. "Hatırlıyorsun! Demek kafana çok sert vurmamışlar." Eve döndüm. Anahtarlığı bulup bir süre öylece bakındım. Hangi anahtar hangi arabanındı hatırlamıyordum. Herhangi birinde karar kılıp çekip aldım. Garaja giderken beni takip etti. Anahtara baktım, eski moda, kilitlilerdendi. Arkamdan sessizce küfür etti.

"Bunların hepsini sen mi seçtin?"

"Hayır, çoğu ebeveynlerimin... Geri dönmeyeceklerini düşünüp satmam gerekirdi ama yapamadım işte. Hah şurada!" Üstü kapalı klasik arabalardan biriydi, büyük ihtimalle babamınkilerden. İncecik bir direksiyonu, deri koltukları vardı.

"Ele geçirilmiş diyorsun ya, bense canavar demeyi tercih ediyorum. Ailem parazit derdi. Her neyse. Nasıl canavar olunuyor? Kitaplarda dönüşümden veya ele geçirilmeden bahsedilmiyor, sadece insanları korumamızın etik gerekliliğini anlatıyorlar." Kitabın konusunu duyunca dalga geçercesine güldü.

"İsteyerek olmuyorsun, kimse isteyerek canavar olmaz. Dediğim gibi ele geçiriliyorsun. Ölüme en yakın deneyim olarak da biliniyor. Yani ölmek üzereyken yaptıkları bir şey olmalı. Vampirler gibi ısırılarak veya ne bileyim, o filmlerdeki gibi olduğunu sanmıyorum. Bu daha çok ayin gibi..."

ANGIEWhere stories live. Discover now