7. Bölüm "Ilgın ağacında bir tirat"

271 89 277
                                    

"Bazen mutluluğu kucaklamak yerine onun, dostane bir tavırla sırtımızı sıvazlamasıyla yetinmeliyiz."

Abimi kaybettiğimde sadece on dört yaşında bir çocuktu. Çocukluktan çıkıp da hiçbir zaman gençliğe geçemeyecek bir çocuk. Bıyıkları yeni yeni terlemişti ama ne kolları ve bacakları ne de kilosu, boyu delikanlı sıfatı için hiçbir zaman yeterli olmuştu. Yaşına nazaran dokuz, on yaşlarında gösterir; çelimsiz, kuvvetsiz bedeni, açık deniz maviliğinde fersiz gözleri vardı.

"Ben de bilmiyorum. Onu gördüğüm ilk an ne hissettim diye ara ara yokluyorum kendimi ama galiba hınca hınç..." Doğru sözü bulmakta zorlanınca ufak bir es verdim. "Yutkunuş... Evet, sanırım bu tanım uygun. Öfkeli ama boğazımdan geçerken canımı yakan hınca hınç yutkunuşlar oluşuyor."

Abim, siyah bir kandilin, etrafında oluşturduğu silik bir gölge gibiydi daima.

Ha söndü ha sönecek diye rüzgar tıkırtısına kulak kabartır, tabiri caizse tüm kapı ve pencereleri, hatta perdeleri bile sıkı sıkı kapatırdık ama faydasız bir çabaydı. Seni bulacak olan ona gitmeni ya da gidememeni beklemiyor, umursamıyordu neticede.

Kalp yetmezliği vardı. Fakat öncesi de vardı: Lösemi.

"Ortadan kaybolmasının üzerinden üç sene geçmişken ve ben onu nefretle dahi olsa hatırlamamaya yeni yeni alışmışken bence de bu hiç olmadı."

Doğar doğmaz başlamış yaşam mücadelesi. Ufacık bebekliğinden on dört yaşına kadar kendi hayatı için verdiği savaştan başka bir uğraşı olmadı. Daha doğrusu sekiz ve dokuz yaşları arasında neşeyle, yarım yamalak mutlulukla geçen, kontrolleri dışında hastanelere uğramadığı kısacık iki yılı saymazsak öyleydi. Sonrası yine çetin bir mücadele oldu; ta ki sonsuza kadar yaşı on dörtte kalana dek.

"Bir de Mete dangozunun dedikleri var tabii. Neymiş efendim: Seni hatırlamıyor, ondan uzak dur! Ben ölüyorum zaten ona kendimi hatırlatıp anılarımı yâd edemeyeceğim diye. Hayatında görüp görebileceğin en ender iki piç ikisi de."

Aklımın erdiği ilk andan beri bilirdim abimin ilacı olduğumu. Sağ olsun annem niyetini hiçbir zaman gizlememişti. Oğlunun iyileşmesi için bana ihtiyaç duyduğunu ve o uğurda tedaviye giden bir merdiven olarak gördüğünü bilhassa gözüme, kulağıma, aklıma soka soka söyledi, öğretti.

"Değişmemiş ama."

Sesim soğuk almışım gibi kısık, hastalıklı çıkmıştı. Abime duyduğum özlemin kederi de vardı ama şu sıralar üstesinden gelmenin zor olduğu malum konular da beni hayli yormuştu.

Ben doğduğumda abim altı yaşındaymış. Madem iliğe ihtiyaçları vardı ve onun en kestirme yolu yeni bir bebekten geçiyordu neden o kadar zaman beklediler asla bilmiyorum. Zaten babam kim onu da bilmem. Abimle aynı mı onu da bilmem. Sanırım abimin tedavisi için gönüllü olan hayırsever biyolojik bir vatandaştı kendisi.

"Aslında bakışları ve ruhunun etrafa yaydığı kasvet aynı ama yeşillerinin tonu daha da koyulaşmış gibi. Sanki bakışlarındaki kin, yeşili öyle bir yerinden yakalamış ki, ötesi sonsuz karanlık."

Ben doğduktan sonra ilik nakliyle beraber abim iki yıl iyileşme sürecinden sonra toparlamış, gün geçtikçe normal çocuklar gibi olmaya başlamış ve olmuş da. Ta ki iki yılın sonunda kalp yetmezliği teşhisi konana kadar. Eminim dokularımız uyuşsaydı annem onu da benden almaktan çekinmezdi. Hakkını yemeyeyim, uysaydı kendi kalbini söküp abime vermekten de geri durmazdı ama ikimizin de olmamıştı işte.

Çok uğraştı. Mutlaka çoğu yerde vardır ama ben, hayatım boyunca onun gibi evladı için uğraşan başka anne görmedim. Gözleri önünde gün gün eriyip giden oğlu için bir an bile pes etmese de en az onun kadar yok oluyor, acıyla eriyip gidiyordu.

AYNADAKİ SARKAÇ (+18)Where stories live. Discover now