21) Venüs

73K 1.6K 8
                                    

   Omuzları düşerken gözlerinden karanlık bir gölge geçti ve bana doğru bir adım attı. O güçlü olmayı severdi, üstün hissetmeyi... O yüzden ne kadar zayıf görünürsem şansım o kadar artardı.

   "Korkunç şeyler oldu, canavarlar..."

   "Sessiz ol." Etrafa göz atıp bizi dinleyen biri olup olmadığına baktı. Endişesini yersiz bulsam da bir şey söylemedim.

   "Evime saldırdılar. Sevdiğim biri öldü Hunter. Ne yapacağımı bilmiyordum. Bir isim buldum. Onu arıyorum. Belki sen bulmama yardım edersin? Lütfen." İri elleriyle yüzünü sıvazladı. Düşünüyordu.

   "Salak adetler veya lanet Provan soyadı umurumda değil. Sadece seni bütün bunlardan uzak tutabilmek isterdim." Gözleri hala yorumlayamayacağım bir karanlıkla kaplanmıştı. Ne demek istediğini anlayamamıştım. "Beni nasıl buldun?"

   "Kolay oldu, ismin bir kavgaya karışmış. Bardaki adam nerede kaldığını söyledi." Ellerini sinirle saçlarının arasından geçirdi. Gözlerinin kenarları kırışmış, ağzının yanındaki çizgiler belirginleşmişti. Yakışıklıydı, yeşil gözleri kıskanılacak cinstendi. "Crow arkadaşın mı?" Başını onaylar anlamda salladı.

   "Konuşacak çok şeyimiz var ama böyle ortalık yerde olmaz." Arabaya dönüp baktı, sonra bana binmemi işaret etti. İtaat ettim. En sevdiği şeydi buydu, itaat etmem.

   Crow, kuzenimden daha sıcakkanlı biriydi. En az Hunter kadar korkutucu görünse de sohbet etmeyi seviyordu. Basit sorular sordu, hoşlandım çünkü cevap verirken düşünmeme gerek yoktu. Hunter çok nadir sohbete katılıyor, kısa ve net cevaplar veriyordu. Ne babasına ne annesine benziyordu. Fiziksel olarak değil tabi ki, karakter olarak. İkisi de soğuk insanlar sayılmazlardı. Onlar neredeydiler acaba, sormak için sabırsızlanıyordum ama uygun zamanı kolluyordum. Belki bunlardan Crow'un yanında bahsetmekten hoşlanmazdı. Kestirmesi zor biriydi Hunter.

   "Yanlarına gitmeliyiz, haberleri olmuştur ve bizi merak etmişlerdir. Ne dersin?" Beni konunun dışına atarak kendi aralarında sohbet etmeye başladıklarında rahatsızlık vermemek için arka koltuğun köşesine büzüşüp pencereye başımı yasladım. Hala şehrin içindeydik ama kalabalık biraz da olsa sakinleşmişti. Hunter arkadaşını başıyla onayladı. Sessizce yolculuğa devam ettik. Bir yerden telefon bulup Todd'a kuzenimi bulduğumu ve iyi olduğumu haber vermeliydim. Unutmamak için içimden birkaç kere tekrarladım.

   Todd'u ara. Todd'u ara.

   Hava kararmaya başladığında şehirden uzaklaşmamızı sağlayacak otoyola çıkmıştık. Çok sürmeden yan yola girdik ve varlıklarından bile haberdar olmadığım sapaklardan saptık. Hava iyice karardı, yolumuzu aydınlatacak tek şey arabanın sönük farlarıydı. Toprak yolun pürüzleri yüzünden arka koltukta içim dışıma çıktı. İskeleye vardığımızda eski, küçük limanda bekleyen birkaç tekne olduğunu gördüm. Crow arabanın torpidosundan el feneri çıkardı. Yalpalayarak peşlerinden gittim, uzun araba yolculuğu bacaklarımı pelte gibi yapmıştı.

   Tuz kokusu hoşuma gitmişti, yaklaştıkça artıyordu. Suyun kumsala, teknelere ve kayalara çarparken çıkarttığı ses büyüleyiciydi. Limanın en sonundaki tekneye yürüdük, önce onların binmesini bekledim. Sonra Hunter elimden tutup güvenle tekneye binmeme yardım etti. Crow kıç tarafına geçmişti. Köşedeki ahşap iskemlede oturuyordum. Kuzenim oturma yerinin altından bir poşet çıkardı. İçinde yün, kalın bir battaniye vardı. Hepimize yeterdi oysa o bütün battaniyeyi bana doladı. Dürüm olmuş bir şekilde bekliyordum. Kollarımla tekneye tutunamadığım için tekne hızlandıkça dengemi sağlayabilmek için ekstra efor sarf ettim. Karşı kıyıya gideceğimizi düşünüyordum ama Crow kumsaldan fazla uzaklaşmadan kenardan kenardan ilerlememizi sağladı. Yüzüm battaniye dışında kalan tek yerdi ve soğuktan felç geçirmemeyi umdum. Bir süre sonra Hunter, Crow'dan aldığı feneri kapattı. Tek görebildiğim puslu, havada gökyüzünde asılı duran ay ve yıldızlardı. Crow yönünü nasıl belirleyebiliyordu bu kadar karanlıkta? Bir şey söyleyip dikkatini dağıtmaya niyetim yoktu.

