"14"

822 71 57
                                    

Görüyor musun yaralı çiçeğim, tutuşuyor acılarımız her saniye. Ölmek istiyoruz, ölemiyoruz. Sanki bizi yaşam denen o illete bağlayan bir zincir var gibi. Hissediyorum, farkındayım o zincirin kime ait olduğunun.

Elimde tuttuğum sarı balonun üzerine siyah kalemle yazılmış tarihe odaklandım. Bugün, benim kırık ruhlu sandığım o adamın ruhunu ölmeye mahkum bıraktıkları o gündü. Yutkundum. Bir adamın ruhunun ölü olmaya mahkum bırakılması... Ne kadar acı verirdi?

Balonu tuttuğum elimi gevşettim ve balonun zeminle buluşmasını izledim. Oğuz... Ruhunun ölümüne neden olacak, kimseye anlatamayacak kadar ne yaşamış olabilirdi? Bu kadar güçlü bir adamı, hangi olay enkazların altında bırakmıştı?

Ağzımdan sıkıntıyla nefes verdim. Oturduğum yatağımdan kalktım ve sol elimi saçlarıma geçirdim. Yanına gitmeli miydim? Bıkkınlıkla elimi saçlarımdan ayırdım ve odamın kapısına doğru ilerledim. Onu böyle bir günde yalnız bırakamazdım. Kapı kolunu sağ elimle kavradım ve açtım. Seri adımlarla Oğuz'un odasına doğru ilerledim.

Heyecanlı değildim, sadece merak ediyordum. Kırık ruhlu sandığım o adamın ruhunu ölüme nasıl mahkum bıraktıklarını öğrenmek istiyordum. Yaralarıma çiçek açtıran adamın ölü ruhuna yeniden can vermek istiyordum.

Beyaz renkteki kapının önüne çoktan geldiğimde derin bir nefes aldım. Kapıyı çalmaya gerek duymadan açtım ve gözlerimi içeri sabitledim. Karanlık bir oda... Saat daha sabahın bir buçuğuydu ve hava daha aydınlanmamıştı. İçeriye sadece perdesi açık kalmış pencereden süzülen ay ışığı giriyordu.

Oğuz'u aradı mavi gözlerim. Elinde bir kelepçe, sırtını yatağının kenarına yaslamış yerde öylece oturuyordu. Sertçe yutkundum. Yanına gidip gitmemekte kararsız kalsam da düşüncem değişmedi. Küçük adımlarla odaya girip kapıyı yavaşça kapattım. Birilerine anlatmaya ihtiyacı vardı, bunu hissedebiliyordum.

Yavaşça Oğuz'a yaklaştım. Ay ışığının aydınlattığı yüzü öyle kusursuz geldi ki bir anda... Ölüm gibiydi. Öyle kusursuz, öyle güzel. Gözümün önüne gelen bir tutam saçı kulağımın arkasına sıkıştırdım. Yavaş hareketlerle Oğuz'un tam yanına oturdum ve sırtımı yatağın kenarına yasladım.

"Ne yapıyorsun?" diyerek bir soru yönelttim elinde oynadığı kelepçeyi kastederek. Gülümsedi. Gözlerini kelepçeden ayırmadı. Söyleyeceklerini hala düşünüyormuş gibi araladı dudaklarını. Birkaç dakika hiçbir şey söyleyemedi, kaldı öylece. Ne ben sorguladım bunun sebebini, ne de o.

"Ruhumun ölüşünü kutluyorum." Aniden sesindeki titreme eşliğinde söylediği cümle, adeta bir koma hissi yaratırken yutkundum. Ağlamak istiyordu, beceremiyordu. Anlatmak istiyordu, anlatamıyordu. Avazı çıktığı kadar bağırmak istiyordu, duyulmuyordu. Anlıyordum bunları, yaşıyordum, yaşamıştım.

Gözlerimi elinde tuttuğu kelepçeye yönlendirdim. Sağ elimi vereceği tepkiden korkarak kelepçeye doğru uzattım yavaşça. Elimin, kelepçeyi tutan titreyen eline değmesiyle gözlerimi kapattım. İçimde tuttuğum bu duygu... Neydi böyle? Yutkundum. Elimi ürkekçe titreyen elinin üzerine koydum. Tam şu an yüzüne bakmak, her şey geçecek demek istiyordum ama beceremiyordum. Sanki beni tutan bir güç vardı ve bunları yapmamı engelliyordu.

"Sana bakmak istiyorum ama beceremiyorum," dedim ağzımdan derin bir nefes alarak. "Sanki beni tutan büyük bir güç var ve ben onun önüne geçemiyorum." Gülümsedi acı içerisinde. Bakışlarını, titreyen elinin üzerindeki elime sabitledi. "Acılarımızdandır," dedi derin bir nefes alarak. Yutkundum. Tepkisiz kalmak istedim ama başarılı olamadım. Gözyaşlarımın gün yüzüne çıkmasını istemediğim için dudaklarımı birbirine bastırdım. Bugün ağlama, anlatma sırası Oğuz'daydı, ben de değil.

kayıp yarınlar (kadına şiddete hayır!) |tamamlandı.|Where stories live. Discover now