11) Hassas Dünya

73.5K 1.6K 22
                                    

Çiçekler

Tozlu yollar

Ağaçlar

Hepsi dört mevsimin getirdiği

Fırtınalara göğüs gerdi

De sen başka bir şeydin

Günlerce, belki aylarca uyuduk. En azından birlikte geçirdiğimiz birkaç saat bana öyle hissettirdi.

Damian'ın göğsünde güneşin doğduğunu, güçlü ışınlarıyla üzerimize düştüğünü, tenimizi ısıttığını hissettim. Nefes alıp verişinin ritmi beni tekrar uyutacak kadar büyüleyici bir ninniydi, yine de ondan önce kalkıp kahvelerimizi hazırlamak istiyordum. Bir kolu vücuduma dolanmıştı, bundan kurtulmak çok da kolay olmayacaktı. Diğer engel ise bacaklarıma dolanan yorgandı, başımı kaldırıp bedenlerimizi görünce gülümsedim. Bu cennetten çalınmış bir an olmalıydı. Kendimi tekrar yastığa bıraktım. Damian'ın kokusu, artık benimdi. Bahane bulup ona dokunmaya çalıştığım zamanlar gözümün önünden geçti, bütün geceyi birlikte geçirdiğimize inanamıyordum. Dudağımı ısırdım. Başımı yana çevirip pembe yanaklarıyla uyuyan halini izledim. Böyle ne kadar genç görünüyordu, neredeyse bir çocuk gibi... Huzurluydu, altın rengi saçlarının bir kısmı yüzüne dökülmüştü, elim sözümü dinlemeden ona uzandı. Uyandırmamaya dikkat ederek saçlarını yüzünden çektim. Ona bakarken bütün yaralarımın kapandığını hissediyordum. Kibarca yanağını okşadım, parmaklarım yüzünde hareket ederken dudakları kıvrıldı, gözleri kapalıydı ama gülümsüyordu. Ne yaptığımı anlamıştı, işin kötüsü onu uyandırmıştım. Utanıp hızla elimi çektim fakat o kocaman kolunu üzerime uzatıp beni tekrar göğsüne çekmişti bile.

"Günaydın." Dedi buğulu bir sesle. Yanağım çıplak göğsüne yaslıydı ve beni yumuşak bir yastıkmışım gibi sıkmaya devam ediyordu.

"Nefes. Alamıyorum." Kollarını gevşetmeden güldü.

"Yatakta kal, kahvelerimizi yapıp getireyim." Dedi ama kıpırdamadı. O da ayrılmak istemiyordu anlaşılan. Ama biraz daha bırakmazsa vücudumdaki bütün kan akışı duracaktı. İç çekerek kollarını yavaşça gevşetip benden uzaklaştı. Yatağın kenarında otururken bacakları aşağıya sarkıyordu. Parmaklarını saçlarının arasından geçirdi, ellerini bacaklarına dayayıp biraz durdu. Beklediği bu birkaç saniye benim için özel hazırlanmış bir şölen gibiydi, perdenin arasından yolunu bulan sabah ışıklarının kibarca aydınlattığı siluetini ve güçlü sırtını izliyordum. Ne kadar şanslı bir kadındım. Ne birbirimizi öpmüş, ne başka bir şey yapmıştık, sadece sarılıp uyumuştuk işte. Bu kadar küçük bir şey bile hatırlayınca başımın dönmesine, yanaklarımın kızarmasına neden oluyordu. Omzunun üstünden dönüp bana baktı. Yan dönmüş, onu izliyordum. Yüzümdeki gülücüğün çok aşırı olmadığını umdum.

"Dün gece fırtına mı çıktı?" Evet, anlamında başımı salladım. Gözlerinden geçen karartının benim hayal gücüm mü yoksa gerçek mi olduğunu anlayamadım. "Kâbus görüyordum..."

"Anlatmak ister misin?"

"Hayır," uzanıp elimi elinin içine aldı. "teşekkür ederim." Avcumun içini öptü. Bu tuhaf küçük jeste karşılık ne yapılırdı? Küçük liseli kızlar gibi kıkırdanmazdı mesela. Ben ne yaptım? Tabii ki kıkırdadım. Başka ne yapabilirdim ki? Yakışıklıydı, akıllı ve çekiciydi. Hayran gözlerle onu izlemekten başka bir şey gelmiyordu elimden. "Kafein." Deyip ayağa kalktı. Dirseklerimden destek alıp kendimi biraz kaldırdım. Yatağın ayakucuna geçip tam karşımda durdu. Elini kalçasına koyup bana baktı, "Meleklere benziyorsun. Saçı başı dağılmış, yanakları kızarmış halinle özellikle." Kaşlarımı çattım. Dalga geçiyor olmalıydı. Asıl meleklere benzeyen kendisiydi, güçlü ama yaralarla dolu bedeniyle, poposundan düşmek üzere olan pijamasıyla, dağınık altın saçlarıyla yunan heykellerini hatırlatıyordu. Yüzünden bahsetmeye bile gerek yoktu, belirgin elmacık kemikleri bu ışıkta özenle oyulmuş gibiydi, sanki tanrı diğer herkesi beş saniyede yaratmış ama onun üzerinde günlerce uğraşmıştı. Bizler, amatör işçiler tarafından yapılmış heykellere benziyorduk. Özensiz ve baştan savma. Kendisiyse, tanrının ustalık eseriydi. Mavi gözleri pahalı mücevherleri andırıyordu. Gözlerinin soğukluğunun aksine dudakları en sıcak pembedendi.

