Utara'nın Ordusu

359 30 5
                                    

Elflerin ormandaki gizli ve kutsal köyüne güneş bir kez daha doğmuştu. Gren gece boyu kendisi ve falcıyla uğraşmıştı. Rüyası dahil her yerde ona sesleniyor ve "Lord Amelsis'e git" diyordu. Gren'se ona inanmamakta kararsız kalıyordu.

"O bana bundan önce yardım etti," diyordu Gren kendi kendine. Sonra kararını değiştiriyor,

"Natrador'u dinlemeliyim," diyordu.

Güneşin doğuşuyla odasından çıkarak koridorun sonuna kadar hızla yürüdü. Yolun sonunda sağ kapıdan bahçeye çıkmayı düşündü önce. Ama sonra bir an sol kapıyı açtığını gördü.

Heykel bütün güzelliğiyle oradaydı. Bir insan ailesi orada öyle yapayalnız kalmıştılar. Gren o an bir savaşın ne kadar acı verici olduğunu düşündü. Lord Amelsis'e lanet etti ve o an ondan uzak durmayı düşündü. Heykelin dibine gitti ve oraya oturdu. Bir süre sessiz ortamda kendisiyle yüzleşti. Son günleri hep böyle geçiyordu. Kendisiyle yüzleşip duruyordu ve hiçbirinde bir karar veremiyordu.

"Hayır, o benim tek çarem olsa da gitmem!" dedi kendi kendine. Falcının sesini işitti,

"Ölmek mi iyi, yoksa Lord Amelsis'e gidip kurtulmak mı? Haydi Gren, sana bir kez yardım ettim. Ve isteğim gene aynı. Sana yardım etmek."

Gren sustu ve falcının dostane sesini dinledi. Bir an için fikri gene değişti.

"Onlar ne derse desin, o benim son şansım. Evet ona gideceğim. Ve ölümsüzlüğü öğreneceğim."

"İşte böyle," dedi falcının sesi gülerek. Gren o an seste bir soğukluk hissetti. Sanki ses falcının değil gibi geldi ona. Sonra bir an hayal gördüğünü düşündü ve kalkıp oradan ayrıldı.

Bu sefer sağ kapıdan ormandaki büyülü köye indi. Köye indiği an kendini mimarların ve büyücülerin bile yaratamayacağı büyük bir şehirde buluverdi. Gren hayranlıkla izledi etrafını. Gördüğü en gerçekçi heykellere baktı. Elf kraliçelerini ve krallarını anlatan heykele baktı. Karanlık zamandan kalma bir elfin heykelini gördü. Bir ateş topu heykelini, tek boynuzu ile savaşan bir at adam gördü. Onların vahşice bakışlarını gördü ve ürperdi.

Bir süre daha heykellerin o gerçekçi taklitlerini izledi, şehrin ustalıkla döşenmiş yollarında yürüdü. Gren böyle büyük bir yapının ormanın içinde olduğuna inanamıyordu.

Evlerin hepsi ağaçlardan uzundular ve Gren'in önceleri pırlanta sandığı, fakat daha sonra öğrendiği, adına elf zümrüdü denen bir taştan yapılmıştı. Bu güne kadar yaşadığı ve hep güzel sandığı köyünü düşündü. Bunların yanında bir hiç sayılırdı.

Uzun ve yorucu yürüyüşün ardından Gren bir nehrin kıyısına vardığında orada oturup dinlenmeye başladı. Hava nedense orada bir başkaydı. Ne bıkkınlık verecek kadar sıcaktı, ne de üşütecek kadar soğuktu. Sanki bir büyü kontrol ediyordu her şeyi. Havayı, etrafı, orada yaşayan her şeyi.

Gren gözünü nehirdeki balıklara dikti, oynayışlarını izledi. Onların güzelliği altında aklına önce Lauren, ardından Suen geldi.

"İkisi de ne kadar güzel," diye düşündü. "Ama biri beni öldürmek istiyor, diğeri kurtarmaki."

Gren bir süre aşık olduğu bu iki kızı düşündü. Onların düşünceleriyle hayal kırıklığını ve umudu tattı. Lauren'in üzüntüsünü, Suen alıyordu. Suen'in yüceliğini, Lauren durduruyordu.

Gren sonunda eğildi ve nehrin tatlı suyunu içti. Ardından başını yıkadı ve düşüncelerinden arınmışça ağacın gölgesinde kestirdi.

Ölüm MelekleriHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin