16. iç(sel) savaşların kazananı yoktur

77 7 13
                                    

jihoon l.

kwon soonyoung'un yokluğunun getirdiği yıkım bir çile haliydi, başa çıkılması zordu. çoktan hayatıma girdiği için bozuk kaset gibi önceki sözlerimle kendimi yemeyi dün kesmiştim. olan olmuştu ve değiştiremezdik. onunla müzik yapmayı kabul etmiştim, işte buradaydık. bir haftayı geçiyordu. ne kadar süreceğini düşünmüyordum. daha önce denemediğim şeyleri yapmayı ve insanların bana manyak demelerini istiyordum.

döndüğü için böyleydim. geri gelmeseydi yüz bulamazdım. tüm o çöpler temizlenmiş ya da içimdeki buzlar erimiş değildi. hayır, hala aynıydı her şey. sadece, işte, onunlayken başa çıkmak kolaydı.

parmaklarını yüzümde hissettiğimde ona bir bakış attım, sıkıntı ve yorgunluk iyice çökmesine sebep olmuştu ama hala buradaydı. neden buradaydı?

farkında olmadan gözlerim dudaklarına indi. şimdi burada hemen dün gecenin anısını canlandırabilirdik; tüm o bezginlik, tükenmişlik ve benzerleri bize engel olmazdı ancak kendimi engelledim. kalan düzenlemeler için önüme döndüm.

inanılmaz disiplinli biri olduğumu düşünmeye devam edebilirdi. ya da uyuyabilirdi. ona dikkat etmeden geçirdiğim sürenin yaklaşık iki saat olduğunu işim bittiğinde fark ettim. artık tüm dikkatim sandalyede yamuk vaziyette uykuya dalmış soonyoung'daydı. göz altları hala koyu halkalara sahipti ve ağzı aralık kalmıştı. kendini saldığı bu süreçte bile bir dansçıya göre iyi görünmesi biraz sinir bozucuydu. boşuna popüler değildi. insanların birincil kriteri her zaman görünüş olmuştu ve soonyoung buna sahipti.

uzunca gerindikten sonra esnedim. normalde yorgunluk bu kadar hızlı kendini göstermezdi. dengem şaşmıştı. o sıra çatırdayan kemiklerimin seslerine uyanan soonyoung'a "günaydın." dedim. şişmiş ve neredeyse iki çizgi halini almış gözlerinden bakışlarımı zor ayırdım.

"saat kaç?"

"sekize on var."

kabul. tüm o pis niyetlerimin yanında, nefret etmeyi yeğlediğim soonyoung o kadar da berbat birisi değildi ve onu arzulayan yanım ağır basıyordu. nefret oralarda bir yerlerde az da olsa vardı ancak seks yapmak istediğin kişiyi yüzde yüz sevmen de gerekmiyordu. ona olan hislerim çok da önemli değillerdi nasılsa. bu daha çok bir ihtiyaçtı. ona alışmama sebep olmuştu. onu istiyordum ve yapacak bir şeyim yoktu.

"toparlan, gidiyoruz." dediğimde gözleri parladı. o ne düşünüyordu? dediği gibi çok dürüsttü ve patavatsız biri olduğundan sadece çıkarları için yanımda kalması olanaksızdı. bu parıldamalar ve benzerleri neydi? beni garip bir duruma sokuyordu. bazen de rahatsız ediciydi. kendime karşı beslediğim tatsız hisleri körüklüyordu.

gözlerimi üzerinden çekip köşeye bıraktığım poları giydim. heyecanla kıpırdanıp durduğunu ona bakmasam bile söyleyebilirdim.

"beni nereye götüreceksin?" emniyet kemerini taktığında arabayı çalıştırdım. cevabı ise navigasyona girdiğim adres verdi.

"eve kendim de gidebilirdim!"

işte böyleydi. bozulması beni keyiflendiriyordu. gizleyemediğim bir gülüşle "öyle mi?" diye takıldım. bu daha çok alaydı. somurtmaya devam etsin istiyordum.

"siktir ya. indir beni. al anahtarını da." kucağıma fırlattığı araba anahtarına bakmadım bile. emniyet kemerini çıkarmaya çalışıyorken "nereye gitmemizi isterdin?" dedim. kıpırdanmaları yavaşça son buldu. henüz eski haline dönmemiş gözlerini yapabildiği kadar genişletti ve umutla suratıma baktı. "bana yemek ısmarla."

"bunu yapması gereken sen değil misin?"

omuz silkti. "patronun ben değilim. sana yemek ısmarlayacak kişi başkan."

hurry, scandals and couple of the year!Where stories live. Discover now