Utangaç biri değildi, özellikle konu ben olunca, üzerimdeki etkisinin farkındaymış gibi davranıyordu. Yine de ne kadar güzel olduğunun farkında olmayabilir miydi?

Yataktan fırladım. Arkasına geçip onu iterek boy aynasına götürdüm. Afallamış halde yansımasına bakıyordu. Yüzünü işaret ederek,

"Yunan tanrısı." Dedim sonra parmağımı kendi yüzüme çevirdim.

"Çiftçinin kızı. Tartışma kapanmıştır." Kahkahayı patlattı, o kadar yüksek sesle gülüyordu ki sabah sabah kahveye ihtiyacım kalmamıştı. Gülüşünün enerjisi kafeinden daha etkiliydi.

"Şaka gibisin." Diyebildi kahkahasının arasında. O hala gülerken üzerimde sadece ince bir sabahlığın olduğunu fark ettim. Kapı çaldı, sabahın bu saatinde kim gelmiş olabilirdi? Marie ve Marlo'da anahtar vardı ve kapıyı çalma huyları yoktu. Beni uyandırmamak için genelde sessizce içeriye girerlerdi. Sandalyenin üzerinde sweatshirtü duruyordu, geceliğimin üzerine geçirip kapıya koştum. Kocaman demir kapının kolunu çevirirken çoktan üzerini giymiş, yanımdaki yerini almıştı.

Üniformalı polislerle karşılıklı şaşkınlık içinde birbirimize bakıyorduk.

Onların karşılaştığı sıradan bir görüntüydü belki, genç bir çift görüyorlardı.

"Günaydın hanımefendi, kusura bakmayın bu saatte rahatsız etmek istemezdik." İki kişiydiler, biri aşağı yukarı Damian'ın yaşlarındaydı, diğeri biraz daha yaşlı görünüyordu.

"Bir sorun mu var memur bey?" diye sordu ben şaşkınlığımı üzerimden atamamışken.

"Geçtiğimiz gece buraya oldukça yakın bir tarladaki sürü saldırıya uğramış. Kurt veya ayı benzeri bir şeyin yaptığını düşünüyoruz. Veya birkaç kurt veya aynın... Herhangi bir şey duyup duymadığınızı sormak istemiştik."

"Fırtına vardı. Hiçbir şey duymadık." Damian onları bir an önce başımızdan savmak istiyordu. Sıktığı yumruğu ve çatılan kaşlarından ayı veya kurt dışındaki bir şeyden şüphelendiğini anladım.

"Ne kadar yakın bir tarla?" diye sordum.

"Kasaba tarafında, kilisenin diğer ucunda..." Damian şüpheci gözlerle bana döndü. Ne kadar yakın olduğunu o da merak ediyordu.

"Yürüyerek beş dakika, belki daha az." Dedim kaskatı kesilmiş bir şekilde.

"Merak etmeyin hanımefendi, her ne ise yakında buluruz. Korkmanıza lüzum yok. Siz yine de içeride kalın. Tuhaf bir şey görürseniz hemen bizi arayın." Damian teşekkür edip polisleri gönderdi. Kireç gibi bir suratla ona döndüm.

"Onlar olamaz, değil mi? Sürüye saldırırlar mı?"

"İnsanlara saldırmalarından daha doğal bir şey... Yemek yemeleri gerekiyor sonuçta." Artık yalvarır gözlerle bakıyordum. Gitmesini istemiyordum. "Görürsem anlarım, onlar değilse boşuna endişelenmiş olursun. İçini rahatlatmamın tek yolu bu... Seni böyle görmekten nefret ediyorum." Bir eliyle boynumdan, diğeriyle kolumdan tuttu. "Söz veriyorum sen kahvaltını yapana kadar gidip gelirim."

"Sen canavar avına çıkmışken ben evde kalıp kahvaltı mı yapacağım?"

"Öyle yapmanı rica ediyorum. Yani umuyorum. Lütfen?" Omuzlarımdan tutup beni mutfağa doğru sürükledi. "Kahvaltı günün en önemli öğünüdür. Protein, yağ ve karbonhidrat. Ayrıca sebze falan... Sana yetişirim." Başıma bir öpücük kondurup üst kata koştu. Daha dolaptan meyve suyunu çıkarıp bardağıma dolduruyordum ki çıkıp gittiğini duydum. Gözlerimi devirip meyve suyumu içtim. Sabah için gerekli enerjiyi sağlayacağını düşündüm. Birbirimizden etkileniyor olabilirdik, yine de beni henüz tanıyamamıştı. Geceliğim, üzerinde Damian'ın sweatshirtü ve ayağıma geçirdiğim yağmur botlarıyla tek kapılı spor arabama atladım. Kiliseye vardığımda bütün kasabanın sokağa döküldüğünü gördüm. Damian'ı nasıl bulacaktım? Kornaya basarak yolumu açmalarını sağladım. Kalabalık sıklaştıkça arabayla ilerleyemeyecek hale geldim, kaldırıma çıkıp park ettim. Yaya halde onu aramaya başladım. Kasaba halkı şaşkınlık ve korku içinde birbirleriyle konuşuyor, bu korkunç şeyi yapanın hangi hayvan olabileceğini tartışıyorlardı. Botlarım çamura bulandı ama umursamadım. Geçen geceki fırtınadan sonra yerler çamur içindeydi, havada pis bir koku vardı.

Kan kokusu. 

ANGIEOù les histoires vivent. Découvrez maintenant