   Midem pes etmek üzereydi ki teknemiz yavaşladı. Yanımdakiler hareketlendiler, Hunter Crow'un yanına geçti. Ne konuştuklarını duyamıyordum. Durduk, Hunter el fenerini açtı ve ahşap iskeleye yanaştığımızı gördüm. Önce kendisi indi, Crow'dan aldığı halatı iskele babasına doladı. Sonra gelip inmeme yardım etti. Korkudan, heyecandan ve soğuktan titriyordum. Sonunda başımı kaldırdım ve önümüzdeki heybetli yapıyı gördüm. Etrafı ışıl ışıl onlarca lambayla aydınlatılmıştı. İçinin sıcak olmasını umdum. Bahçede bizi üç kişi karşıladı, iki sarışın kız ve siyahi bir çocuk.

   "Kim kazandı?" diye sordu Crow.

   "Hepimiz kaybettik." Somurtuyorlardı ama birden gülmeye başladılar. "Bu sefer öleceğinizden emindik." Dedi çocuk.

   "Kaç kişilerdi Hunter?" sarışın kızlardan uzun boylu olanı hayran hayran Hunter'a bakıyordu. Sonra beni gördü.

    "Bu şişko da kim?" Şişko lafını gözlerini görene kadar üstüme alınmamıştım.

   "Hey, lafına dikkat et. O benim kuzenim. Angelique."

   "Şey, battaniye yüzünden..." Diyebildim sadece benim duyabileceğim kadar kısık bir sesle. Crow bana dönüp gülümsedi. Sanırım beni duymuştu.

   "Herkes burada mı?"

   "Çoğu burada." Dedi çocuk. Kızlar hala kısık gözlerle beni süzüyordu. Oğlan çok da umursamış görünmüyordu. Evin kapısına geldiğimizde en az yirmi kişinin bizi beklediğini gördüm. Büyük ihtimalle Hunter ve Crow'un nasıl oldu da sağ kaldıklarını merak ediyorlardı. Kötü haber tez duyulur. Saldırı haberi de bizden önce onlara ulaşmıştı anlaşılan. Kalabalığın yaş ortalaması on iki ile doksan arasında değişiyordu. Tuhaf bir topluluktu bu. Hunter uzanıp beysbol şapkası takan bir adamın elini sıktı. Hafif göbekli, eskimiş kahverengi bir mont giyen, kır saçlı sıradan bir adamdı.

   "İyi olmanıza sevindim evlat." Dedi, gülümserken gözleri kapandı ve kenarları kırıştı. En az üç gündür tıraş olmuyormuş gibi kırlaşmış sakalları vardı. Hunter kenara çekildi ve ortada kaldım. "Merhaba Angie, biz de ne zamandır seni bekliyorduk."

   "Beni tanıyor musunuz?"

   "Bütün Provan ailesini tanıyorum. Başına gelenler için üzgünüm. Yanında çalışan kadının saldırıya uğradığını duyduk. Umarım şimdi daha iyidir."

   "Nasıl..." Elini sırtıma koydu, birlikte eve girdik. Benim evimden çok daha büyük bir yerdi, devasa bir girişi vardı, merdivenler bir sağdan bir soldan yukarıya kıvrılıp üst kata çıkıyordu. "Dinlen, konuşacak çok şeyimiz var." Dedi yanımızdaki kadınlara dönmeden önce. "Hanımlar, Angie'ye yardımcı olun lütfen. Hunter, Crow, toplantı salonuna geçiyoruz." İnsanlar onun sözünü dinliyordu, Hunter, inatçı kuzenim, onun sözünü dinliyordu. Bu benim de öyle yapmam gerektiği anlamına gelmezdi. Arkasından seslendim.

   "Sen kimsin?" Beklemiyordu, omzunun üstünden dönüp baktı, sonra iki adımda aramızdaki mesafeyi kapatıp karşıma geçti. Ellerini arkasında birleştirip sırtını dikleştirdi.

   "Bana Venüs derler." Derinlerden gelen bir sesi vardı, belgesel sunan adamlarınkine benziyordu. "Burası da benim evim. Misafirim olduğun sürece burada güvende olacaksın ve bütün sorularını cevaplayacağım. Senin de aynı şeyi yapmanı umuyorum tabii ki. Biz burada birbirimize güveniriz ve dürüstüzdür... Hunter da sana farklısını anlatmayacaktır. Biz aynıyız Angie..." Ellerini omuzlarıma yerleştirdi. "Sen ve ben..." Kaşlarımı çatıp suratına bakmaya devam ettim.

   "Orasını göreceğiz." Dirençli cevabıma gülümsedi ve kuzenimle birlikte duvarların arkasında kayboldu.

   İki kadın beni üst katta bir odaya götürdüler, ben içeriye girince çıkıp kapıyı kapattılar. Küçük, tek kişilik yatağa oturdum. Telefon bulmalı, Todd'a haber vermeliydim. Dinlenmek istemiyordum, kafamın içi bu kadar soruyla doluyken nasıl dinlenmemi isteyebilirdi ki?

   Venüs...

   Ben mi onu arıyordum yoksa o mu beni?

ANGIEWhere stories live. Discover now